Sayfalar

19 Nisan 2009 Pazar

"Uzun eski bir dosta mektup" / Süleyman Okay

Bu mektup 2001 yılında "soL" dergisinde yayınlanmıştı. Bende internette yayınlanınca kaydetmiştim. Uzun süre sonra bir yerden çıktı ve ben de dergide yayınlandığı halde koyuyorum. Blog başlığı bana ait.
Bu mektubu Dostoyevski'nin Ecinniler'inde anlattığı toplantının başka bir okuması olarak görüyorum. Başka türlü bir bakış ama anlayabiliyorum. Her ikisini de....

Ölümünün ikinci yılında Süleyman Okay anısına...
Bundan iki yıl önce 20 Eylül 1999 günü aramızdan ayrılan, şair, İnsan Hakları Derneği ve Halkevi Antakya Şubesi Başkanı, tüm bir ömrü mücadeleyle geçen Süleyman Okay’ı, onun mücadele arkadaşı Yalçın Ergönül için kaleme aldığı bir yazısıyla anıyoruz. TİP’in ve Dev-Genç’in Antakya kurucusu Ergönül, 1970 yılında evinin bahçesindeki bir turunç dalında asılı bulunmuştu. Resmi kayıtlara “intihar” olarak geçen bu ölümün ardındaki sis perdesi hiçbir zaman ortadan kalkmadı...


Kirvem

Kimi günler sıkıntılarımız tedirginliğe dönüşür, yorgunlukla bütünleşerek katmerleşirdi.

Terk edilmiş, bakımsız bahçeler gibiydi yalnızlığımız. İnsanlar ilgisiz, kıyımızdan gelip geçerdi.

Kimi dostlarımız, bizimle gözgöze gelmemek için hızla köşeyi dönerdi...

Toplantı günlerinde, akşamı beklemek güçleşirdi. Zaman kısa ve ağır adımlarla yürürdü. Kuşlar yuvalarına geç döner, evlerde ışıklar geç yanardı sanki...

Akşamları yakaladık mı birden, ayrı ayrı yollardan yürüyerek, telaşla doluşurduk odana.
Kapalı olurdu sınırı gecenin. Tuzaklar yoğunlaşır, derinleşirdi. Gölgeler yolboyu uzanırdı ardımızda, soyut birer düşman gibi, yapış yapış...

Delikanlılar, kızlar hakedilmiş bir karşıtlığı kuşanarak girerlerdi içeri.

Giz’li fısıltılarını, endişelerini kapıda bırakarak odaya girmeleri, daha bir canlılık verirdi onlara. Sevecen bakışlarını düşürürlerdi üstümüze. Bakardık ışıklı gelişlerine, büyürdü yüreğimizdeki korlu alev...

Bir bütünün parçalarından, yeni bütünler oluşturma çabalarımız, açmazlara düşürürdü bizi. Ne çok azdık o günler Kirvem, ama ne çok bağlıydık birbirimize...

Çoğu geceler, fırından yeni çıkmış, altın kabuklu ekmekler donatırdı soframızı. Hızla bir gider, bir gelirdi ellerimiz zeytine, peynire. Arada bir “Arap kebabı” hazırlanmışsa, senin o küçük ve saydam damacanandan süzülerek bardaklara boşalttığın kaçak rakıyla bütünleşir, renkli imgelere dalardık...

Sonra gece kara saçlarını tarayarak gelir, başköşeye otururdu. Birden soğurdu odamız. Hastalık günlerinde sen battaniyeye bürünürdün, biz üşürdük. Bir soba ya da bir mangal ateşinin varlığını düşlerdim. “Ateşin niye yok” diye gırgırına sorardım sana. Bozulurdun, öfkeli bakışlarını devirirdin üstüme. Ateşlere, yanmalara ilişkin dizeler mırıldanırdın bir süre, ısınırdı içimiz...

Sonra yüzündeki gölgeleri siler, gözlerindeki kırık ışıkları bütünleştirir, gülücüklerini takınarak yanıt verirdin bana: “Gereği yok” derdin “günün birinde içeri düşersek, eloğlu çıplak betonda yatırır bizi. Bu nedenle bağışıklık kazanmak zorundayız”. Gençlerle aramızdaki o ince perdeyi yırtamadığımızdan, “bulduk da, yakmadık mı” diyemezdin...

Elden ele dolaşan yapıtlar arasında yitip giderdik bir süre. Ama içine giremezdik kolayca. Yorumlarımız değişik olurdu. Bozuk tümcelerle bezenmiş bu yapıtlar çeviri yetersizliğinden ötürü ağdalı olurdu...

Sonra sıkılır, rahatlama gereği duyardık. Füruzan’ın o ince, uzun mırıltılarla akan, arı suları andıran sesinden dinlerdik Salkımsöğüt’ü. Dinlerken acı ile mutluluk birlikte girerlerdi odaya. Çevremdeki her şey duyguya keserdi...

Gecenin geç bir saatinde, gençler giderdi birer birer. Kapıda yeniden yüreklerine kuşkuları, endişeleri doluşurdu. Biz de kalkar, caddelere çıkardık.

Bıçak gibi keserdi yağmursuz gecelerin ayazı. Yağmurlu gecelerde, damlalar kırbaçlardı bizi. Sahi anımsadın mı, bizim birer paltomuz olmadı hiçbir zaman...

***

Hani günün birinde, “içeri düşersek eloğlu çıplak betonda yatırır bizi” demiştin. Gerçekten çıplak betonda sabahladık kimi geceler. Otuz beş candık bir hücrede. Duvarlardan sular inerdi üstümüze. Kurşuni ve besili bitler emerdi kanımızı. Kaşınırdık biteviye. Yüzlerimiz uzamıştı açlıktan, sakallarımız uzamıştı...

Soluk alışlarımız zorlaşırdı hücrede. Sigara içemezdik boğuluruz diye.

Yukardan çığlık sesleri gelirdi, ürpertiler dolardı içimize. “Sırada kim var” diye düşünürdük. Çaresizliğimiz yer bitirirdi bizi.

Bir paçavra gibi inilirdi aşağıya sürüklenerek, kan ter içinde... Ve yeniden başlardı çığlık sesleri. Bu çığlıkları insan sesine benzetemezdim...

Bir mezar kaçkını gibiydim çıktığım zaman. Işıklara bakamadım bir süre, insanlar arasında dolaşamadım. Akciğerimin bir bölümünü yitirmiştim. Sayrılarla yatmıştım aylar boyu. Kan kusanlar vardı içlerinde, insülin iğnesi yapan şekerliler vardı. Hamamböceği, farelerle iç içeydik. Hücrenin bir devamı gibiydi koğuşumuz.

Anlatılamaz acılar çekmiştik. Eli sopalıların tomsonlu baskınına uğradık kimi geceler. Hücrelikler alınırdı içimizden, diretirdik. Karşıtlığımız sonucu hücrelikler çoğalırdı...

***

Anılardan bir kesiti burada noktalıyorum Kirvem.

Balkondaki çiçekleri sulama saati geldi. İçimdeki duyguların bir uzantısını görüyorum onlara baktıkça. İçlerinde ihanet edenler çıkmadı şimdiye dek. Onları çok seviyorum...

Süleyman Okay (1985)

Hoşçakalın Dostlarım / Süleyman Okay

Bin yıl önce var mıydım
yok muydum unuttum
unuttum şiirin yitip giden
giz’li geçitlerini
kapandı demir kapılar
ellerim bir ahıra atılmış
eski bir yaba gibi şimdi
onlarla vedalaşamam
yalnız dudaklarımla
hoşça kalın diyebilirim
hoşça kalın dostlarım

Gözlerim yorgunsa
okumaktan
okumayan birine verin

Koşturdu yıllar boyu ayaklarım
durağan birine verin ayaklarımı

Susmadı yaşam boyu sesim
sesimi verin suskun birine

Çıplak depolarda
kütüklerde kaldı tevellüdüm
açmayın tozlansın kalsın
günışığı güller açsın
çocukların gülücüklerinde
günışığını onlara verin

Hep şiir yelleri esti başımda
aklı karalı günler geçirdim onunla
şairdi diye yazmayın mezar taşıma

Süleyman Okay
Süleyman Okay 1928 yılında Antakya’da doğdu. İlk şiirleri 1947 yılında Atayolu Gazetesi, Ürün (Adana), Kaynak (Ankara) dergilerinde yayınlandı. 1940’lı yılların ortasında sosyalizmi öğrendi. Tüm şiirlerine bu dünya görüşü damgasını vurdu. Daha sonra şiirleri Ataç, Yelken, Yeditepe, Yeni Edebiyat, Türk Edebiyatı Yıllığı (1964), Varlık Yıllığı (1964, 1965), May, Soyut, Dönem, Ilgaz, Hakimiyet Sanat, Ozanca, Yansıma, Yaba Öykü, Hatayda Önder, Güney Rüzgarı, Güney Uyanış dergilerinde yayınlandı. “Mermi Konuşuyor” (1980), Sevda Tutuklanamaz (Atak Yayıncılık 1988), Şakayık (Belge Yayınları 1995) ve Hoşçakalın Dostlarım (Belge Yayınları) adlı dört şiir kitabı yayınlandı. Ayrıca makaleleri ve gülmece yazıları da yayınlandı. İnsan Hakları Derneği ve Halkevi Antakya şube başkanlığı da yapan Okay, iki yıl önce 20 Eylül 1999 günü aramızdan ayrıldı.

2 yorum:

  1. Değerli kardeşim;
    Ben Arif Okay. Babam Süleyman Okay ile ilgili yazıyı 2001 yılınd SOL dergisine göndermiştim. Gerçekten bunu yayınlamanız bir vefa örneği. Sağolasın diyorum. Bir de güzel iki rastlantı üst üste gelmiş oluyor. Babamın ölümünün 10. yılı geldi. Ayrıca bu anlatıda adı geçen Yalçın Ergönül için yazdığım yazı yakında çıkacak.
    Kolay gelsin.

    YanıtlaSil
  2. Sağolun.
    Benim işin özel ve hatırlanması gerekn özel bir mektuptu. İöten ve samimi
    Size de kolay gelsin.

    YanıtlaSil