Sayfalar

4 Ekim 2008 Cumartesi

• İtiraf

Bir de, yaşlı insan yaratmaz, anımsar.
Italo Svevo

Bu cümleyi okuduktan sonra "anımsamak yaşlı işi mi" diye takılmıştım. Aslında ‘an’lar birikimi olarak anlamakta aynı kökten geliyorsa şunu düşünebiliriz: “An, bir tür en küçük insansal zaman birimi.” An üstüne an zaman. Anlamak daha genelken anımsamak daha özeldir. Anlamak ile anımsamak arasında çok özel bir ilişki olduğunu düşünebiliriz. Birinci olarak matematiği anlarız. Ama onu öğrenirken (özel bir şeyi anımsamamıza engel değildir bu) biz de matematiksel çözüme herkesin kullandığı ortak yolla varırız. Ama bu öğrenme yolu aynı sonucu çıksa da gelinen yollar ya da nasıl öğrendiğimiz herkes için farklıdır ve bu anımsamanın işidir. Anımsamak ilişkisiz bir eyleme dönüştüğünde Svevo’nun çıkarsamasına ulaşabiliriz.

Anlamak ve anımsamak sürekli bir mücadele içinde olarak geçmişlerine müdahale etmeye çalışırlar. Anımsadıklarımız anladıklarımıza yatmaya bilir. Anladıklarımıza uygun anımsamlarda çıkmaya bilir ortaya. Nerededir o anlamayla anımsamanın uyumu.

Anımsamak bir adamın ağacı kesişine farklı bir şekilde bakmaktır. Ağacı kesmek işi ise anlamaktır. Adamın alnından akan ter, baltayı tutuşu, ağacın üzerindeki izler, ağacın cinsi, nasıl uzadığı, dallar, mevsim, günün hangi saati olduğu, nereden geldiğimiz, niye orada olduğumuz ve niye o ağacın kesilişine baktığımız anımsamanın işidir. Ama ağacı kesmek için bir baltaya olan ihtiyaç anlamanın sonucudur. Anımsamak bir şeye binlerce farklı bakışı ifade eder. Ortaklıkları elbette vardır. Ama anlamak bir şeye yönelik ortak bakışları ifade eder. Yaratamayan düşünceye de sahibiz. Üretemeyen. Ne korkunç şey şu üretmek…

Aslında geçmişe dönüp baktığında içten ve kendine ait düşünceleri olmadığını söyleyen insanlarla karşılaşabiliriz. Bizden de çıkabilir. 80’ler ve 90’larda her şeyi yakıp yıkan eleştiren adamların sonradan aslında biraz içtenliksiz olduğunu öğreniriz:

“O yıllarda bazılarımız, şehvetten gözümüz dönmüş şekilde, "Tabu yıkıyoruz" diye etrafta kırmadık eşya bırakmadık.

Sonra da, güya geçmişle hesaplaşmış ilerici edasıyla yürüyüp gittik.

Arkamıza bakmadan, geride bıraktığımız yakınlarının hüzünleri, acıları üzerine basa basa yürüyüp gittik.” (Ertuğrul Özkök)[2]

Tabii şunu da düşünüyor insan Özkök yaratamadığı için anımsamaya mı başladı acaba? Eh be Svevo!

Bir de şu var: Vaktinde bu yazarı okuyup üniversitede siyasetle uğraşan devrimci arkadaşını eleştiren insanımız nerede? O da acaba bunu diyor mu? Samimiyetsiz bir entelektüel ‘moda’nın arkasına takılan süreçle iş-güç adamı olan vatandaş ne yapıyor? Genelde de vasat altı birikimi ile her şeyi yargılayıp asan-kesen kendi dışında herkesi suçlayan, hatalarının başkalarına yıkanlar neredeler? Mücadeleyi, mücadelenin gereksinimleri üzerinden değil de düzenin işine gelecek entelektüel lakırdı ile eleştirenler nerede? Çok mu geçti zaman? Kuşkularını dillendirmeye çalışırken sırf moda olduğu için bir şeyleri savunan kişiye ne oldu? Kuşkularının haklılığı da böylece uçup gitti.

Ertuğrul Özkök’ün yazısı bana bir sermaye egemenliği aracı olarak liberal lakırdının tepeden inişinin ilk işi diyorum. Her şeyi itiraf etmeninde bir süre sonra laçkalaşmasını göze alarak: Demek ki her şey öyle olmadı, diyebiliriz. Sovyetler çözülünce hürriyetler doğmadı, daha özgür düşünceli ve gelişkin birer birey olamadık; kahredici toplum o ‘özgür’ bireyi nasıl yıkıyordu? Lanet olası toplum içten samimi, yalansız, kaotik düşünceli ve gelişkin bireyimizi nasılda tarumar etmişti. Herkes suçluydu, herkes... O özgürlükçü bireyimiz tabi ki o toplumu oluşturmuyordu. Toplum başka ve kötü bir şeydi. Kendi yaptıklarını aslında bütün toplum yapıyordu. Hırsızsak herkes hırsızdı. Aslında ahlakımızda bütün yamuklukları toplum zaten barındırıyordu. Oysa o ‘bireyimiz’ cennetten çıkmıştı. Reva mıydı bunlar ona? Toplumun doğasında tukaka ne vardı: devlet, otorite ve iktidar odakları... Bireyi özgür kılacak 'piyasa' ise en az onlar kadar faşistti diyemezdiniz. Onlar özgürlüğün imkanlarıydılar. Tabii işleri zora girince çalışanını beş kuruşsuz sokağa koyan hürriyetlerin teminatı o müteşebbisler de vardı, bunu söylüyorlardı, sıkışınca. Siyasetin belirlediği düşünce kötü, bankaların beslediği yayınevleri çok güzeldi. Çok özgürdüler. Ama neyse her şey sosyalizmin çirkin duvarlarından daha renkliydi. Lüks vardı lakin gösterilen sadece o lüksü yaşayanlardı. Çoğunluk yoksuldu ama neyse. Cengiz’in dediği gibi: “köle gibi yaşayıp zengin gibi düşünüyorduk”.

Bir gerçekte var, insanlar (toplum diyelim) ve tabii biz varolan çirkinliğin altında ezildik. Farklı bir dünya arayışı bu kadar güçsüz kalmadı hiç. Bilinenin dışında bir dünyadan bahsetmek ne kadar büyük bir suçtu. 80’ler ve 90’lar ütopya’ya savaş açtı. Adaletsizlik büyük bir kıymetmiş gibi savunuldu. İnsanları öldürülim. En radikal, çılgın olalım. Sıradışı ve çılgın (kreyzi bunlar)...

Metinler, siyaset karşıtı düşünceleri ve şiirsel saçmalığı hiçbir dönem bu kadar çok yazmadı. Akademi her şeyi açıklar ve paketler oldu. Müdahale kötü şeydi.

Peki, bunları yapan neydi? Duruşumuz insanlığın ortaya çıkardığı tarihten ve gününden etkilenmeyen saf bir yer miydi? Tam tersine tarih ve güncellikle bazen iç karartacak derecede bağımlı bir yerdi ve:

“İnsanlar gerçekleri görüp kavrayamadıkları için mi belirli ideolojik koşullanmalar içine girerler, yoksa belirli ideolojik koşullanmalar içinde oldukları için mi gerçekleri görüp kavrayamazlar?

Yanıt, ikincisidir: İnsanlar belirli ideolojik koşullanmalar içinde oldukları için gerçekleri görüp kavrayamazlar.” (Metin Çulhaoğlu)[1]

Bu tespit bende dahil herkes için geçerlidir. Ama kimileri için daha da bir geçerlidir diyebilirim. Görmemizin imkânları görmemenin nedenlerini de oluşturur. Bunu bilmek, bilmenin körlüğüne kapılmayı engelleyecek tek imkandır gibi geliyor. Neyse ben körsem herkes kördür zati :-)

[1] http://haber.sol.org.tr/yazarlar/4271.html
[2] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9947693&yazarid=10 21 Eylül 2008 Pazar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder