Sayfalar

30 Mart 2009 Pazartesi

Guatemala - Belize



kardeşimin

gezisinden

küçük

bir parça

:-)


biraz izinsiz oldu ama :-)

Renkli Topluluk / Vasili Kandinskiy (1866-1944)




Renkli Topluluk / Colorful Emsenble

Vasili Kandinskiy

(1866-1944)

29 Mart 2009 Pazar

• merhaba

Türkiye de iyi kötü bir seçim oldu ve ben "merhaba" demekten tarafım. Bugün Türkiye'deki seçimlerine bakarken ve bir süredir de yazıştığım insanların ruh hali böyle başlamak isteğini doğuruyor. Merhaba demek biraz rüyadan uyanmayı biraz da aramıza "hoş geldin" çağrıştırıyor.
Türkiye'de genel sosyalist görüş "hiç bir şey yapılamaz"a kilitlenmiş görünüyor. İnternetteki sosyalist haber siteleri bile girdikleri haberlerle "ilgilerini" gösteriyorlar. Hiç bir değerlendirme yok. Ülkede koca bir seçim olmuş doğru düzgün yorum yok. Bir iki haftanın geçmesini bekliyorlar sanırım. Denebilir ki:"Türkiye'deki seçim sonuçlarına bakmak bize bir çok bilgiyi verir ama siyasi olarak bağlayıcı değildir". Bu lafa söylenecek tek söz: "İş yeni başlıyor"dur. Türkiye sosyalist solun çok az bir oyu var. Ama Türkiyenin nüfunsun yüzde 8'i kadar olan aktif siyasetçi toplamın için bu toplam önemli. Türkiye'de süreçleri akp ya da chp'ye oy veren milyonlar belirlemeyecek. Ama örneğin önümüzdeki 1 Mayıs'a katılan her bir kişi siyasete yönverebilecek bir potansiyele sahip. Siyasi güç aktif siyasi toplam üzerinde kurulmuş hegemonya ile ilişkilidir. Yani aldığınız oyun dışında müdahale edecek kadrodur. Türkiye sosyalist solunun 80 öncesi kadro oranı ile bugünkü arasında bir fark yok sorun aktif siyasi kesim üzerindeki hegemonyadadır. Enseyi karatan şey politika denen süreci bir tür iyilik koşullarında çalışan bir mekanizma olarak düşünmektir. Devrimci politika denen şey günlük güneşlik günler için değil tam tersine bugünler için vardır. Yani "umut"un olmadığı yerde "devrimci politika" başlayacaktır. Yılmaz Güney'in dediği gibi "umut" zararlıdır. İnsanları beklentiye sokar ve onların devrimci iddialardan uzaklaştırır. Denebilir ki "devrimci politika" umudun olduğu zamanların işi değildir. Bilakis umutsuz zamanlarda devrimci politika yapılır. Bu an onun için vardır. Onun varlığı umuttur. Bundan insanlar ne kadar boktan yaşarsa o kadar devrimcilik oluru anlarsanız bir şey diyemem. Abartmak ya da kimseyi gaza getirmek için söylenmiş bir şey değildir. Tam katılımlı bir devrim olmayacağı gibi seçimlerde insanların oy verdikleri partiler Türkiye'nin kesin bir profili değildir. Çünkü il genel meclisi için verilenlerle belediyeler için verilen oylar çok farklıdır. Bununla birlikte Türkiye'de yobazlaşma sürecine engel konulmalıdır. Dün konuştuğum İran Komünist Partisi eski üyesi ile de benzer bir yere çıktık. Daha fazla politika ve irade lazım. Yani "demokrasicilik", "insan hakları" üzerinde artık az çok demeden "iktidar"ı istiyoruza geçilmelidir. Siyaset bunu için kullanılmalıdır. Yoksa kaderimiz uyuşuklukla geçecektir. Örneğin bia'da yayınlanan saçma akp askerle anlaştı diktatörlük kuruyor lafına takılmamak gerekmekte. Çünkü bia için ordu tukakadır ve bir zamanların özgürlükçü akp'si şimdi işbirliği yapmaktadır. Daha ne diyeyim. Avrupa Birliği fonları ile 'bagımsız medyacılık' ancak bu kadar yapılıyor.
Türkiye'de hala zordur. Türkiye'nin zor olması "Batı" gibi oturmuş olmamasıdır. Ve buradan bakınca "zor" güzeldir.

Helikopter kazasında ölen şahsiyet için:
İnsanların ölümüne sevinmiyorum ama yaptıklarını da unutmuyorum: 1978 yılında Maraş Katliamında, 1993 Sivas'ta insanların yakanlar ve onları alkışlayanlar, Hrant'ın arkadan vurulmasında, bu ülkenin en güzel bilim insanlarından Bedrettin Cömert'in ve oncasının katledilmesinde, Bahçelievler'de 7 Tip'li gencin katledilmesi ve diğer cinayetleriyle bu uyuşuk topluma neden olanlara, adaletsizliği savunanlara ağlamak bizim işimiz değil.

Bir diğeri 2002 seçimleri öncesi okulda topluluk çalışması yaparken tanıştığım sonra ara ara konuştuğum bir arkadaşımın aptal bir trafik kazasında öldüğünü öğrendim. Düşünüyorum şimdi çillerini, kızıl saçlarını ve gülmesini. 2002 seçimleri sonrası neredeyse ağlayacaktı. Konuşmuştum. Sonra sevinmişti. Orada burada sıkça karşılaşırdık. Drama kursuna giderken dernekte karşılaşmıştım. Orada çalışıyordu. Ne diyeceğimi, yazacağımı bilemiyorum...
En iyisi biraz dışarı çıkayım.

28 Mart 2009 Cumartesi

• TGIF

Mart'ın son günleri. Türkiye'de seçim var. Bu seçim bana 29 Nisan 1994 tarihinde yapılan yerel seçimleri anımsatıyor. Türkiye'nin kriz içinde olduğunu açıklamak için hükümet kriz sonrasını beklemişti. 1994'te bunun adı 5 Nisan Kararları olmuştu. Bu sefer toplu bir pakettense çok daha dağınık bir şekilde uygulanacak bir ekonomi politikası devreye sokacaklar. Yine de bir şekilde kendilerinin yıpratmanın en güzel yolunu seçecekler işte. Belki hayalciyim ama esas politik mücadele seçimden sonra ortaya çıkacak. Eğer kriz ağır bir şekilde yansımadıysa bunun sebebi seçimdi. Neden birkaç güne ortadan kalkacak. Bakalım ne olacak?

Burada hava yağmurlu diye çok seviniyorum. Yağmurdan çok keyif alıyorum. Ben mi tuhafım yoksa hava mı, bilemiyorum.
Bazı bitkilerin öyle bir kokusu var ki buraya koymak istiyorum ama imkan yok. Bu yağmur, bahar... filan insanın duyargalarını açıyor. Kiraz mevsimi geldi ya ondan sanırım.

Burada cuma günleri kutsal sayılıyor. Kutlama günü filan diyorlar. Başlık da biraz oradan geliyor: thank god its friday -tgif- Bizde ev arkadaşlarıyla Endozya mutfağını tanıma seferiyle bugünü kutladık. Bakalım o da nasıl olacak?
Bugünler de Japonların festivali var, aynı zamanda rock festivali önümüzdeki günler de kiraz mevsiminin kutlanması var. Çok şey var bu baharda... İnsanlar filan... Bir de benim tembelliğim olmasa iyi olacak...

Ev bulmuş birisi olarak bir nisan şakamı 15. kattan yapacağım. Ev arkadaşım bir Fransız ve adı da François (Fransuva)... Komedi gibi gelip beni buldu adam. İşte böyle bizim postacı geldi bakalım ne olacak.

:-)

26 Mart 2009 Perşembe

• Bir limana indim

• Zamanın uzaması, açılması, genişlemesi diye bir şey olmayacağını biliyorum. Zaman diye bir şeyin varlığından zaten şüpheliyim. Birçok uyarıcıya maruz kaldığımız vakit zaman çok uzun geliyor. Ama uyarıcı (burada ilgi çekici olan şey) azaldıkça zamanın hızlandığını düşünüyoruz sanırım. Artık bunu geçelim...
90'lı yılların ve hatta 80'lerin kafamda bu kadar yer ettiğini bilmiyordum. Hiç aklıma gelmeyecek şarkıları ve sözlerini düşünmek. Hakan Peker, Suat Suna, Tarkan ve daha niceleri… Aklın yavşakları… Çıktı bir bir… Sesin ve görüntünün fazlasıyla bön olması da tuhaf... Bir bahar günü güneşli bir günü anımsadım sürekli tuhaf bir şekilde oralara gittim. Neredeyse on yıl oldu… Sonra başka birkaç güne geçtim. Sonra hiç düşünmediğim yerlerdeydim. Neresiydi orası şimdi… Ne kadar çok şey varmış hatırlanacak. Hüzün dedim. Ya da sonrakinin öncesini aratması… Bir şeyin içe göçmesi gibi iki karşı kıyı birleşti. Şimdi ki zaman ve çocukluk… Arada bazı anlar.
İki kişi gördüm. Cebimden çıkmış gibi... Siyah bir karton kağıda beyaz bir kalemle çizilmiş gibiydiler. Bu iki kişi karşılıklı konuşuyorlar. Fernando Pessoa'ya benzettim birini bir an. Birinin elinde şemsiye var ve kolunda saati görünüyor: basit sade bir saat. Karşısındaki adam pipo içiyor. Konuşurlarken ışığın kendilerine yanmasını bekliyorlar. Karşıya geçmek istiyorlar. Üzerlerine ince sicim gibi bir yağmur yağıyor. Ne konuştuklarının bilmiyorum. Tam yanlarında kalabalık bir toplam var. Oraya yağmur yağmıyor ve onlar da kırmızı ışığın geçmesini bekliyorlar. Bir an adamlardan biri şunu düşünüyor onlar bekliyorsa bizim geçmemiz lazım. Tam bunu düşünüp bekleyen arabalarının önünden geçmek için hareketlenirken arabalar hareket ediyor. Yandaki bekleyen gruba yeşil yanıyor ve karşıya geçiyorlar. Bekleyen o iki kişi ise yanda kırmızı ışığı bekleyenlere takıldıklarını fark ediyorlar ama iş işten geçiyor. Başkalarının kırmızı ışığına bakıyorlar. Çok tuhaf. Sonra buradan dönmeliyiz diyor birisi.
Ben ona karşıya geçelim diyorum.
Hayır, buradan gitmeliyiz diyor.
Ben ona karşıya geçene kadar vaktimiz olduğunu. Eğer yanlış olduğumuzu anlar ya da fikrimizi değiştirirsek dönme olanağımızın olacağını söylüyorum. Her zaman bir başka yolu düşünürüm diyorum. Zaman ne kadar uzuyor. Neredeyim bilemiyorum.
Gülüyor. Paranoyaksın diyor. Senin gibisini görmedim. Nerede arıza var beni bulur diyor.
Yine gülüyor.
Nereden biliyorsun burayı diyorum.
Önceden geçtim diyor.
Bende geçtim diyorum.
İş görüşmesine gitmem lazım diyor.
Ben denize gitmek istiyorum diyorum.
Önce iş görüşmesine gidelim. Sonra gideriz denize diyor.
Tamam diyorum.
Bana fotoğraf çekmek üzerine olan kavgamızı anlatıyor. Bugünü unutma diyor.
Hangi günü diyorum.
Bugünü diyor.
Bugün değil. Yıl diyorum.
Saçmalama diyor.
Sonra birbirimize bakıp gülüyoruz.
Bekliyorum… Bekliyorum çıkmıyor. Biliyorum beklemeyi sevmiyorum.
Martıları, kargaları ve minik kuşları görüyorum. Bir an!
Kendimi yalnız ve denize yürüyor buluyorum.
Oraya gittim bir gemide açıldım. Rüzgârı, sisin içinde rüzgâr anlıma çarptı ve saçlarımı dağıttı. Suyun çarpışını, dalgaları gördüm. Sesini işittim. Sonra martı sesleri geldi. Sonra bizim aynı yeşil ışığa takılıp bir dört yolda döndüğümüzü tekrar hatırladım. Yeşil ışıklar bizi çembere sokmuştu. Ah dedim güldüm.
Bir limanda indim.
Bir limanda indim.
Bir limanda indim.

23 Mart 2009 Pazartesi

Jeanne Hebuterne - Amadeo Modigliani
























Amadeo Modigliani, portrait of Jeanne Hebuterne, 1918
























Amadeo Modigliani, portrait of Jeanne Hebuterne, 1919
2000 yılında hukuk fakültesinin arka odalarından birine gitmiştim. Amacım çizmek filandı. İlk gittiğim de beş altı kişi vardı ve çoğu Modigliani resimlerini yeniden oluştuyorlardı. Sonbahar güneşinin etkisiyle sanırım hiçte öyle basit olmadığını düşündüm, o uzun ve bükük boyunlu kadının resmini taklit etmenin. Hala öyle düşünüyorum. O kadının iki fotoğrafının ve gözlerinin de çizildiği iki resmini koyuyorum. Bir taraf gerçek bir an, diğeri bir kişi de oluşmuş olan bir hayal. Ben, evet, anı da seviyorum; ama şimdi hayali tercih ediyorum.

Fotoğraftaki kadın bilmem ama resimdeki kadın intihar edecek.

Sonra ne mi oldu?
Birkaç saat orada kalıp Cebeci'den Kızılay'a yürüdüm.
Hala o yolu yürümek isterim Sonbahar'da ya da Bahar'da ya da hayatta.
Sanırım bugün gittiğim parka yürürken hep bunu hep bunu düşündüm.
Ve ki o yolda yalnız olmayacağım.
Baki selamlar

21 Mart 2009 Cumartesi

• nerden nereye

Kimi arkadaşlar Issız Adam için: "Biliyorum bayağı bir film ama izleyince sonunda ağlıyorum deyince" fragmanlarını filan izledim 'youtube'dan. Bayağı izleyeni olduğunu biliyordum. Yeniden görmüş oldum. Fragmanları filan izlerken bildik bir yer gördüm. Şimdi filmle bayağı moda olmuş olan İpek pasajıydı. Bir yıl önce Mustafa'nın plakçı tükanı vardı bu pasajda. (Eğer, İstanbul'a gitseydim kitapçı-plakçı açacaktık birlikte :) Tam gördüğüm yerden kart almıştım. Sonra öğretmen Özgür'le Mustafa'nın plakçıdan ayrılmıştık. Pasajdan çıkıp Galatasaray Lisesi'nin orada kartları postaya vermiştim. Can yayınlarına uğramıştık. Burada bir çocukla karşılaştık. Özgür tanıştırdı. Çocuk deli anarşist bir çocuk... (ama sözde) Yolda yürüyoruz. Aylardan Ağustos, günlerden cumartesi olunca her yer tıka basa insanla dolu. Salaş bir mekâna götürdü çocuk bizi. Takılan da orta sınıflar ve bizler. Çocuk tavla oynayan iki kıza bakıp cinsel tekniğe dair düşüncelerini anlatmıştı. Cumartesi günü çapkınlık vakti demişti. Bir kaç üniversiteyi yarım bırakmış ve şimdi bir yayınevinde çalışan sözde entelektüel arkadaşımızın ağzında en aptal adama yakışacak lafları dinlemiştim. Hele ki varolanın pisliğine inan birisinden varolanın dilini duymak tuhaf gelmişti. Sonra başka bir yere gitmiş olan Özgür geldi. Şansıma birileri geldi çocuk kalktı. Bizde kalktık. "Bu çocuğun ne özelliği var, bir şey bildiği yok" dediğim de Özgür: "En azından kitapların adını biliyor" demişti. Kulakları çınlıyordur şimdi. Sonradan çocuğun güzel bir hemşire eşi olduğunu öğrendiğim de başka bir dumura daha uğramıştım. Ama işte bilmekle bilinmediğinin örneği ya da… Muhtemelen hemşire eşin maaşıyla yaşıyan büyük entellektüel şu an nerelerde acaba?

Şimdi canımızı niye sıkıyoruz bunlara ya da niye canımı sıkıyorum.
Rakı içmeye gidecek kimse yok mu ya da bira ya da votka ya da çay ya da Türk kahvesi… Hadi gidelim… Hadi gidelim…

Nerden nereye...

20 Mart 2009 Cuma

Koro • Edip Cansever

Ve umutlar sonsuzdur. Çünkü en büyük yaslar
En büyük ölümlerden sonra tutulur.

Edip Cansever • tragedyalar • 1964 • de Yayınevi

18 Mart 2009 Çarşamba

F • Ağaç İşleri





Bir daha gidebilirsem yeni fotoğraflar çekeceğim.

















16 Mart 2009 Pazartesi

• Zaman yaşatır; hayat öğretir

Kimse kendimi anlatmıyorum diye şikâyet etmesin, kendimi anlatmanın bir anlamını görmüyorum. Blogu kişisel yaşantımı anlatmak için açmadım. Eğer çok önemliyse söyleyeyim. Bir eve çıkmak ve ardından işe girmek dışında bir amacım yok şimdilik.
Yine de özel bir şeylerden bahsedelim: Gece kulübüne gittim.

Şimdi gelelim bu “night club” olayına. Gittiğimiz “nigth club” genelde erkek eşcinsellerin mekânıymış. Ama zamanla biseksüel, heteroseksüel ve lezbiyenlerin de mekânı olmuş. Yine de ‘gay’ ve ‘lezbiyen’lerin takıldığı özel barlar var. Burada gece kulübüne gitmek ile bara gitmek aynı şey. Yaşınız tuttuğu sürece kimse ahlak-mahlak demiyor.

Gittiğimiz gece kulübü filmlerdeki gibiydi: Sesler, ışıklar, sisler, tasarım… Ortalık elektro müzikle coşmuş dans eden insanlar ve yüksekteki platformlarda dans eden çoğu transseksüel dansçı ile bayağı hareketliydi. Bu arada kimisinin çok iyi dans ettiğini söylemeliyim. En azından hareketleri çok iyiydi ve neden kadın yerine daha çok “gay”lerin çalıştığını anlıyorsunuz.
Bana en komik geleni sanırım sarhoş kızlar ile ot içmiş tiplerdi. Çok komik dans ediyorlar ve kendi hallerinde bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Ortamda kadın erkek çeşitli milletlerden eşcinsel görmekte başka enteresanlık tabi… Eşcinsel diyorum çünkü en dikkat çekici olan onlardı. Ortama iki de bir salınan duman ve kulübün içindeki ot kokusu da başka bir hal yaratıyor. Kimi kadınlar İtalyan erkekleri, kimi erkekler brezilyalı kadınların peşinde... Erkeğin İtalyan’ı kadının Brezilyalısı buralarda pek makbul…

Biramızı içtik ve çıktık. Dışarıda hemen beş adım ileride buranın deniz soğuğuna rağmen kapı dibine açtığı yatağında uyumaya çalışan “homeless”i görünce bir şeylerden tiksindiğimi söyleyebilirim. Bu tiksinti ne bardaki insanlar ne de bir başkası. Bu saçmalık olabilir. Homeless olanlar için “junk” -çöp- diyorlar. Kaybedenler, “loser”lar ve tutunamayanlar… Ne derseniz.(*) Bir daha hayata dönemeyecek çoğu. Çünkü iş yapma kabiliyetlerini kaybetmişler. Neden dönemeyecekler derseniz. Kullandıkları uyuşturucu ve kimyasallar yüzünden beyinleri iflas etmiş durumda.

Burada “marihuana” içmek serbest ama satmak ve almak suç… Yine de rahatça sokaklar boyu ot kokusu ile gezebilirsiniz. Poliste oralarda oluyor. Arabayla giderken bile hissediyorsunuz. Evsizler süpermarket arabalarına topladıkları eşyaları getirip satıyorlar. Sizde içlerinden geçiyorsunuz. Kadın erkek birçok insanın nasıl çökmüş olduğunu görüyorsunuz. Elinde kaykayı ile kırk yaşından büyük insanlar görünce tuhaf geliyor. Zamanın modasına çok uymamışlar. Hala gençliklerinin modasıyla hayatlarını sürdürüyorlar: 7o'ler, 80'ler, 90'lar...

En son gittiğim gece kulübü aptallık ötesi bir yerdi. Yine de gözüm hep birindeydi. Lanet olsun insanlar ne kadar birbirine benzeyebiliyorlar. Bari giyim kuşam benzemesin. Erkenden ayrıldık. Sonra kahve içmek için oturduğumuz “burger”ciye bir anda barlardan çıkanlar akın etti. Ve ulusal kimliği düşündüm. Gelen erkek ve kızların çoğu birinci kuşak göçmendiler. Aile kökenleri karışık Vietnam’dan Mısır’a kadar bir dünya insan var. Ama bunların görünce tiksindim. Tam anlamıyla yozlaşmışlar. “Canadian” kültür denilen anglo-sakson kültüre o kadar özenmişler ki karaktersiz şeyler görüyorsunuz karşınızda. Yani böyle biriyle sevişseniz ne olur. Hepsi birer Paris Hilton ya da bir playboy olmak için birçok şeylerini verebilir. Dünya denen bu cehennemde ne olduğu umurların da bile değil. İşte evrensel insan. Sadece ulusal düşüncenin yok edildiğin de ortaya evrenselliğin çıkmadığının örnekleri oluyorlar benim için. Bu nokta ciddi olarak bir sorunsal ve iyi bir kafa yormak gerekiyor.


(*) Türkiye’deki kimi üniversite öğrencilerinin öğrenim hayatlarında dillerinde düşürmedikleri o “loser” “kaybeden” “tutunamayan” tipine fazlası ile ters bu evsizler. Buradaki gerçek; Türkiye deki özenti! Türkiye’dekiler üniversite bitince düzenin en sevgili evlatları oluyorlar, buradakiler hiçbir şey değiller. Ama bizimkiler sanırım öyle olduklarını düşünce çok bir şey olduklarını inanıyorlar. Böylece kendilerini çılgın ve sıra dışı görüyorlar ama çılgınlık 19. yüzyılda vardı. Şimdi çılgın olmanın hiçbir özelliği yok. Tabii, birilerine para kazandırmak dışında…

Aklıma nedense bir şey geldi. Bir yıl önce bir kız öğrenci yanındaki arkadaşlarına utanmazca okuduğu grafik bölümünün ne kadar havalı olduğunu söylüyordu. Yanındaki makine, endüstri mühendisliği ve dişçilik okuyunca bölümün havasından geçemiyordu. Ama birkaç yıl sonra dalga geçtiği insanlar çok iyi işlerde çalışırken o asgari ücretli ve tacize uğramayacağı bir iş bulursa çok şanslı olacak. Çılgın olmadığını da bir güzel öğrenir. Çünkü ne kadar çılgın da olsa toplumun ona verdiği para kazanma, evlenme gibi sıkıntıları fazlasıyla hissedecek. Ve bunu hissettiğinde aslında özel biri olmadığını herkes gibi bir hiç olduğunu anlayacak. Zaman yaşatır; hayat öğretir.

11 Mart 2009 Çarşamba

• Ariel Dorfman

Dün akşam Ariel Dorfman'ın anlatılarıyla oluşturulan bir belgesel izledim. Belgesel Şili'de gerçekleştirel 11 Eylül 1973 tarihli Finoşe darbesi üzerineydi. Çok bir şey anlamasam bile fazlası ile ilgimi çekti. Aslında Tarık Ali'nin konuşmasını dinliyordum ama takip etmek o kadar zordu ki vazgeçim. Belgeseli görünce hemen zıpladım. Kurgu Dorfman'ın politik macerası üzerinden oluşturulmuştu. Arjantin büyükelçiliğine sığınışı ardından Arjantine geçişi, oradan Paris ve son olarak Amerika. Tuhaf olan darbeyi yaptıranların ABD olması ve darbeye maruz kalan kişinin en sonunda Amerika'ya gitmesiydi. Belgeselin kimi yerlerin de Dorfman'ın bayağı etkilendiği belli oluyordu. İngilizcesi çok iyi ve akıcı. Zaten konuşmacıların birkaçı buna vurgu yaptı.
Darbe ardından Şili'ki gelişmeler de birbiri ardına işlenmişti. 1987 seçiminde Finoşe yenilgiye uğratışlarını ve sonrasında yaşanaları da anlattı Dorfman.
Dorfman'ın konumunu düşündüm. O, bir şeyler anlatmaya Finoşe'yi sevenler ve yaşananlar üzerine yorumlarda bulunuyor, ama...
Belgeseli izledikten sonra Ariel Dorfman'ı ne kadar içten bulsam da bir şeyi çok sorgulamadığını düşündüm. Bağımsızlık: yani hala Amerika'da yaşıyor ve iki ülkeli olmuş durumda. ABD olanaklarına resti çekemiyor. Bu da büyük bir sorunsal olduğunu düşünüyorum.
Yine de burada hissettiğim şey insanların politik olması gerektiği. Bunu bir ölçüsini vermem imkansız olsa da sıradan faşizme karşı tek çare politik kişilikte görünüyor. Politik kişilikte sırf eylemci bir kişilik algılanmaması gerekiyor. Bir tür uslamlama becerisi... Geçen gün konuştuğum Sırp gibi buradaki çoğu insan için birkaç şey dışında politikadan bahsetmek zor. Ama politik olanları yok mu, var. Yalnız çok dar alanda kalıyorlar.
Düşünmek gerekiyor çokça zaman az da olsa düşünmek ilginç geliyor.
Anlatmak ise şimdilik imkansız.
Bu arada bahar, bahar geliyor.
Nedense bahar da bir heyecan var.
Kendinde bir zaman gibi
Sizi öldürenlerin aczi gibi
Finoşe'nin şişmiş cesedi gibi
Aşağılayıcı geliyor,
Asil ve soylu olana nanik yapıyor
Bahar Finoşe'den iyi bir gübre elde edebilir.
Etmelidir.

10 Mart 2009 Salı

• Besame Mucho

Dün akşam ev arkadaşlarıyla salsa çalıştım.
Salsa hocamız olan Meksikalı kıza "besame mucho" yu dinlettim.
Parçayı hemen tanıdı.
Güldü.
Anlamadım.
Sonra anlamını bilip bilmediğimi sordu.
Bende "bilmiyorum" dedim.
O an sadece bir şey söyledi
"so much kiss"
-"daha çok öp" diyebiliriz-
Şakının eskiden beri söylenen bir parça olduğunu söyledi.
İspanyolca konuşulan diyarlarda çok ünlü olduğunu da öğrendim.

8 Mart 2009 Pazar

• Beklemek senin en büyük düşmanındır

Bugün Pazar,
Aslında şimdi tam da film izleme zamanı. İşler var ama bekleyebilir.
Geçen hafta Özgün'le birlikte iki film izledik:
İlk ki "oldboy" (2004, Chan-Wook Park) tek kelime ile dehşet bir film diyebilirim. Uzakdoğu sinemasının Amerikan sinemasından farklı bir zaman ve süreç düşüncesi var. Bu ne demek dersiniz kişilerin eylemlerini yansıtışı düz değil ya da zamanların karıştırılması da değil. Şimdi bunu açıklaması zor gelse de düzensiz dağınık ama bütün geldikçe daha büyük anlamlar kazanan bir dizilimi var. Her parça özgün ve anlamlı kendice ama... Buna benzer bir farklılık Avrupa sinemasından daha önce Sovyet sinemacılar yaratmıştı. En çok Tarkovski de ve öteki Sovyet sinemacılar da var sanırım.
Gittikçe Türkiye'de izlediklerim ve burada Özgün sayesinde Kore sinemasına dalıyorum. Şimdilik saçma olanı zorlama aracı olarak sinemayı, ardından basit olanı anlatma amaçlı olarak sinemayı ve bir hiç olarak sinemayı düşünelim. Sonra bir şey ortaya çıkabilir sanırım.
Bu açıdan Orsan Welles özeldir. Hiç film izlememekle övünürmüş. "Bay Arkadi" hem kitap olarak hem de film olarak güçlüdür. Basit gibi gelir ama polisiye mecara tipinin ilkerindendir. "Yurttaş Kane" hala özel bir yapım. "Ben film izlemeyi değil film çekmeyi seviyorum" demişti. Haklı geliyor. Kişide cevher ya da onu açacak cesaret yoksa bilmesinin bir anlamı olmuyor. Bir tür entellektüel memur oluyor. Ve insanlara boş havasını atıyor. Hemen suçluyor "okumadan yazılmaz, izlemeden çekilmez..." (Tabii saçmalığı da cidden saçmalık oluyor.) Evet, bunu herkes biliyor; ama içtenliği olmayan kuru ezber mi yoksa ruhu olan kendinde bir şey mi bu hayatı anlatabilir?

Boş olanın dışı güzeldir. Ama her dışı güzelin içi boş değildir.

Oldboy'dan alıntılanmış iki nacizane sözü buraya alıyorum:
"gülersen, bütün dünya seninle birlikte güler..ağlarsan tek başına ağlarsın..."
ve
"hayalin senin en büyük düşmanındır... hayalin olmadığı zaman en cesur sen olursun.."

Hayal yerine beklemek diyorum... Beklemek ve beklenti en büyük yok edicidir... Hayalinizi de ancak ona çabalayarak yok edebilirsiniz... Sonra yuvaya dönülür... Film çekilir ve başka işler yapılır bir yere oturup çayınızı içersiniz... Şimdi yaptığım gibi...

Diğer filmi fazla anlatmayacağım sadece adını yazacağım ki önerme gibi bir durumum yok. İsterseniz izleyin derim: Apocalypto (2007) Yönetmen : Mel gibson Senaryo: Mel Gibson ve Farhad Safinia
Haa unutmadan filmden bir naçizane söz "Yeni bir başlangıç için..."

Not: Bu arada girdi biraz "bekle beni" şiirine ters oldu ama sonradan fark ettim.

5 Mart 2009 Perşembe

• Sonra görüntü çekildi gitti

İlk geldiğim günlerde televizyonda yerli bir adamın resimleri üzerine bir program izledim. Anladığım kadarıyla adama bayağı önem veriyorlar. Ben "ne olacak sırf yerli diyedir" diye düşünüyordum. Programın kapanışa yakın adamın yaptığı resimlerden biri dikkatimi geçti sanırım en fazla üç beş saniye kaldı. Resimin o üç beş saniyesi bile benim için yetti diyebilirim. Bir yerli kadın yere oturup yatağa yaslanmış ve elindeki işine dalmış. Kadınla soba arasından pencereye yöneliyor güzünüz. Bayağı geniş camları var. Dışarıda kar yağmış ve birkaç ağaç görünüyor. Açık bir alan.Ve pencerenin yanında bir çocuk camın kenarına dayanmış ve dışarı bakıyor. Anlatamadım sanırım. Ama o çocuğun dışarı nasıl bir hayal ve merakla baktığını; o annenin işine neden o kadar daldığını düşündüm.
Sanırım eylem sinemanın ve an fotoğrafın işi oysa hayal imgesini katmak her zaman resimle başlıyor.
Sonra görüntü çekildi gitti.

Birde ekşi sözlükte ki bazı başlıklara çok takılıyorum. Bir örnek:
insanin kendi cocukluguna verecegi ogut
Evet. Hepsini okudum.

3 Mart 2009 Salı

• Japon ve Kore Yemekleri

Kore ve Japon yemeklerini yedim. (Özgün saolsun)
İki yemek kültürü de benim için bilinmedik çeşitler.
imdi diyebilirim ki benim bildiğim anlamda yemek kültüründe bir yerleri yok.
Kore yemekleri tatlımsı geldi diyebilirim. Yosun ve soya iki kültürde çok kullanılan malzemelerden. Bizdeki gibi yemek yanında bir çok küçük şey servis ediyorlar.
Yediklerim çok bilinmeyen tatlar ve hazmı da zor. Ama içkileri güzel. Soji (Soçu) ve Saki içtim. Sanırım ikisi de pirinçten yapılıyor. Soju Çin, Kore ve Japonya'nın ortak içkisi. Saki sadece Japonya'nın içkisi ve sıcak servis ediliyor. Hint yemekleri ise bildiğiniz gibi vejeteryan. Burada kimi yemek ve soslar da ananas kullanıyorlar ve felaket tuhaf bir tat veriyor. Japon yemeklerinde Suşide kullanılan ilginç bir yemek sosu var. Soya sosu ve içine bir şey karıştırıyorsunuz çok ağır bir tat veriyor. Japonlarda yemekleri süslemek özel bir sanat. Gelen salatalalar da kızartılmış yengeç parçaları ve ilginç sebzeler vardı. Salatanın ve suşinin üzerine balık yumurtası serpiştirilmişti. Ne kadar anlatsam da yetersiz. Çünkü bir ton ayrıntı var. Karides kızartma ve her yemeğin yanında içilen çorbalarından içtik. Sonra suşi tabağında olan ginger denen bir şey var ki yanına bile yaklaşamadım. Kokusu felaketti. Ginger haşlanmış sebze gibiydi. Yine de bu yemekler yemeyi öğreneceğim sanırım. Onları alışkın olduğum türe benzetmek istemem. Yoksa hep burger yerim.

Kardeşimin notu:
Japon yemekleri bire-bir :)
Benim çok sevdiğim bir yemek kültürleri var. Genelde bilinen "sushi" ve "sashimi" olarak değil diğer yemek ceşitleri de mükemmel. "sushi" denilince aklına "ekşi" gelsin çünkü adını sirke ile yapılan pirinçten alıyor. Eğer elle özenle hazırlanan küçük lokma şeklindeki pirincin üzerine bi parça çiğ balık eti (genelde bizim bildiğimiz anlamda çiğ değiller) konulmuşsa buna "nigiri" deniliyor. Lokma şeklindeki pirinci küçük bi parça yosuna sarıyorlar ve üzerine balık yumurtası koyuyorlar.
Eğer "sushi roll" veya "roll" sa bunu da pirincin kagıt gibi ince bi yosun tabakasının üzerine yayıp değişik maddeler ekleyip dürüm haline getirilmesiyle yapılıyor.
"Sashimi" ise sadece özenle kesilmis balık parcalarına verilen ad. Bazı balıklarin üzerinde sarımsak, zencefil. yeşil soğan koyabiliyorlar lezzet icin veya onlarin sert tadlarini azaltmak için. Tabağına konulan her ürüne büyük bi özen gosteriyorlar, kompozisyon çok önemli, nasıl sunulduğu çok önemli, damak tadı kadar gözede hitap etmesi gerekiyor yaptıklari her şeyin. Genelde ying yang felsefesi var; anlamı zıtlarin birliği, acı ve tatlı, sert ve yumuşak... aynı lokmada.
Sushi, sashimi ve nigiri yanında tabakta bi de "ginger" zencefil (genelde turşulanmış oluyor ama iyi yerlerde pahalı balıkları sunarken taze rendelenmişini de sunuyorlar) ve "wasabi"acı turp ( turp cinsi, genelde yeşil renkli, tazesi cok pahali olduğu için tozunu suyla karıştırıyorlar, yine iyi yerlerde tazesini bulman mümkün ama ayrı ısmarlaman lazım) sunuluyor. Wasbiyi soya sosuna karıştırabilirsin veya her lokmanın üzerine azıcık koyabilirsin. Zencefil zaten mukemmel...
Bildiğime göre 'wasabi' ve 'ginger'la sunulmasının nedeni çiğ balıktaki bakterilerin insana zararsız hala getirilmesi ve hazmi kolaylaştırması.
Bir de "edamame" (haşlanmış soya fasulyesi) masaya getiriliyor coğu yer de, bizde ekmeğin gelmesi gibi. Sadece içini yemen gerekiyor ;)
İMutfak kültürü mükemmel bi yol insanları birleştirmek için. İnsanlarin tek barış yaptıkları yer sofra başı bence...
Posted by Picasa