Sayfalar

29 Ocak 2009 Perşembe

• Vancouver Kanada



Quenn Elizabeth Parkı tepesinden şehir merkezinin (Downtown) görünüşü
ocak 2009

22 Ocak 2009 Perşembe

Tabela Nr. 008

Ocak 2009
Nr. 008
Tabela

20 Ocak 2009 Salı

yine görüşürüz...


"Yine görüşürüz dostlarım benim,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . yine görüşürüz

Beraber güneşe güler,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . beraber dövüşürüz..."


Nazım Hikmet

• söylemek istediklerim için... uyumak...

olsa da bütün başlangıçlar sona kalsa
edip cansever

uyumak istiyorum... yorgu... num... hiçbir derde girmeden... ölü bir yerdeymiş gibi... uyumak... ama bir kabuk böyle kırılır ancak... bir dünyadan böyle çıkılır... yaşamak istiyorsam... ölüme en yakın olanı isteyebilirim... uyumak... her yol ayrılır... her gün aranır... çok haklı olan yenilir... ama geçmişte yenilir... ben yenilmedim bile... sen sus... bahaneler uçuşur... üzüntü çokluğunda övücüler gelir... yolortasında hesap görülür... uykulu girilir... sokak açılır eldekiler saçılır... hiçin içi dolaşır... şeye anlam gelir... uyunur... noktası olmadan gölgesi çıkar... bir noktaya karşı gölge gölgeliğine bakar... sonra nokta hiç olur gölge noktasız... gölge batarken güneş yerini bulur... kararır... bir varlığı yaşatan o büyük karşıtlar türer... sokağa saçılmış şekerler ezilir... aslında hep sevinç aranır... bulunur ve sotelenir... renkli bir kolye çürür... o bir kapı tokmağı parçası olacakken... cahil bir kolyecinin eline düşer... pencereler açılır... yerini bulmadan önce kapı silinir... perdelerin eteklerinden asılan çocuklar tabiy ki düşer... kafa sarsılır... film başa sarar... cahil kolyeci akrabaeşdostvetanıdıklar bulur... kapı tokmakları pahalanır... kolyeler ucuzlar... çok şey söylemedim size, der... birisi... söylemek istediklerim için... uyumak...

15 Ocak 2009 Perşembe

Kaş, Antalya • 2007


Tabela Nr. 007


Aralık 2008
Ocak 2009
Nr. 007
Tabela

Üstü Kalsın / Cemal Süreya

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...

Üstü kalsın.

Cemal Süreya • Yeni Yaprak Dergisi • Sayı: 13 • Ocak 1990

Sonrası Kalır / Edip Cansever

On kalır benden geriye, dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır.

Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır
Asıl bu kalır.

On yerde adam geçse geçmese
Dağlardan tepelerden inen bir düzlüktüm, anlaşılır.

Akşam olur bir günden dibe çökerim
Su içer dibe çökerim
İyimser bir duvarcıyım her gün bir tuğla düşürürüm elimden
Bu yüzden gecikirim
Size bu sıkıntı kalır.

Ne Kalır

Kahvelere de kalın kalın kayısı vakti
Dişleri kesmeyenin en az kayısı vakti
Dişleri hiç kesmeyenden
Gün geçer kendi kalır
Kahvelerde kayısı.

Gezginim, açık denizlerden yanayım
Biraz da Akdenizliyim, bu işte böyle kalır
Akdenizli herkes konuşur duyarlığını
Başka ne kalır
Biz ki bir konuşuruz geriye on şey kalır.

Benim göğüm gövdemin böyle yuvarlak vakti
Kolları açılmış kalır

Ben buyum, dersin, arkadaş
Sevgilim ben buyum
Yüreğim vurgun, dişlerim altın
Ceketim sol omuzumda
Vakit vakit incelen vakit.

Edip Cansever • Sonrası Kalır (1974) • Cem Yayınları

Onlar İçin Minibüs Şarkısı / Cemal Süreya

Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni;
Tecimendirler yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.

Cemal Süreya • Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) • e Yayınları

• Kenan "geç kalmış bir hesap"

Kenan: “Geç Kalmış Bir Hesap”

Bazılarının ölümüne inanmayız. İnanmadığımız kimi insanların vakitsiz ölmesi değil; ölebileceği ihtimalidir. Çünkü hayatı boyunca (neredeyse kırk yıl) sekiz yaşında kalmış bir insan nasıl ölebilir? Ölemez. “Kenan ölmedi sadece geç kalmış bir hesabı görmeye gitti.” 

Şehirden veya yurtdışından gelenleri taşıyan ‘Çiçek Abbas’ minibüsü köye girer. Ortalarda görünmeyen Kenan bu an’ı kaçırmaz. 

— Kenan geliyor!

— Dıt dada diı dıh dıat dıııt dada dııtt daah daha dı diittt dıttt dıttttttttt. Elindeki küçük çubuğu direksiyon olarak kullanır. Arabasıyla evlerin arasından meydana girer. Çubuğu bir elinde tutarken diğeriyle havalı kornaya basar. İnsanlar minibüse doğru ona bir yol açar. Kenan gelenlerin içine dalar. Direksiyonu pantolonunda kazak kemer arasına sokarak sıkıştırır. Gözüne kestirdiği adama yaklaşır. Eliyle ağzını silip gözüne kestirdiğini yakalar. Köylülerin ona baktığını gören adam kaçamayacağını anlayınca sorar:

— Kenan ne istiyon?

— Agı gı dı hıh yıyaa hagah… Adamın elini bırakmaz. Mal alıp satar gibi sallar. Çevredekilere sözleşme imzalamış futbolcu gibi bakar.

Adam cebinden kâğıt para çıkarıp uzatır. Kenan almaz. Hala elindeki adamın elini sallıyordur.

— Kenan alsana lan parayı. Adam parayı beğenmiyor!

Araya çocuklardan birisi girer.

— Abi kâğıt para almaz, bozuk ver ona. (Bazen de tersi olur tabii bozuk almaz kâğıt para alır.)

Kenan parayı cebine koyar, bu sefer başkasına gider. Bunu gören adam cebinden bozuk para çıkarır. Ama Kenan parayı almaz. El kol hareketiyle bir şeyler yapmaktadır. Gelenler bir şey anlamaz. Köylüler kıpırdanır. Gülenler çıkar. Adam huylanır biraz daha para çıkarır. Kenan yine almaz.

— Aaaaa haa aaaaa ahah… aaap… yaaap. Aahahahat… İki elini döşüne kavuşturup durur. Sonunda adam çevredeki köylülere sorar:

— Niye para almıyor? Herkes susar. Arada yaşlının biri çıkar ve:

— Kenan para istemiyor. Senin karına göz koymuş onu istiyor. Yarım saattir kendince onu gösteriyor. Sarıp öpüyor, der. Demesiyle adam bozulur. Adam, Kenan’a döner. Kenan kollarını birleştirip öpücük atıp duruyor. Artık hareketler anlam kazanmıştır. Kenan’a bir elini sallayıp onu kovalamaya çalışır. Kenan çekilir.
Köylüler adamı durdurur.

— Ulan o delidir. Onun aklı yerinde değil. Ona mı uyacaksın sen?

Adam bozuntuya vermeden çekilir. (İçinden “ah Alla'n delisi bir gün elime düşersin” diyerek tabi.) Kenan konuşamazdı. Anlamlı çıkardığı hiçbir lafı anımsamıyorum. Hırıltılar. Çığlık gibi boğazdan gelen bir sesi vardı. El, kol hareketleri kendine özgüydü. Ama biz ne dediğini anlıyorduk. O hep anlatırdı. İstediklerini, kime kızdığını, kimi sevdiğini, kime baktığını, kime küfrettiğini: “Aggı agaga adaga ahha…”

“Ula deyyus yine başladı.” 

İlkokula başlamamıştım sanırım 1985 ya da 86 yazıydı. Kenan çeşme başında biz çocuklara bir şeyler anlatmıştı. İstanbul’a gidecekti, bizi de çağırıyordu. Herkes bir çubuk buldu. Sonra Kenan çubukları bıraktırdı. Arabayı o sürecekti. Kendi direksiyonunu çıkardı. “Dürpprttt düüryttytt…” diyerek ağzından tükürük saçarak arabayı titretmeye başladı. Bir dolandı geldi. Motoru ısıttı. Yavaşlayarak önümüzde durdu. Araba rölantide olduğu için Kenan titriyor; ayağını yere sürüyor; gaz veriyor. Arka arkaya tutunarak sıraya dizildik. En öndeki Kenan’ın ceketinden tuttu. Yerinde titreyen araba harekete geçti. Kenan aldı başını gidiyor. Arada çok küçük olanlar düştü. Kenan köyden çıktı mezarlık altından yoluna devam etti. Ben de oralarda bıraktım. Taa aşağılara kadar indi. Bostandan gelenler Kenan’ı zorla çevirdiler. Çocukların bir kısmı ağlıyordu. İstanbul maceramız böylece bitti. Kenan üzgün, bağırıp çağıra köye girdi. Çocuklar ağlayınca onu çevirenler kızıyor. O da çocuklara sus diye işaret ediyor: "Ben mi kandırdım, onlar isteyerek geldi" demeye çalışıyordu.

Akşam bir hareketlenme oldu. Kenan yoktu. Eve de gelmemişti. Her yer arandı. En son görenler ağlayıp kızdığını sonra aşağılara doğru arabasını sürerek gittiğini anlattı. Motorlara binenler gittiler. İnsanlar meydanda toplandı. Bir süre sonra motorlar geldi. Kenan’ı karanlıkta aşağı köye yakın bir ardıcın yanında beklerken bulmuşlar. Motorun ışığı vurunca kaçmamış. Geceleyin ışık gören tavşan gibi beklemiş. Önce gelmek istememiş. Zorla bindirmişler. Yenilmiş olarak geldi köye. Yere bakarak eve götürdüler. Sonra Kenan çok denedi. Çok uzaklara da gitti. Ama hiç oradan çıkamadı. Bizi de çıkaramadı.

Ben şimdi Kenan’ın tek başına yolda olduğunu düşünüyorum. Kimileri onun öldüğünü söyleyeceklerdir. Öyledir, ölü gibi olanlar için Kenan ölmüştür. Ve biz köyden kaçmayı göze almış çocuklar için Kenan bir firaridir ve muhtemelen yollarda bozulmuş arabasıyla uğraşmaktadır. Kenan’ın içimize düşürdüğü uzaklara kaçıp gitme isteğiyle dağların ardına gitmeye çalışıyorum. Döndürseler bile, bir gün kimsenin döndüremeyeceği bir yola gidebiliriz, bunu biliyorum.

— Dıt dada diı dıh dıat dıııt dada dııtt daah daha dı diittt dıttt dadiii dıttttttttt. :-{o}

İsmail KAPLAN, 15 Ocak 2009 Perşembe





13 Ocak 2009 Salı

Türkiye Büyülü Hapishanem (Aforizmalar) / Yalçın Küçük

"Kendi halinde "insanlık" olur mu, diğer insanların görüp de teslim etmedikleri bir "insanlık" demek istiyorum ve olması gereklidir. Mutlak ve bağımsız bir "insanlık" dönüşülmelidir; atasözlerini, halk felsefesi cümleleri sayacak olursak, dilimizdeki "insan kıymetini insan bilir" sözüne baktığımızda bunun kolay olmadığını görebiliyoruz. İnsan bilmese de insan olmalıdır ve diğer insanlardan bağımsız bir insanlık olduğuna inanıyorum; bu, yaşama gücümüzdür."
***
Ben cezaevi sırrını Dostoyevski'de çözdüm; gardiyanlık insan iradesini kırma mesleğidir, diyordu. Tek kelimeyle dâhiyane; dâhi, çok hızlı görebilendir ve bu nedenle bazen görünmeyeni görendir. Hapsetmenin bir tek fonksiyonu var: bireyde istemeyi ortadan kaldırmak. Dün ve bugün, cezaevinin esansı budur ve bu da insanlık dışıdır (...) Şimdi o demir ranzaya bakıyorum, ne kadar çiçekli; her tarafını ve bu arada her tarafımı çiçekle donatmış olduğum anlaşılıyor. Bir tek burun deliklerimde çiçek yok; sanki duvar ve demirin cansızlığından, çiçekle intikam alıyordum. Hep çiçek istiyordum. Herkes çiçek istiyordu. Fakat, Dostoyevski, bir dâhidir ve hapishane, istemeye düşmandır.
***
İnsan doğasına en ters ilişkinin ne olduğu sorulursa, “hapislik” diye cevap veririm. Hapse konmanın insan doğasına son derece ters geldiğine inanıyorum. Bunun için de hapse konan bir insanın, vahşi bir hayvan ya da kudurmuş bir kedi türünden neden duvarlara saldırmadığına şaşıyorum. İnsan hapse konduğunda duvarları tırmalamalıdır; insanı böyle düşünüyorum. Böyle olmuyor; uygarlık, bir yandan insanoğluna en güzel soruları sormayı öğretirken, diğer yandan da en insan tepkilerden arındırıyor. Tersi oluyor ve “güzel” yatmak, erdem sayılıyor.
***
Hiçbir Siyasal içerikli davada hukuk hatası olamaz; siyasal içerikli davalarda hukuk hatası aramanın, düzeni aklama çabası olduğuna inanıyorum. Siyasal davalarda “hata” yalnızca bir görüntüdür. “Hukuk hatası” hep düzenin bir tonundan diğerine geçerken ortaya çıkıyor. Bunun uyarısı olması; “hukuk hatası” ortaya çıkan bir uyumsuzluğu gidermek için mevcut yasa ve içtihatların yetersizliğini sergiliyor; devletin çabalarını görüntülüyor.
***
Zor hapislik, güzel aşklar türünden, anatomi ve fizyoloji dersidir. İnsana kendi vücudunu öğretiyorlar. D-4 yerin bir buçuk metre kadar altındaydı, bir tek penceresi yukarıdaydı. Ancak sonsuz ve mavi gök’ü görmüyordu; pencereden bir metre ötede, hapishanenin dış duvarları yükseliyordu. Ranzadan inildiğinde, bu küçük koğuşun tuvaletinin kapısına adım atılıyordu. Çok rutubetliydi. Koğuş arkadaşım Şahin, sık sık sevk alıp hastaneye gidebiliyordu. Hapishanenin delisiydi; delilik raporu alarak az hapis yatmak istiyordu. Hapishanede çok insan deli taklidi yapar. Ben akıllı taklidi yapıyorum. Belki de bu nedenle ve çok iyi bir niyetle beni, yeraltına deli taklidi yapan Şahin’le birlikte kapattılar.
* * *
Yazdıkça yeni davalar açılıyor. Yüz bin yıl hapis yatma hesap ve ihtimallerinden bahsediyorlar. Bunun beni korkutması bir yana önemsediğim de yok. Benim buradan [hapisten] çıkmam yetmez; tek başına anlamsızdır. Biz çıkış kapısı olmalıyız. Önemli olan budur.
***
Öğrenme sevinci olmasa, bu mezar yaşanır mı?
Öğrenme sevinci olmasa, hapislik çekilir mi?
Öğrenme sevinci olmasa, mezarda ölüm yenilir mi?
***
Düşünmek şaşırmayla başlıyor; şaşırmayanların düşünebileceğine inanmıyorum.
***
Korku, insanı cüceleştirmek için gerekiyor. Cüce ve kör, köledir.
***
Erasmus’un Deliliğe Methiye’de çok güzel söylediği üzere, başkalarının aklıyla bilge olmaktansa kendi hükmümüzle deli olmayı tercih etmek durumundayız.
***
Yaşamak, bir dünyaya gözleri kapamalı ve bir başka dünyaya bakmaktır; yürek istiyor.
Yaşamaktan korkmak, yozlaşmak oluyor.
***
Mülkiyetin tabanında korku vardır. Korkunun kaldırıldığı bir toplumda cimri de özel mülkiyet de olmaz.
Korkak mutlaka cimridir. Özel mülkiyet, biriktirilmiş cimriliktir.
***
Özgür insan ahlaklıdır; özgürlük, bir eylemler demeti oluyor. Özgür olmayana ahlak gerekmiyor. Ahlaklı olmayan özgürlüğü ne yapacak; taş’ın bu yüzden ahlakı yok. Olmuyor
***
Her devrim, bir yeni bilgi teorisidir.
***
Toplum; devrimcilere, akıllı ve inatçı şizofrenler olarak bakıyor. Hep hapse kapatıyor ve fırsat buldukça başlarını vücutlarından ayırıyor.
***
Darwin, mağaraya konan bir insanın körleştiğini yazıyor. İnsanın gelişmiş türü olan “aydın”da bunun tersi oluyor: Karanlıkta gözü büyüyor.
***
Aydın yaratmaya yönelmeyen aydın düşmanlığı, gericiliktir.
***
Korkunun artması veya azalması toplumsaldır.
Bilim ya da politikada önemli olan varlık değil, artma veya azalmadır.
***
Teori, eninde-sonunda kurgudur.
***
Tekelci devletin hukuk yapısı, “suç oluşmadan önlemeliyiz” paranoyasıyla şekillendiriliyor. Bu yüzden Türkiye’de en kolay iş tutuklamadır. Tutuklayanın hiçbir sorumluluğu olmaz, yoktur. Suçsuz olduğunuzu sorgu yargıçlığında anlatmanız bile mümkün olmaz; tutuklama “suçla” değil “emare” ile ilgilidir. Tutuklayan suçun kanıtlarına değil işaretine bakar; tutuklamanın bir önlem olduğunu, itirazın mümkün bulunduğunu, suçsuz olduğunuzu mahkemede anlatabileceğinizi söyler ve tutuklar. Bir de sağcı bir hukuk öğretim üyesi pek yakında bir istatistik açıkladı: Türkiye’de tutuklamaların yüzde doksan beşinden fazlası beraatla sonuçlanıyor.

Bütün alıntılar: Türkiye Büyülü Hapishanem / Yalçın Küçük / Derleyen: Hasip Akgül, Duvar Yayınları, 1. Basım Eylül 2005, http://www.duvaryayinlari.com/

• Bir "Hata" Var!

Hata şu:

Kenan Evren,

Süleyman Demirel (işkence için bunlar “münferit olaylar” diyordu)

Tansu Çiller,

Mehmet Ağar,

Korkut Eken,

Necdet Menzir,

Hayri Kozakçıoğlu

Kemal Yazıcıoğlu

...

(Özellikle de 80 ve 90’larda Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sonra İstanbul’da Valilik ve Emniyet Müdürlükleri yapanlar)

Özel Timci Polisler

Çatışmada öldürdük dedikleri insanların yakın mesafeden (1 metre kadar) öldüren polis ve askerler

İşkencede öldürülmüş, yola kenarına cesetleri atılmış insanların katilleri.

Kimi komutanlar ve varlığı sürekli reddedilen JİTEM

Kimi siyasetçiler (özellikle komünistler cami bombaladı yalanıyla insanları topladıkları sinemada kendi tezgâhladıkları patlama ile Maraş Katliamına sebep olup sonra bunu Hrant Dink’in üzerine atmaya çalışanlar)

Yalçın Küçük’ün deyimiyle TİT (Turizm-İnşaat-Tekstil işine girip kara para aklayanlar)

Devleti milleti kurtardığını sanıp sonra her türlü pisliğin (kadın ticareti, uyuşturucu, silah, kaçak mal, rant, haraç toplama, vs) içine giren kurtarıcılarımız.

Bu ülkenin hiçbir sorunun üniformalıların (polis asker fark etmez) adaleti çözemez.

Arkalarında birlik içinde bir ülke değil acılarıyla yaşayan insanlar bıraktılar.

Sorunları çözmediler çözmekte istemediler sadece kan gölü bıraktılar.

Polis maaşıyla alamayacağı ama nedense nasıl aldığı bilinmeyen Jeepiyle kaza yapıp sonra davalarında hafıza kaybını bahane ederek “aklanan” İbrahim Şahin’le Yalçın Hoca yan yana durur mu? Durmaz burada bir “hata” vardır. Hata burada ama hata yok; çünkü bu davanın yukarıdaki isimlerle hesaplaşma amacı yok.

İbrahim Şahin ve şürekâsının kanlı ellerinin Yalçın Hoca’ya bulaşmaması bize bağlı hatayı değil tutuklanması gerekenleri göstererek yapabiliriz bunu ancak. Hatayı ancak böyle tersine çevirebiliriz.

Bu katil ve katliamcı sürüsüne sizlerde onlarcasını katabilirsiniz.

Yalçın Küçük'ün yerinde kimlerin cezaevinde olması gerektiğini paylaşın.

11 Ocak 2009 Pazar

• Esas mesele şimdi başlıyor.

— Bu dünya değişmez.
— Doğru, çünkü sen varsın.
Hissediyorum.
Belki sabahın köründe almak istediğim şey için sıraya girdiğim de çalan telefon da; belki aldığım o şeyi amaçsızca bir ay cebimde gezdirmem de. Sürekli gezgin ve yılgın halim de ve yine de nedense vazgeçmeyişim de. Bir şey beni hep itiyor. Aslında o şeyi biliyorum. (Anımsamak, 10 yılı, 10 günü ve yıllardır kafamda gezenleri)

2004’ten beri Ozan ile planladığımız; yaparız yapamayız dediğimiz işi kısmen başarmış sayılırım. Sırada Ozan’ın da bu eşiği atlamasını sağlamak var. Tabii o başka bir yere gitmek istemezse. İşlerim belli bir aşamaya gelmeden planlarım hakkında kimseyle çok konuşmak istemem. Kısmen bahsetsemde çokta ayrıntıya in(e)mem. Bu yüzden gidişim birçok kişi için sürpriz olacaktır.
Askere erkenden gitmek isteyişimin altında da: “Benim ‘hayatım’ bundan sonra başlayacak” düşüncesi yatıyordu. Kimileri geçmişlerini (ah tanrım! o ne mutlu güzel günlerdi) yerken kimileri geleceği ile kavga eder. Geçmişin tek çözümü gelecekte görünüyor. Askerlik bir durgunluk ve plan dönemiydi. Sonrasında da istediklerimi bir şekilde yaptım. Kitapçımız oldu. Mesleği icra ettim. Paramı biriktirdim. (Ne kadar yetersiz de olsa) Okuma ve yazmayı; belli bir düzene ve amaca sokabildim. Ne diyebilirim? Benim için hayat şimdi başlıyor. Kendi elimle açtığım bir yolda gidiyorum; bağımlılık duymayacağım, kendimle olacağım yol. Kimseye borçlu değilim. (kısmen kardeşlerim ve kimi dostlar hariç) Onlar da biliyor: İstedim ve yaptım. Şimdi bundan sonra esas mesele başlıyor.

Askerlik dönüşü köyde yaşlı bir karı-koca ile selamlaşırken bana dedikleri aklıma geliyor: “Yorulana kadar ara ki ölene kadar ayrılmayasın”. Bu söze amenna diyorum. Bulduğum gün öldüğüm gündür. Bu yüzden öğrenmenin cazibesi dışında bir şey görmüyorum. Yalnızlık bir tercih filan değildir. Bir oluş halidir. Kimileri birisi olmadan sokağa bile çıkamaz kimisi için o birisi hareketini engelleyen şeydir. Benim için engeldir ve ben birisi ile değil birileri ile uğraşıyorum. Bu daha çok oynaşmalı. Zamandan nefret etsem de onu çok seviyorum. Yürürken geride bıraktığınız yol bir kuyruk; bir kırbaç olup üzerinize şaklayacağı an… Bilmiyorum, ama bana çok şey çağrıştırıyor.

Beri yandan çürümekte var. Rus tarihi için söylenir ama bizim içinde geçerli olan bir şey diyorum: Kafa yoran insanlar için 30 yaş ölümdür. Buna da çok seviniyorum. 30 yaşında ölmek istediğimden değil. Alanın gereksiz bir kuru kalabalıkla dolmayacağından. İdealler büyük-küçük ‘söylemler’ biter ve hayat başlar. O çok bilgili abi ve ablalarımız; zat-ı muhteremler düzenin kevaşesi olurlar. Ne mutlu bize! Herkes bir arada eskiler ve yeniler; entelektüeller ve eylemciler; mistikler ve materyalistler; acı çekmişler ve çekmemişler; özel bir şey olanlar ve olamayanlar; asiller ve soysuzlar; onlar ve bunlar… Herkes bir arada, “gülümseyin!” Varolan yarım akıllarını kazandıkları geçmişlerinde suç arayanlar.

— Abi be bu fuko ne diyordu?
— Bırak bunları nasıl çok para kazanırız onu düşün sen. Siktiğim Fukosundan bıktım.
— Abi be Marks haklı diyorlar.
— Haklı oldu da ne oldu zengin mi olduk?
— Abi hani sen çok kitap okumuştun.
— Hayır, arka kapaklarını okudum bir de orda burda duyduklarımı söyledim.
— O zaman abi sen zengin olursun

Sanki insan istediği gibi yaşasaydı daha iyi bir şey olacaktır. Bana ol(a)mayacaktı geliyor. Kişinin bugünküyle aynıdır, öyle bir geçmişte de yeri. (Neyse, yol güzeldir, yolculukta.)

Hayat böyledir onca reklamcı, sanatçı, şarkıcı, gösterici, eskici, ezber bozucu, dansçı, hazçı, kasçı, askıcı, yazıcı, sazcı nereden çıkıyor sanıyorsunuz.
— Bu dünya değişmez.
— Doğru, çünkü sen varsın.

Hazırlanıyorum uzun bir yol beni bekliyor. Yolda olmayı seviyorum. Durmadan… Durmadan uzayan bir şey… Olacak en hayırlı şey. Hayalim Dünya’nın bütün sokaklarından ve yollarından en az bir kez geçmek. Geçip gitmek.

Yol bittiğinde esas mesele başlıyor olacak. Belki bu yüzden sevinçli değilim. Çünkü yine yorulacağım. Bu hem keyif veriyor hem de kaygı. Yaşamadan göremeyeceğiz. Dostlarımın, konuştuğum insanların sözleri bana kötü bir şeyi saklamaya çalışan iyi niyetle söylenmiş yalanlar gibi geliyor. Ama bu gerçekten daha çok yaralayabiliyor beni. Ben avutulmayı değil gerçeği duymak istiyorum. Karşındaki insana bir şey anlatırken onun gerçekten korkacağını, öğrenmek istemeyeceğini düşünmek büyük bir hakaret değil midir? Yani ki konuşurken ağzımdan temkinli cümlelerin çıkması normaldir. Böylece ayağımı sağlam basabilirim. Ve sanırım yine tek olacağım.

[Herkes ve her şey bu kadar kötü ve gülünç mü? Tabi ki değil, ama bu kadar büyük laf edip kuru, ruhsuz bir yaşamdan, düşünceden başka bir şey sunamayalar beni çıldırtıyor. Belki aynaya bakıyorumdur. :) Yoksa lafa gelince hepimiz… Hayatın içinde küçük uğraşları olan insanlar; toplum ve kişiler hakkında büyük laflar edenlerden daha ilgi çekici ve samimi gelebiliyor. Motive edici şey birinde dışında diğerinde ise içinde. Bu yüzden birisi kendine, diğeri başkalarına dair oluyor. Bir diğer şey de kendime dair 'dert edinmeliyim'. Kin, nefret, kıskançlık vs. meselesi değil dertten kastım. Benim için bariz görünen uyumsuzluğun ifşa edilmesi. Dert edinmeliyim yoksa benzeşirim ve bir yerden sonra... Her an kendime, dışımdaki şeyler karşı bir şekilde ‘eleştirel’ olabilmeliyim. Yoksa, korkularım kazanır.]

10 Ocak 2009 Cumartesi

Baykuş (Owl) / Albert Dürer



Baykuş - Owl / 1508 / Albert Dürer

[ Baykuşun
ince kumda bıraktığı izler
ve bir de bakışı ]

9 Ocak 2009 Cuma

• u z u n bir yola . . .

u z u n bir yola . . .
yolculuğa. . .
yolculuğa . . .


(ellerimle yaptım işte)

8 Ocak 2009 Perşembe

• Orhan Pamuk'un "Cevdet Bey ve Oğulları"nı Okumak

İstanbullu zengin bir ailenin üç kuşağını anlatıyor.

Roman 1905 yılında ilk kuşakla açılıyor: Nadir Müslüman tüccarlardan olan Cevdet Bey ve Jön Türk kardeşi Nusret ile. Cevdet'in eşi Nigar hanımı da bu kuşaktan saysak bile daha çok ikinci kuşakta sesi çıkıyor. Roman Cevdet'in evlenme telaşı, tüccarlığı ve abisinin hastalığı gündemi ile başlıyor. Nusret son kez oğlunu (Ziya - Işık) görmek istiyor ve yanına getirmesi için Cevdet'ten rica ediyor. Cevdet çocuğu görüşmediği akrabalarından alıp Nusret'in tiyatrocu Ermeni bir kadınla kaldığı pansiyona getirir. Nusret çocuğu geri götürmemesini ve onun yetiştirmesini ister. Nusret devrimcidir, Cevdet ise tüccardır. Cevdet sıkışır. Kayın babası, devrimcileri destekleyen arkadaşı Fuat arasında kalır. Nusret onu kendisi ile benzer bir kader paylaştığını söyler ama tüccardır ve daha çok yaşayacaktır. Nusret ise devrimcidir ve ölümü yakındır. Roman burada kapanır.

Ve ikinci kuşak başlar.
İlk bölüm Cevdet'in oğullarından Refik'in okul arkadaşı Ömer'in İngiltere'den mühendislik eğitimini tamamlamış olarak dönüş yolculuğunda tren de açılıyor. Tren tanıştığı kişiler aynı zamanda Cevdet'i Nigar Hanım ile evlenmesini sağlayan paşanın çocuklarıdır; Avrupa'dan dönmektedirler. Kafayı bulan Ömer bir "fatih" olma idealini açıklar.
Sonraki bölümde 1936 yılının kurban bayramında ilk gün aile yemeği için toplanan Cevdet Bey ve Oğulları ile başlar. Nigar Hanım gözünden anlatır. Aile saadeti oluşmuştur. Cevdet Bey ve oğulları Osman (eşi Neriman, Romanın devamında Refik'in okuldan arkadaşları Ömer ve şiir yazmaya çalışıp olmazsa 30 yaşında intihar edeceğini söyleyen Muhittin buluşur. Okul zamanı bol bol yaptıkları tartışmaları sürer. Herkes kendince ideallerini açıklar. Ömer Sivas Erzincan tren hattında çalışıp para kazanmak istemektedir. Muhittin ünlü bir şair olacak, olamazsa 30 yaşında intihar edecektir. Ömer çalışmaya Erzincan Kemah'a gider. Muhtar adında bir milletvekilinin kızı ile nişanlanır. Muhtar inkılâplara bğlı bir milletvekilidir. Muhittin şiir kitabını bastırır ama umduğunu bulamaz. Cevdet Bey bir yıl sonra yine bir bayram günü ölür. Bu ölümün ardından Refik bunalım kişiliği iyice ortaya çıkar ve evi terk eder Ömer’in yanına gider; burada 8 ay kalır. Burada Alman mühendislerden Rudolph ile tanışır ve tartışır. Bu sırada Ankara’da Teşkilat ve Kadro dergisi yönetmeni eski Marksist Süleyman Aytemiz ile yazışır. Ömer’in aldığı ihale bitince Refik ile Ankara’ya gelirler. Refik köy kalkınması üzerine bir kitap yazmış ve kendince görüşler geliştirmiştir. Kitabını bastırır, S. Aytemiz’le görüşür ama istediği sonuçları alamaz. İstanbul’a gelir. Ömer ise Ankara’da kalır. Bir süre sonra Kemah’a geri döner. Muhtar’ın kızı Nazlı ile ayrılır. Refik ise ailesinin yanından ayrılır ve karısı ile Cihangir’e taşınır. Bir yayınevi kurmayı hayal eder. Bu sırada karısı ikinci çocuğuna hamiledir. Kız kardeşinin nikâhına gider.
Nikah dönüşü karısına eğer yeni doğacak çocukları erkek olursa Ahmet adını önerir.

Ve geldik 3. kuşağa:
Ahmet 33 yaşına gelmiştir. Yıl 1970’tir. Paris’teki dört yıllık resim eğitiminden sonra Türkiye’ye dönmüş ve ailenin Nişantaşı’ndaki eski köşkün yerine yapılmış olan apartmanın kaçak çatı katına yerleşmiştir. Bir gün Babasının kuzeni olan Ziya ile tanışır ve ondan solcu bir askeri darbe olacağını öğrenir. Nigar Hanım artık iyice yaşlanmıştır. Refik bey on yıl kadar önce annesinin evinde ölmüştür. Karısı boşanmıştır. Sürekli okuyup çalıştığı odada kanserden ölmüştür. Ahmet evden çok çıkmaz bazen Nigar Hanıma uğrar. Bu arada arkadaşı devrimci Hasan gelir ona bir dergi projesinden bahseder. Dergi Tip ile MDD arasında olacaktır. Ardından ablası gelir. Oysa Ahmet dört gözle İlknur ile görüşmek istemektedir. Osman amcasının evinde yemeğe gider. İlknur’la buluşur ama aralarında Ahmet’in istediğinden soğuk bir konuşma geçer. İlknur Ahmet’e ilgisizdir. Ahmet babasının defterlerini karıştırır. İlknur eski yazı defterleri okur. İlknur’u eve bırakır ve gelir. Nigar Hanım ölür ve roman biter.

Cevdet Bey ve Oğulları / Orhan Pamuk / Roman / Can Yayınları / 3. Baskı Temmuz 1984 / 1. Baskı 1982 Karacan

Daha farklı bir şey düşünmüştüm ama biraz karıştı.

• Ama, işte bir dönemeçte

Ama ben bilirim
Ben bilirim de işte
– Hiç bir şey bilmediğimi de –
Bilip bilip iç çektiğim
Beklerken bir kararı
Karasızlığımı beklerken
Her şeyin geçtiği
Geçip giderken
Ele bırakılan
alınıpta kıyıya bırakılan
Bir dönemeçte
Dönemeyince
Başkadır açılan yolu insanın dönmeden giden bir şeyde
Ama, bir dönemeçte
Dönemeden giden bir şey içimde
Başka bir şey de geçip gitme de

6 Ocak 2009 Salı

• Dostoyevski Okumak

Beardayev, Dostoyevski yapıtlarını okuyanları Dostoyevski’ciler ve onu anlamayanlar olarak ayırır. Birinci grup Borges’in öykülerinde vurguladığı imgesi güçlü olan sözünü çağrıştırır. İmgesi güçlüden kasıt kitapta anlatılanları tam ve doğru anlamak değildir. Tam tersine anlatılanlardan kişinin kendinde yeni bir anlam ve kurgu oluşturabilmesi yani imgenin coşmasıdır. Tabii bunun imgesi güçlü herkes için geçerli olduğunu söylemek biraz güç olacaktır. Diğer taraftan kimi okurlar için Dostoyevski sürekli iç karatıcı bir ortamda hastalıklı ve olayların gelişimine müdahale edemeyen karakterleri barındıran, kasvetli sokaklarda ve evlerde geçen, anlamsız ve uzun diyalogları olan tam bir tımarhaneye düşmüşlük hissi uyandıran yapıtlar yazmıştır. Dostoyevki’nin okunma zamanını Herman Hesse şöyle açıklıyor:
“Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın onuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşamaya baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içerisinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık bir izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değirmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi, teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; anca o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” (Hesse, 1995: 11)
Tabii okuyucunun hazır bulunuşluğunda bir yetersizlik varsa Dostoyevski ya yavan gelir ya da kişiyi kötü bir şekilde dağıtabilir. Dışardan hiç ilgi çekmeyen, dikiş tutturamamış ama bununla övünmeyen birisiyle tanışıp konuşurken size şunu demesi tuhaf gelmeyecektir: “Hayatımın hatası 16–17 yaşımda Dostoyevski okumak oldu”. Bununla birlikte Yeraltından Notları’na bakarak Dostoyevski’de yeraltı (isteseniz underground deyin çok albenili olur) yaşantısı aramak yersizdir. Dostoyevski’nin yeraltı tabiri kalabalıkların arasında görünen ama gerçekte ise dışlanmış kişinin psişik sürecidir. Yoksa Dostoyevski’nin dostları az-çok sosyal bir çevresi, yapmayı sevdiği şeyler vardır. (Aynı şekilde bu Kafka içinde geçerlidir) Bu yeraltının dışa vurumu çılgınlık, tuhaf bir giyim-kuşam ya da yasak olanın peşinden koşma olarak değil ‘yazı’ olarak ortaya çıkar. Çoğu kişi için Dostoyevski’nin günlük yaşamı çok alelade görünecektir. Geceye kadar odasında gezen etrafın sessizleşmesini bekleyen bu nedenle gecenin geç saatlerde işine koyulan yalnızlığı seven biridir. Kendi başına kalmayı sevmektedir. Cezaevinden çıktığında da istediği tek şey insanlardan uzak olmak ve tek başına kalabilmektir. Zaten Perov’un yaptığı tablosunda tek başına ama güçlü bir duruş halinde görünür ve bu tablonun anlatımı yine Perov tarafından yapılan Turgenyev tablosuna göre çok daha güçlüdür. Resimdeki kişi hakkında bilgi sahibi olmasak bile karanlık bir mekânda oturan bu yeşil paltolu dingin görünüşlü adamı birden kalkıp gidecekmiş gibi hissederiz. Oysa orada oturmaktadır. Ellerini dizlerinde bağlamış kendi içine yolculuğu çıkmıştır. Belki de içinde dönen süreç onu her an harekete geçebilecek bir şekilde durmaya itiyordur. Anna Dostoyevski anılarında bu tablonun hazırlanışını anlatırken etkisinin ipuçlarını da veriyor:
“Aynı kış, [1871–72] Moskova resim galerisinin sahibi Tretyakov, kocamdan, Moskova’dan özellikle bu iş için gelen ünlü ressam Perov’a portresini yaptırmasını istemişti. Çalışmaya başlamadan önce ressam bir hafta boyunca her gün ziyaretimize geldi; her gelişinde kocamı farklı düşünsel ve ruhsal durumlarda buluyor, onunla konuşuyor, tartışmalar açıyor, bu sırada yazarın yüzündeki en belirleyici ifadeleri, özellikle kocamın sanat[ı] üzerine düşünürken yüzünün aldığı ifadeyi yakalamasını biliyordu. Denebilir ki Perov, Dostoyevski’nin yaratıcı anını yakalamayı ve portresinden yansıtmayı başarmıştır. Çalışma odasına girdiğimde, Fiyodor Mihayloviç’in yüzünde hep Perov’un portresindeki ifadeyi görmüşümdür: Sanki kendi içine bakar gibidir; o zaman hiçbir şey söylemeden çıkmışımdır. Düşüncelerinin içine öylesine gömülmüştür ki hiçbir şey görmez, işitmez, sanki odasına girildiğine inanmak istemez.” (2004: 179)
Portreyi birebir görmediğim için bende portrenin birbirinden farklı bu iki fotoğrafını da koyuyorum.
Dostoyevski Portresi / Perov / 1872 / Petersburg
Kaynakça:Hesse, Hermann (1994) “Dostoyevski Nasıl Okunmalı” Kitap-lık, Çeviren: Ahmet Cemal, S. 5
Dostoyevski, Anna (2004) Fyodor Dostoyevski Bir Yaşam - Anılar, Çev: M. Tahsin Yalım, Remzi Kitabevi

4 Ocak 2009 Pazar

• her ilişki biraz da kişinin fikrinin reddi değil midir?

- Siyasette kötü bir şeydir?
- İnsan ne kadar iyidir ki?

Kafa yormak için ideal bir laf şimdi..

Hiç bir şey değilse bile bu an çok mutlu edebiliyor insanı. Yapmak ve etmek kadar bir şey. "Varlığım varlığıma ve böylece varlığınıza armağan olsun." Artık dışına çıkıp zamanın yine de hareketin içinde kalmayı isteyebilirim. Size bir şey söyleyeyim: "Zaman yıkılmak gibidir kimilerince. Geçmiş yenir. Yendikçe tabiy yine geçmiş yenir. Tabiy eşşoğlueşşek nerden bulacak geleceği." Yarın ya da başka bir zaman işe gitmek gibidir. ... bitecek bir işe gitmek. Şafak saymak. Yeni planlar yapmak. İşe dalmak. Dalıp kaybolmak. Evde değil sokakta ya da kıyı köşede. Yine de fikir beyan edenin en güzel yenildiği yer ilişkisidir. Çürümüş toplum ya da o toplum varlığı gibi ilişkimizde bir güzel vardır işte. Ürüyor, hem de nasıl.

"Benim bakkalım üçkağıtçıdır" diyor kötülüyerek adamın biri.
Yanındaki ona "Niye o zaman alış veriş yapıyorsun?" diye soruyor.
Adam "Bilmiyorum!" diyor.
Benim içimden "sende en az onun kadar üçkağıtçısın" demek geçiyor.

Siyasette böyle sanırım. İlgilenenleri yaftalamak kolay oluyor. Onların her şeyi temiz ama siyaset kötüdür. İlgilenenler rezil. Şimdi siyaset dışı alan ne kadar 'iyi' ki siyaset bu kadar kötü.

Her ilişki biraz da kişinin fikrinin reddi değil midir? Ya da şöyle diyelim her ilişki reddedilenin kabülüdür biraz.

'Dışarda kar yağıyor'

Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı / Turgut Uyar

Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi.
Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. Neredeyse.
Bir çocuk ölür. Bir kadın hastalanır. Odalar bulutlanır.
Su içmekten. Uzak. Bir köfte kokusundan
İnsan
uzak
bir memleket havasından .
Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanaksız bir vidanın eşliğinde
Gece.
Hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi.
Üşümeyeceklerimizi

Kimilerine bir şarkı gibi gelir bütün bunlar. Oysa.
Bir kez daha söylüyorum üstümüze yağanları.
Uzuneski.
Olumsuz. Güneşlere aykırı.
Haziran mintanları.
Kopkoyu kent garları.
Alıp götürenler. Yerlerine konanlar.
Anladığımız ve.
Şaştığımız kalabalıklar. Bir korku.
Aşka benzer yalınlığı. Bir korku.
Semercilerin. Bakırcıların. Nalbantların. Arzuhalcilerin.
Kantarcıların ve demircilerin ve çilingirlerin.
Parmakçıların dinsizlik korkusu. Takunyecilerin.
Bir odada kalanların ölüm korkusu.
Bileycilerin, bezzazların ve ölü yıkayıcıların.
Ve pazarcıların. Gökyüzü korkusu.
Bütün garipliğiyle esnaf çarşılarının
ve uygunluğuyla ve yenilmişliğiyle
bir sancı gibi dolanır içimizi.
Yarı aç yarı tok dolaştığımız bir Ankara’da
Bir haşhaş gibi sanki. Bir acı su.
Bir yağmur cömertliğiyle Anadolu’dan
Dolaşır içimizi.
Onların akşamları.

. . . . . yaralı olmak
. . . . . yerinde olmamak
. . . . . uzun gecikmesi son kesinliğin
. . . . . bir sabah biliyoruz elbet neyi bölüştüğümüzü
. . . . . göz göze
. . . . . bakışınca. Biliyoruz.
. . . . . neyi bölüştüğümüzü.
. . . . . Konuşmasak da.

Şimdi tutalım bu diriliği artık. Zamanıdır.
Zamanıdır. Neredeyse kar başlar. Küçük kuşlar ölür.
Semerciler ve dilsizler ölür.
Seninle ben kalırız. Yeni bir yaşamaya.
Gökler ve kentler ufalır. Seninle ben kalırız.
O şarkı sanılanlar bir kavga halini alır.
Nerdeyse kar başlar.
Birini düşünür gibi oluruz. Biliyorum
Ellerin de üşür. Biliyorum ama
Isıtabilirsin onları. O ateşte.
Hazırsın da. Biliyorum. Ama
sana bir boyun atkısı gerek. Kış geldi.

Turgut Uyar • Her Pazartesi, 62–67 Notları • 1968

T: Şeytanın Saati / Fernando Pessoa


Mart 2008'de pasajlarını eklediğim "Şeytanın Saati"nin yeni baskısı Can Yayınları tarafından yapıldı.
Aşağıdaki kısa yoldan giderek okuyabilirsiniz.
Okumak için tıklayınız.

• • •
Çağdaş edebiyatın en kendine özgü kişiliklerinden Fernando Pessoa’nın ‘Şeytanın Saati’ adlı kitabı, yazarın büyü, mistisizm ve simya gibi hiç vazgeçmediği konuların bir panoramasını sunuyor.

NTV-MSNBC
Güncelleme: 14:16 TSİ 22 Ekim 2008 Çarşamba

İSTANBUL - Ölümünden sonra üne erişen yazarlardan Fernando Pessoa, 1935’te öldüğünde, sandığından binlerce sayfa metin çıkmış, çok geçmeden dünyanın en gizemli yazarlarından biri olmuştu. ‘Şeytanın Saati’ de Pessoa’nın ardında bıraktığı sandıktan çıkan metinlerden biri.

Bu kısa metin, yazarın önemli takıntılarının, büyü, mistisizm ve simya gibi hiç vazgeçmediği konuların bir panoramasını sunuyor nerdeyse.

Aslında eser, yazarın yapıtlarının belli başlı niteliklerini küçük ölçekte sunan bir bütün. Alaycı, kuşkucu Pessoa’nın gerçeği arama yolculuğunun bir parçası sayılabilecek ‘düşsel bir diyalog’.

Kendi adının yanı sıra, kendisinin farklı yanlarını yansıtan hayalî şair ve yazarların adlarıyla yazdığı yapıtlarıyla kısa zamanda birçok dile çevrilen Pessoa’nın daha önce ‘Huzursuzluğun Kitabı’ ve ‘Anarşist Banker’ gibi kitapları da yayımlanmıştı.

Portekiz modernizminin öncülerinden olan Pessoa, Milton, Shelley, Keats, Poe, Byron, Whitman, Shakespeare, Baudelaire’den etkilenmiş ve ilk şiirlerini, İngilizce olarak, 1905-1908 yılları arasında yazmıştır.

1912’de, ilk şiirlerini ‘Portekiz ‘Rönesans’ hareketinin yayın organı A Aguia dergisinde yayımladığında, simgeci şiirin ve ‘saudosismo’nun (geçmişe özlem) etkisi altındaydı. Aynı yıllarda, düzyazı metinler (Fausto, Epithalamium, O Marinheiro, Na Floresta do Alheamento, vd.), eleştiri ve denemeler yazdı.

1913’te, fütürist harekette yer aldı ve Sá-Carneiro ile birlikte Portekiz öncü edebiyatını başlatarak, ‘paulismo’ akımını yarattı.

Pessoa’nın farklı yazar kimliklerinin yansıması olan şair ve yazarlar, Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares aslında Fernando Pessoa’nın kendisidir.

“Vatanım Portekiz dilidir” diyen Pessoa, 30 Kasım 1935’te, 47 yaşında, Lizbon’da karaciğer hastalığından öldüğünde çok az tanınıyordu. Sağlığında yayımlanan dört kitabından üçü İngilizce olan (’35 Sonnets’, ‘English Poems I-II’ ve ‘English Poems III’) Pessoa’nın, Portekizce yayımlanan tek eseri ‘Mensagem’dir (1934). Dergilerde yayınlanmış birçok şiir, deneme vb. yazıları da olan Pessoa’nın, ardında bıraktığı elyazması fragman sayısı 25-27 bin arasındadır.

Pessoa’nın bütün eserleri 1942’de yayımlanmaya başlanmış ve 26 cilde ulaşmıştır.

Beni Öp Sonra Doğur Beni / Cemal Süreya

Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
–uykusuzluğun sütlü inciri–
kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

Cemal Süreya • Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) • e Yayınları

'Şimdi Utançtır Tanelenen' başlığıyla ilk yayınlanış:
• Papirüs Dergisi • Sayı: 1 • Haziran 1966 •

3 Ocak 2009 Cumartesi

Özür Diliyorum / Behiç Ak

Behiç Ak / 02 Ocak 2009 / Cuma / Cumhuriyet gazetesi
Denizcan'ın notu ile
Merhabalar,
Behiç Ak'ın "Özür diliyorum" kampanyası ile ilgili cuma günü Cumhuriyet gazetesinde çıkan karikatatürü ektedir.
Gündemdeki tartışmalarla ilgili mutlaka bakılması gerekiyor kanımca. selamlar
denizcan

1 Ocak 2009 Perşembe

Tabela Nr. 006


Aralık 2008 Nr. 006
Tabela

• Evet

Francisco Santis’in Uzun Gecesi (Humberto Costantini)'ni bitirdim. Kitap Arjantin'de yaşanan kayıp hikayelerinde yola çıkarak yazılmış. Francisco Santis en sonunda düzenli bir iş bulmuş muhasebecidir. 17 yıl sonra eski okul arkadaşı Elena onu arar ve bir buluşmaya çağırır. Bu buluşma onun gecesini (ve hayatını) değiştirir. Kitabı bitirdiğimden mi yoksa başka bir şeyden mi bilemiyorum, keyiflendim birden.
Yeni bir dönemeç diyemesem de bekleyişten de olabilir. Bir şeyin olması ya da olmaması bir insanı bu kadar sıkabilir. Neyse halim çıksın falim desem bile çıkacak her sonuç beni fazlası ile yoracak.

Elimize temiz bir kağıt ve kalem alıp küçük küçük yapılacakları yazalım. Sonra onları yaptık ya da geçtikçe silelim, çok güzel oluyor. Planlı olmak çok şey veriyor insana. Bir kere kişisel bir disiplin ve diğerleri. Şimdi daha fazlasını vermesini dilemiyorum. Kişisel disiplin yapmak istediklerim için bir araç olabilir. Bu yüzden disiplinli olmak tek başına bir anlam ifade etmiyor. Ama yapılacaklar için emek vermek, kafa yormak çok büyük anlamlar ifade ediyor.

Şimdi önümüze bakalım. Gündoğmadan neler doğar. Küçük bir değişiklik bile insanı coşturabiliyor.

hep beraber :-)