Sayfalar

29 Haziran 2009 Pazartesi

• Ve dediler ki, haziran bitmiş...

- Cehennem ateşi, dedi adam, yıllar sonrasını düşünürken birden
- Demek ki, dedi yanında ki kadın, şeytan evlatları dışarıdakiler
-…
Bir “yer”den…

Bu saatte ne yazacağımı tam bilemiyorum birçok bahsetmek istediğim konu olsa da hepsi yetersiz kalıyor. Şu an rakı içiyorum. (Hem de yeni rakı) Ve canım sigara istiyor. Alabilirim, ama şimdi gidip alıp gelmeye eriniyorum.

Nereden başlamalı… O kadar çok şeyi yazmak istiyorum ki bunların neredeyse bir kısmını aktarabileceğim.

İlk olarak bu küçük şehir (Ank. İst ve İzm. e göre) fazlasıyla hareketli. Birçok festival, konser, şu bu oluyor. Şu… bu… diyorum. Çünkü bunları burada takip edebilen insan sayısı çok sınırlı ve bu yüzden bana “elit” birer etkinlik olarak görünüyor. Diğer yönden belli bir kısmına katılmak bile iyi bir yekûn tutuyor. Bu yüzden birçok kişi ya indirimli ya da “free” etkinliklere katılıyor. İnsanlar böyle şeyleri kaçırmıyorlar. Çünkü bu herhangi bir görgüsüzlük değil paralarını boşa harcamamak olarak düşünüyorlar. Ve ya zaten kısıtlı olan bütçelerini bir şekilde ayakta tutmak zorundalar. Ha biraz da fazla entelektüel şeyler benim için. İnsanlar eğlenirken siz iş yapıyorsunuz. Yoksa kaçırmam çok “şey” adamıyımdır. Ama içten olarak bir şeylerin orada olduğuna inansaydım… Başka türlü yazabilirdim.

***

Kendimi dilimi yitirmiş gibi hissediyorum. Bu (Dostoyevski’nin mektubunda bahsettiği türden) üzülmek özlemek filan değil basbayağı insani bir durum. “Babil”in varlığına burada inandım. Düşünün işyerinde Meksikalı, Koreli, Japon, Endonezyalı, Çinli, Uygur, İranlı birçok kökten (esasında bir kökten) insanla çalışıyorsunuz ve kök olayı tuhaf geliyor. Fark ettiğim dil filan öğrenmiyorum. Mesela Kendimi bir suya kapılmış gidiyor hissediyorum ve insanın birinci dili yani beden dilinin ne kadar güçlü olduğunu anlıyorum. İkinci dilim zayıf ve şu anda üçüncü dilimle sizlere bunları anlatıyorum. İkinci dilimin zayıflığı anadilim içinde geçerli. Zamanımda çenemin düşüklüğü şimdi suskun yaptı sanırım beni.

***

Dünya üzerinde birkaç şehirde de aynı günlerde gerçekleşen “Car Free” etkinliklerini kısmen gördüm. Biraz da rastlantıyla diyelim. Örneğin bisikletleri ile çırılçıplak bir şekilde şehir içinde tur atan 250 - 300 kişilik bir toplam da buna dâhil. Bu çıplak mevzusu şaka ya da abartı değil. Basbayağı çıplak bisiklete biniyorlardı. Bana ilginç gelen “sadece” çıplak olmaları değil. Benimde sahip olduğum bir şeyin bana bu kadar yabancı gelmesiydi. Fotoğraf sorarsanız eğer: çekmedim. Gördüm ve yeter. Fotoğrafın insanları afişe etme ya da saçmalamak olarak geliyor. Onlardansa daha çok kendi bedenimi düşündüm. Her yaş-cinsiyet-milliyetten onlarca insanlar geçerken aklıma bunlar geldi. Bu felsefe yapma merakımla değil olduğum şeyi anlamamakla alakalı. Bu etkinliklerin devamı olarak irili ufaklı kimi şeyler daha gördüm ama çokta ilgi çekici gelmeyebilir. Ki kimi etkinlikler sırasında küçük bir mola bile vermeden beş altı saat çalıştım.

***

Burada tanıdığım dışarıdan gelen insanlar / öğrenciler bana ilginç geliyor. Bir tepe noktasından inenler, bir tepe noktasına çıkanlar bir de çizgiyi terk edenler var. Bu çizgi bir tür beklenti sanırım. (Ha ben çizginin neresindeyim dersem: bilmiyorum; beklenti olmayınca çizgide olmuyor sanırım. Özgün’de benim tatile geldiğimi söylüyor. Olabilir.)

***

Artık kimse bana “sulu gözlü” göçmen hikâyelerini dinletemez. Önceden de bildiklerim üzerinden kuşkuyla yaklaştığım bu durum burada iyice güçlendi. Göçmenlikte aşağılık bir yan var. İkiyüzlü burada çokça gördüğüm “o” insan çeşidi... Kimseye acımıyorum. Ne Batı, ne de Doğu sorun biraz “olabilmek” meselesidir. “Easy Rider”ı tekrar izlerken de hissettiğim bir şey. Belki burada gördüklerimde de karşılaştığım bir durum. Bir tür fırsatçılık ve bunu buranın yerlilerinden öğrendiler akıllılığıyla geçiştiremiyorsunuz. Yani ki bir duruma dair yaklaşımınız, tutumunuz bunlar öne çıkıyor. Burada aradığım insanın sanırım nesli çok az ve ya hep azdı ben daha iyi öğreniyorum. Sırf “ezilmek” üzerinden kimseyi tanımlamıyorum ve tehlikeli buluyorum. Yani bir zamanlar üzüldüğümüz Amerikalı zencilerin yakında beyaz kardeşleri ile ayrımcılığın en büyüğünü yapacaklarını göreceğiz. Ezilmişlerin çocukları geçmişleri unuttukları ve kendilerini ezenlerin çocukları ile karıştıklarında, ezildiklerini hatırlamayacak ezmeye başlayacaklar. Aşağılayacaklar, saldıracaklar… Yeniçağın faşizmi acı çekenlerin belleksiz çocuklarından çıkacak. Aynen buradaki bir kısım göçmenin birinci nesil çocukları gibi. Bu tabii çok sürmüyor çünkü iş hayatına atıldıklarında anne ve babalarının ne yaşadığını biraz anlıyorlar sanırım. Ama çoğu, anne ve babalarının burada hangi “aç gözlülükle” yaşadığını bilmediği için hala o ben “…..lıyım” mevzunu sürdürüyor. Bu bir suçlama değil. Suçlamak örneğin bir şeyi yapmanın suç olduğunu bilerek ortaya çıkabilir. Bu insanlarda yaptıklarını değerlendirebilecek etik kimi şeyler yok. Aptal demiyorum. Etikten kastım bir tür ideoloji. Hadi basitinden gidelim. Politik hiçbir tutum olmayınca insanın toplum ve olduğu yere dair koordinat çizmesi zorlaşıyor ve öyle ya da böyle güçlü olanın kontrolünde gidiyor. Her şekilde dinci, milliyetçi ya da solcu politikalar genelde güçlü olanla etkilenseler bile hep bir bağımsız siyasal çizgi iddiasındadırlar. Ve bu bir yerde görece bağımsız bir alan tanımlar kişiye. Bu olmazsa bir şey olmaya değil; güçlünün normlarına benzemeye çalışırsınız. Burada politik taraflar olsa bile bizdekine benzer bir güçsüzlük içinde. Yani bir tür çürüme, içe kapalılıkta yaşıyorlar. Özel ve tuhaf gündemlere kapanmış durumlardalar. Açıkçası gittikçe kaybediyorlar. Böylece bizim göçmenlerimiz ve evlatları ya birer köleye ya da bu düzenin güzel birer hizmetçisine dönüyorlar. Tabii her zaman kayıp olanlar ve muhalifler çıkıyor. Birazda doğası gereği bunlar az sayıda ve etkisiz oluyorlar.

***

Burada çalışma hayatı öğleden sonra 4 gibi bitiyor. Okulun altındaki kahve satan cafe saat sabah 7.30 açılıp öğleden sonra 3.30 da kapanıyor ve hafta sonları kapalı. Ama sahipleri muhtemelen yeterince kazanıyor demek ki daha uzun saatlere gereksinim duymuyorlar. Ne ala memleket diyorsunuz. Sadece öğle ve akşam yemeklerinde günde toplam 7-8 saat açılan restoranlar var. Ve 6'dan sonra birçok dükkan kapanmış oluyor.

***

Buradan bu kadar…

Türkiye’den hepi topu birkaç kişinin sesini hatırlıyorum. Yani ki bütün sesler bazen görüntüler silinmiş gibi geliyor. Vardı. Biliyorum. Ama izini bulamıyorum. Anladığım bende “o”nlara benziyorum. (Askerde de böyle olmuştu) Yine de bundan bile çekinmiyorum. Aptal bir yersiz yurtsuz lafına sığınacağıma: “Yer ne yurt ne” demeyi tercih ederim. Çünkü burası ya da başka bir yer her gelen için bir cehennemken bir şekilde yıllarını ömürlerini burada geçirip şikâyet etmenin bir anlamı yok. Bense, şimdilik tatildeyim “iş”ten bir şeyler hatırlamamam normal. Dönünce bakarız. Ben uyumaya gidiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder