Sayfalar

18 Mayıs 2008 Pazar

►Fotoğraf Okumak / İsmail (Bukka) Kaplan

Bu yazı Sınırda Dergisi'nin 10. Sayısında yayınlandı. Mayıs 2008

Fotoğraf makinesi olayların nedenini açıklamak için uygun bir araç değildir. O olayların görüntülemek için yapılmıştır ve en şanslı anında bile soruları ve cevapları kendine göre sorar ve verir.[1]
Fotoğraf başlı başına ya da bir şeyle ilişkili olarak ilgimizi çekebilir. Fotoğrafta resimsellik, nesnelerin ve insan dünyasının farklı ve abartılı bir bakışını, arayabiliriz. Bir fotoğrafta çekim tekniklerini, yaklaşımları, fotoğrafçıdan fotoğrafçıya değişen ilkeleri de görmek isteyebiliriz. Esas olarak hikâyeler barındıran fotoğrafları severiz ve fotoğraf kendi başına estetik bir gösterimin amacı olabilir. Fotoğraf (özellikle insanda sürekli ilgi uyandıranlarında) olmayacak olanların, eskiyle yeninin, başlayanla bitenin, kısaca uyumsuz olanın uyumlu bir komposizyonunu verir. İlginçlik şeylerde değildir; şeylerin bir arada olmasındadır. Yıkık bir mezarlıkta ilkbahar çiçeklerini toplayan çocuklar gibidir. Ölüm ve o çocukların yeni başladıkları yaşamın birarada görünüşüdür. Fotoğraftaki diğer öğelerle çapraşıklık artar. Yaşamı simgeleyen çocukların ellerinde ölmeye yüz tutan bahar çiçekleri vardır. Fotoğraf, kendisiyle çelişkili olabilecek anları da gösterir ve çapraşık bir gerçek koyabilir önümüze. Bazen kimi fotoğraflar özenilerek yaratılmaya çalışılan onca örneğinden daha etkileyici olabilir.

An ve Bellek: Bağlam Nerede?

Bir düşüncenin özeti niteliğinde olan fotoğraf dilinin büyük bir gücü vardır, fakat gördüklerimiz üzerine bir yargı taşırız ve bu, büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir.[2]
Günlük yaşantımızda artık ‘an’ı dondurmak ya da çevremizdeki her bir şeyi, çılgın gibi, ‘an’lar olarak yakalayabilmek ve saklamak istiyoruz. Sonrasına çok da dönmediğimiz bu ‘an’lar sayısal ortamlarda, fotoğraf albümlerinde duruyor. Her zaman bakılabilecek olan, çoğunlukla birilerine göstermek dışında bakılmayan birer ‘an’ çöplükleri var evlerimizde. Oysa iyi niyetle ve safça kendimizin belirlediği bir bellek oluşturmaya çalışıyoruz. Ne yazık ülkemizde, iktidarlarca benimsetilmiş bir şart var; belli tarihlerde sürekli belleği silmek. Yerleşmeye gelmiş işgalciler gibi. Bütün kayıtlar yok edilmekte. İşgalci geldiğinde neleri yok edecek ya da kendine göre değiştirecektir? Nüfus, tapu, sicil kayıtları ve mahkeme tutanakları hepsi çok özgün olmasa da geçmişe dair birer kanıt ve bellektir. Bu geçmişe dair saklananlar işgalciler için istenilmeyenleri meşrulaştırabilirler. Belgeleri barındıran arşivler bürokratik bir bellek gibi görünse de en nihayetinde insanların tarihini kıyısından köşesinden barındırır. Tabi kütüphaneler her zaman yok edilecektir. İşe yarayanlar hariç. İnsan, tarih ile belleğin başka türlü bir ilişkisini fotoğrafla kurabilir. Tek başına fotoğraf bir estetik öge de olabilir. Fotoğrafın hikâyesi bu estetik ögeyi daha ilgi çekici kılacaktır. Ama fotoğrafçının yakaladığı ‘an’ın öncesine ve sonrasına dair ilişkisi çok bilinmediğinde bize çok şey vermeyebilir de. O herhangi, alelade bir ‘an’dır. Öncesinin ve sonrasının bilinmesi fotoğrafa çok şey katacaktır. Önceyi ve sonrayı bilmek (sonrayı bilmek çoğunlukla fotoğrafa özgü görülür) bir bellek oluşturmaktır. Bellek oluşturmak ‘an’ı yaşamak ve tüketmek amaçlı gündelik hayatta zararlıdır. Çünkü bir efsaneye dönüşmüş olan imajlar dünyasında dün-bugün-yarın bağını (kişisel tarihle bile kurulabilir) kurduğunuzda tüketme amaçlı tahakkümü kırabilirsiniz. Başlı başına haz için ‘an’ların karşılığı başkalaşır. Donmuşçasına bir yaşamı düşündürten ve kadir-i mutlak bir düşünceyi insanların kafasına pompalayan kapitalist ilişkilerden görece bağımsızlaşabilirsiniz. Görece diyorum çünkü kapitalist ilişkiler sürmektedir. Bunun için bellek gerekir. Bu bellek sadece biriktirerek okuyarak oluşmamaktadır. Buna rağmen bellek, kitaplar ve sanat pratikleri ile haritasını çizse de, insanlar içerisinde varlığını kazanacak ve rüştünü ispat edecektir. Bellek koparamayacağı dışarıyla ilişkisi ile bağımsız kalabilir ve böylece bir özneye dönüşebilir. Dışarıyla ilişkide bir başlık açmak gerekmektedir. O da fotoğraf okur-yazarlığıdır. Yazarlık kısmı herkes için geçerli değilse de fotoğrafın diline dair bir okuyuculuk şarttır. Fotoğraf okurluğu (gözü) gelişmediğinde egemen gözlerin çarpıtmasının kurbanı olmamız içten bile değildir. Fotoğraf okurluğu belli sembol ve tekniklerin öğrenilmesinden daha fazlasıdır. Bellek vurgusu burada anlam kazanmaktadır. Çünkü bellek, bir tür şeyleri biriktirmek için değil; tam da o şeyler arasında bağımsız ilişkiler kurabilmek veya var olan/olmuş olan ilişkileri görebilmek içindir. Moda olandan bağımsız kendi kimliğimizi yaratabilmemiz ve özne olabilmek için bellek şarttır. Birgün gazete karıştırırken gördüğünüz bir fotoğraf önce belleğe yüklenecektir.

An, İkna ve Kadraj: Sadece teknik mi?


Fotoğraf, başka dallarda olduğu gibi, yaşanan anda, hem soruyu, hem de cevabı kendi içinde barındırır. Fotoğrafta beni hayran bırakan, yolumu aydınlatan şey ise, mimik ve jestlerle ruhun karşılaşmasıdır. O anın ne bir kuralı vardır, ne de benzerlikler oluşturur.[3]
Gazete ve anı fotoğrafları estetik bakış için üretilmezler. Yine de vizöre yaklaşan göz, fotoğrafçılık geçmişi ve becerisi kadar belirleyebildiği fotoğraf karesinde bir uyum arayacaktır. Benjamin vurguladığı gibi: “(…) fotoğrafı her zaman belirleyen, yine de fotoğrafçının tekniğiyle olan ilişkisidir.”[4] Teknikle ilişkide olan kişinin eklektik ideolojisidir. Buna karşın anı ve gazete fotoğrafları, sonrası veya sadece iş için ‘an’ı yakalayan/saklayan kâğıtlardır. Tabi tam anlamıyla estetiğin dışında olduğu söylenemez. Yalnız haber fotoğrafçılığında vurgular daha çok fotoğrafı çekilen an-haber ilişkisi üzerine olacaktır. Haber için çekilen fotoğrafta belli bir belge olma özelliği aranır. Eldeki ‘an’, ‘haberi’ ne kadar yakalayabilmiştir. ‘An’ ne kadar gazetenin, haberi yazanın ve fotoğrafı çekenin ideolojisine uygundur. Haberi güçlü mü güçsüz mü göstermektedir ve olduğundan (olumlu ya da olumsuz) ne kadar farklı göstermiştir. Bir şekilde fotoğraf haberin yayınlanma gerekçesi de olabilmelidir. Bununla birlikte haberin yayınlanmasını sağlayacak olan fotoğraf, mümkün mertebe o haberle ilişkisini güçlü kurmalıdır. Güçlü kurmaktan kasıt okuyucu için haber yazısının göndermelerini kadrajın olabildiğince kapsamasıdır. Bu süreç tarafsız değildir. Örneğin, aşağılamak için çekilmiş fotoğraflar, ‘işte terörist’ ‘işte katil’ ‘işte tecavüzcü’ ‘işte o istenmeyen kişi” (ilk başta sadece o haberi yazan gazeteci ve başlığı atan editörce istenmeyen kişidir). Fotoğraf masumdur ama günah işlemeye hazır bir insan gibi durmaktadır. Kıbrıs harekâtı sırasında çekildiği iddia edilen küvette öldürülmüş çocuk fotoğrafı buna örnektir. Fotoğraf bir acıyı işaretlemektedir ama kullanımı onu gülünçleştirir. Türk tarafı için bu fotoğraf Rum tarafının gaddarlığını göstermektedir. Diğer taraf da aynı fotoğrafı kullanır ve onlar için bu fotoğraf Türklerin barbarlığının kanıtıdır. İki taraf da aynı fotoğrafa dair kendilerini haklı gösterecek hikâyeleri yazar ve halka propagandasını yapar.[5] İlginçtir, yönettiğiniz halkın içten katılımını kazanmak için ikna etmeniz gerekmektedir. Halkı alıştırılmış olunan uyuşukluktan kurtarmak ve halkın verdiği söylenen iktidarı güçlendirmek gerekmektedir.

Günah işlemeye davet edilen fotoğraf kabul ettirilmek istenen yargıyı gösterebilmekte midir? Korkunç olan budur. Fotoğraf bize ezberletilmek istenen için bir kanıttır. Tehlike baş göstermiştir. Fotoğraf gözlerimizi kapatan bir mendile, beynimizi saran zincirlerin bir halkasına dönüşmüştür. Egemen olan bakıştan çıkabilmek için bellek oluşturmamız gerekmektedir. Sadece devletin ‘resmi bakış’ı demiyorum, bu yıkılabilir ama bu kez de devletin resmi bakışını da belirleyebilen egemen ideolojilerin resmi bakışına kapılabiliriz. AKP’ye açılan kapatma davası bunun bir örneğidir. Her düzen tehdit edildiğini gördüğünde bir hesaplaşmaya girecektir. Hükümeti kuran parti, aynı zamanda koalisyonsuz iktidardır ve bu kapatma davası, bu açıdan bile diğer örneklerinden ayrılır. Hesaplaşma burjuvazi içinde, iki iktidar odağıdır arasında olacaktır. Artık kimse “ben mazlumum” söylemini kullanamayacaktır. Belli olanaklar açısından politik arenadaki güçleri eşittir.[6] Bunlar görülmek istenmez pek. Demokrasinin zarar görmesi, bundan önceki kapatma davalarının kaderi ve sonucu, söylemi başlar. (İlginçtir, fotoğraflarla da böyle bir kader anlayışı oluşturulmaya çalışılabiliyor) Bu sefer liberal görüşün resmi bakışı egemenlik kurar. Bu çok elit ama özgün olduğunu düşünen resmi bir (gözdür) bakıştır. Fotoğraf bu ‘bakış’ları meşrulaştıracak birer propaganda malzemesi olur. Hazırlanan malzeme ‘göz’ü bir ‘serüven’e değil, o düzenin çölüne götürür. Her şey aynıdır, birbirinin tekrarıdır ve ölümlüdür. İşte o an, ya komposizyonu (aura’yı) belirleyen ya da ona bakan gözdeki yavanlık ortaya çıkar. Bir tank fotoğrafı bize savaş ve yıkım dışında bir şeyler getirmiyorsa, savaşa giden askerlerin fotoğrafına baktığımızda “ben bunu önceden gördüm, onlar ölecek” diyorsak, başka bir hikâye canlanmıyorsa belleğimizde fotoğraf bir kaderin gösterimine dönmüştür. Fotoğrafın sonrasına dair bilgimiz bizi böyle bir istenen bakışa götürmüştür. Ne Bresson’un ‘karar anı’na, ne Benjamin’in ‘aura’sına, ne Barthes’in ‘serüven’ine vardırır artık. Baktığımız fotoğraf ya göstereninden yada bakan gözün belleksizliğinden, hikayesini sunamaz ve ya o göz hiçbir hikaye oluşturamaz. İstenilen kadrajın içindeki resmi hikâyeyi tekrarlamamızdır. Tekrarlamamıza sebebi olacak ise ikna etmek amaçlı o fotoğraflardır. Tehlike tam da buradadır. Egemen olan düşünce tarafından üretilen kaderimize, boyun eğmemiz istenmektedir. Çünkü o ‘en gerçek’, ‘en doğru’ olan fotoğraf bunu söylemektedir.
Kadraj ve Göz: Sorumluluk Gereksiz mi?

Geleneksel gazeteci için düzene (burjuvaziye ve onun iktidarına) karşı tehdit oluşturabilecek, düzenin sürekliliğini engelleyecek her şey kodlanıp (suçlanan anarşist/devrimci/terörist/katil vs.) en iyi şekilde anlatılacak bir fotoğraf çekilmelidir. Kralların, hükmettikleri kalabalıkların karşısına çıkıp, suçluyu işaret ederek kalabalıkların ‘insaniyetine’ bıraktıkları devir geçmiştir. Artık krallar meydanlara çok çıkmamaktadır. Kitleye dönüşebilecek kalabalıkların meydanlarda bir araya gelmeleri sıkı denetime tabidir. Suçluyu göstermek ve onu kalabalıklarda kaderine terk etmek fotoğrafların, medyanın işi olmuştur. Fotoğraf sonsuz sayıda çoğaltılıp yaygınlaştırılır ve günlük yaşamın devinimine sokulur. Televizyonlardan bile daha etkili olabilmesi sağlanır. Gittiğiniz her yerde o ‘an’ vardır. Ama o ‘iyi-kötü’ olarak sunulan fotoğraf hakkında size bir düşünme payı bırakılmamıştır. Yargıların hep aynı yere akması için çalışılır. Suçlanan hakkında delillerin, onun kendisinin ne dediği önemli değildir. O bir ‘katil’dir. Bununla birlikte ‘ele geçirilmiş’tir ve şimdi de yaptıklarına pişman edilmelidir. Bu pişmanlık fotoğrafla en iyi şekilde verilmelidir. O ‘katil’in fotoğrafını çekmeye giden gazeteci bunların ne kadarını düşünmüştür ve bilince çıkarmıştır? Birçoğunu düşünmediği büyük olasılıktır. Sıradan bir haber için fotoğraf çekmeye gitmiştir. Vizörden bakarken, komposizyonunu muhtemelen hiç fark etmediği bu düşünceler belirleyecektir. Belki içinden şu sözler geçiyordur:

“O bir katil.”

Ama işkence görmüş. Bak!

“Hayır, o bir katil ve bunları hak ediyor.”

Bu ‘suç’un kararını verecek olan adalet ise taraflıdır. Düzenin intikam aracıdır ve ‘güçsüz’leri ezmeyi daha çok sevmektedir. Polis, asker, memur, kâtip, zabit, savcı, yargıç, gardiyan, fotoğrafçı; üniformaları, fotoğraf makineleri, daktiloları, copları, dilleri ile ‘ceza’sını infaz ettikleri ‘suç’lunun gördüğü insan toplamıdır. Bir mahkeme salonunda fotoğraf çekilir, gazetede yayınlanır ve arşive konur. Kimileri özellikle saklayacaktır o gazeteleri. Çünkü bellek oluşturmak gerekmektedir. O an, adaleti ‘tesis edenler’in linçine ve bize ezberletilmeye çalışılan tarihe karşı bir ‘cephane’ olacaktır.

Belki haksız yere fotoğrafçımızı da suçluyor olabiliriz. Ama bir devrimcinin en ‘zavallı’ halinin çekilmesine ne diyebiliriz? Aslında bu zavallı hali, en insani halidir. Ama kapitalist toplumda insani olan aşağılıktır. “Ağlamak, zavallı görünmek, güçsüzlüğünü kabul etmek, ben sıradanım demek...” Beri yandan ülkemizdeki çoğunluk için geçerlidir bu durum. Ama bu gerçekliğimizin üzerini imajlarla örteriz. Burada fotoğrafçımızın düşüncesinin aslında öyle (aşağılamak amaçlı) olmadığını düşünsek bile Benjamin’in sorusu geliyor insanın aklına: “Ama kendi fotoğraflarını okuyamayan fotoğrafçıya da cahil saymak gerekmez mi?”[7]

Fotoğrafın yayınlanmasının ardından, zaman ve tarih devreye girer. Fotoğrafçımızın belirlediği kadrajın arka planında dönen bütün ideolojik söylemler, geri çekilmektedir. Soğuk savaş ‘bitmiştir’. Yargılamayı gerçekleştiren savcı bir kitap yayınlamıştır.[8] Tutuklandığı andan itibaren tek başına olan, işkence gören ve ailesi ile bile doğru düzgün görüştürülmeden idama giden o gencin ‘katil’ olduğuna dair kuşkusu olduğunu söylemektedir. Savcı Mete Göktürk’e göre o günün özel şartlarında yargılama adil değildir.

Yargılamanın sonucu bilerek gazetedeki o ‘an’a bakarız. İlk bakışta anlaşılmaz bir hal vardır. Türkiyeli bir göz için buranın bir mahkeme salonu olduğu gözden kaçmayacaktır. Barthes’in ünlü Napolyan’a bakan gözleri fark etmesi gibi, bir mahkeme salonunda, suç olarak ifade edilen anı görmüş olan, bir vizörden gözetlendiğini fark etmeyen, bir çift dalgın göz vardır. Fotoğrafın dışında baktığı bir şey yoktur, ama orada boşluk varmış gibi gelmektedir. Belki bu boşluk hissine, flaşın neden olduğu ve arkaya uzanan gölgeler neden olmaktadır. O boşluğa bakan iki çift gözün sahibi Veysel Güney’dir, dünyaya kapanmıştır.


"Korkmuyor musun oğlum?
O kadar işkence gördüm ki artık ölüm bile korkutmuyor ana."
[9]

‘Ele geçirildiğinden’ beri idam edileceği söylenmektedir.
Gaziantep Emniyet Müdürlüğü'nde bazı arkadaşları ona yapılan işkencenin seslerini duyuyordu. "İdam edileceksin. Kurtuluşun yok" diyorlardı. Gözaltından çıkarılıp cezaevine getirildiğinde saçları kazınmış, ayakları çıplaktı. Üzerinde sadece hastane kıyafeti vardı.” [10]
Arkadaşlarında ayrı tutulmuştur. Özel muamele görmüştür.

“Askeri Cezaevi'nde bir hücreye atıldı. Yaraları daha yeni iyileşiyordu. Yargılanmasının hızlanması için dosyası Gaziantep Devrimci-Yol davasından ayrıldı. O dönem herkes, bunun idam anlamına geldiğini biliyordu. Hızla yargılandı. Çoğu zaman kendini savunma hakkı bile yoktu. Gazeteler, idam kararı yüzüne okunduğunda slogan attığını yazmıştı. Artık küçük koğuşunda idamı bekliyordu, 24 yaşındaydı. Mektupları verilmiyordu, havalandırmaya çıkması ve ziyaretçi kabul etmesi yasaktı. Ailesi onu yalnız bırakmamak, bir kez olsun görebilmek için aylarca uğraştı, mücadele etti. Ama izin verilmedi.” [11]
İnsanlar dertler üzerine binip yalnız kaldıkları zaman odalarında, hücrelerinde, kimse yokken ellerini bacaklarının arasına alıp boşluğa dalabilir. Bu fotoğraftaki kişinin adını-sanını bilmesek bile dışarısı ile bağlarını kopardığını görebiliriz. Ellerini bacaklarının arasına sokarak, bir çadır tiyatrosu izlemiştir. Oyunun konusu kendi hayatıdır. Oyundaki herkes şunu düşünmektedir: “Nasıl kuralına uydurup canını ellinden alırız?” Bu çadır tiyatrosundaki ‘kahraman’ aciz midir?

“Veysel'i, Gaziantep E Tipi Cezaevi'ne götürüp infaz edeceklerdi. TV'den idam cezasının onaylandığını duyan ailesi cezaevinin kapısında oğullarıyla görüşmek için çabalıyordu. Son ana kadar izin verilmemişti. 11 Haziran 1981 günü saat 02.00'de cezaevinin demir kapısı açıldı. Güney ailesine, cezaevi aracının içinde oğullarıyla kısa bir süre görüşebilecekleri söylendi. Annesi, babası, eniştesi ve kardeşi Ayhan Güney, araca bindi. Veysel'in elleri kelepçeliydi. Ayhan Güney, o anı şöyle anlatıyor: "Kısa süre görüştük. Çok cesurdu. Ağlamaktan konuşamıyorduk. Annem, 'Oğlum korkmuyor musun?" dedi. O da, 'O kadar işkence gördüm ki artık ölüm bile korkutmuyor ana' dedi. İnandığı dünya için savaştığını anlattı. Slogan attık. Bizi gözaltına aldılar. Tutulduğumuz yerden biraz uzakta idam edilecekti. Orada bir ışık vardı. O sönünce anladık ki idam edildi. Vücudunda kurşun duruyordu."
(...)Ailesine küçük bir kutunun içinde hücresinden çıkan birkaç eşyasını verdiler: 'Yarısı içilmiş bir karton sigara, bir çakmak ve annesinin gönderdiği gömlek.'[12]
Bu ‘acizlikten’ daha çok ayakta kalabilme refleksi gibi görünmektedir. Kendi varlığını sürdürebilmek için aklın verdiği direnişi insanların içindeki bir oturuşa yansıtmıştır. Bu direniş daha ilk günden verilmiş olan kararın uygulanacağı güne kadar sürecektir. Son noktasını kendi koyacaktır. Ama muhtemelen yazıcı, savcı, yargıç, jandarma gibi hiçte sizin bir derdinizi paylaşmayacak insanlar arasında kapanmak çok zordur. Zaten artık onca işkenceyi görmüş, bedeninde mermiler yaraları doğru düzgün kapanmamış, mermileri çıkarılmamış bir insan için ölüm huzurdur. Yine de kendine yapılan şeylere karşı direnecektir. O fotoğraftaki tek başına bir boşluğa kapanarak direnmektedir ve son sözünü darağacında söyler.

“İdam sehpasına çıkarken Che Guevara'nın ünlü 'Ölüm hoş geldi, safa geldi' dizelerini bağıra bağıra okuyordu. O ölüme giderken yanında avukatı dahil hiç kimse yoktu. Ona yabancı olmayan tek şey kendi sesiydi. Ayağının altındaki sandalyeyi, slogan atarak kendisi itti.” [13]
Veysel Güney hala genç, 24 yaşında, biz yaşlanıyoruz. Yirmi beş yıl sonra ailesine ulaşan son mektubun hala haykırıyor.

Ben kimseyi öldürmedim, suçsuzum.
Gösterdikleri gerekçeyi dahi mahkemesi sonuçlanmadan karar verildi.
Yaşamak, bu dünya üzerinde haksızca ölmüş ve öldürülmüş insanlar için kendimizi sorumlu hissetmektir. Bu sorumluluğu, Türkiye’de 12 Eylül’de, dışarıda kalan solcuların fazlasıyla hissettiği suçluluğa dönüştürmeden, Dostoyevski’nin Budala romanında, Prens Mişkin’in veremli ve ölümü yakın bir genç olan İppolit’e söylediğini yazmak isterim: “Yanımızdan geçin ve mutluluğumuzu bize bağışlayın.”
.
Fotoğraf hiçbir şeydir, beni ilgilendiren hayat…[14]
.
Dipnotlar

[1] Karar Anı, Henri Cartier-Bresson, Haz.: İlker Maga, Kolektif Çeviri, s. 52, YGS yayınları, 1. Baskı, Ocak 2006, İstanbul
[2] Karar Anı, S. 28, Çeviri: Yeldan Ulusoy
[3] Karar Anı; s. 33
[4] Fotoğrafın Kısa Tarihi; Walter Benjamin, Çeviri: Ali Cengizkan, s.22, YGS Yayınları, Ekim 2002, 2. Basım, İst.
[5] İki tarafın ırkçı zihniyetine hizmet etmeyecek bir fotoğraf daha var. AKEL Merkez Komitesi üyesi Derviş Ali Kavazoğlu ile AKEL ve PEO üyesi Kostas Mişaulis aynı arabada öldürüldüklerinin fotoğrafıdır. 11 Nisan 1965 tarihinde, Denktaş’ın kurucuları arasında yer aldığı Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) tarafından otomatik silahlarla kısa mesafeden vurularak öldürüldüler. Fotoğrafta kardeş ve ölü bedenleri birbirinin üzerine yığılmıştır.
[6] AKP’ye açılan kapatma davasının ertesinde yaşanan gözaltılar bu açıdan ilgi çekicidir. Ağırlıklı olarak Fettullahçıların güçlü olduğu bilinen polis örgütünün, ‘ulusalcıların’ hükümeti devirmek için Ergenekon adlı örgütlenmeye gittikleri iddiası ile sabahın köründe gözaltına alınmasıdır. Bugüne kadar kendine kapatma davası açılan hiçbir parti bu tarz karşılık vermemiştir. Gözaltına alınanlar ‘sıradan’ kişiler de değildir: bir başyazar, eski bir rektör, bir parti genel başkanın içinde yer aldığı bir toplamdır.
[7] Fotoğrafın Kısa Tarihi; W. Benjamin; s. 37
[8] Adaleti Gördünüz mü? Bir Savcıdan Anılar, Gözlemler, Görüşler; Mete Göktürk; Telos Yayıncılık; Haziran 06; İst.
[9] Veysel Güney’in Mezarı Nerede? Timur Soykan;12.06.2006; Radikal Gazetesi,
[10] 12.06.2006; Radikal Gazetesi
[11] 12.06.2006; Radikal Gazetesi
[12] 12.06.2006; Radikal Gazetesi
[13] 26.06.2006, Milliyet Gazetesi, Savcı Mete Göktürk 'Silah kullandığına dair bir delil yoktu', Şükran Özçakmak
[14] Karar Anı, s. 103,

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Her İki Adımda Bir Uygunsuzluğunu (Yalnızlığını) Algılayan Birisine Gazel / Turgut Uyar

.
İlkin tarlaların ve otlakların ve suvatların
Ah benim güzel cahilliğim
Bitmeyeceğini sanırdım karanlık olmadıkça

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir akşamında karanlık olmadıkça

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Elimde ceset çekmeye yarayan bir uzun kanca

Ne tarihsel badanaya ne pantolonlu aşka
Ah benim güzel şaşkınlığım

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Rahatlamazdım bir türlü ceset bulmadıkça

Ben size hep söyledim bu benim aşkım
Saate karşı alkol suya karşı tabanca

. Benim suyum bir ateş çalışkanlığıdır
. Kurutulmuş etlerim ve torbalarım hazır
. Ama. Ben gene bir kürdanın diş etlerine batmasıyım
. Bir çürük azı dişinin kenarında

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir hırgüründe karanlık olmadıkça

. Ben neyim varsa taşırım neyim varsa taşırım
. Bir marangoz gibi kulağımın arkasında
. Ah benim güzel cahilliğim
. Ağaçlar enikonu bir silah olmadıkça

Belki bir kuruntudur yaralayan kalbimi
Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça

Turgut Uyar, Her Pazartesi (62–67 Notları), 1968

Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel / Turgut Uyar

.
Şehir birden başladı, sol tarafta hendekler
işportacılar, dükkancılar ve akşamüstüne gidip gelenler
ve onun hüznü vardı

Şehirler olsun varsındı ve manavlar kapansındı.
evlerin ince bir buğuya, bir cinselliğe kapansındı

ve onun hüznü vardı

Aksaçlı ortodokslarla dövüşken çocuklar.
aşk romanları ve trafolar ve “Sen ne güzelsin”ler
kendilerini bitmez sansındı

Nalbantlar resamlarla ve bütün tarlalar çarşıda.
hele yılgınlıklar bir sabah temizliğinde
ve bir coşkudan artan sarı bir şeyler vardı

Bir yitik gibi yüceden, bir anı gibi bir sancıdan
ve onun hüznü vardı
“Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. kibritler. sinemalar. Ve.”

onun hüznü vardı

Ah ellerim, ah beni hatırlayan herkes
Bir kötü romanda beşinci kişi gibiyim falan
ve beni tanımayan herkes

Ben aranan bir şeyim bir parça analjezik.
sesim dükkânsızlığın sesidir bir parça aralık
tahta kepenkli tahta kepenksiz bir parça aralık
Sokaklarda.
Havralarda.
Yataklarda.
Dünyada.

ve onun hüznü bir haydudun hüznüdür
biraz da kendinin yaptığı

Turgut Uyar / Her Pazartesi (62–67 Notları) 1968