Sayfalar

8 Eylül 2008 Pazartesi

►Converse Darbesi / İsmail (Bukka) Kaplan

Bu yazı Sınırda Dergisi'nin Ağustos / Ekim 2008 tarihli 11. sayısında yayınlanmıştır.
Allende, askeri darbe sırasında, ölümünden dakikalar önce kimliği bilinmeyen bir fotoğrafçı tarafından görüntüleniyor
“Korumam gereken politik hak, bir özne olma hakkıdır”
Roland Barthes, Camera Lucida

Birazdan silah seslerini duyacaksınız…

11 Eylül 1973 tarihinde Şili’de, “geliyorum” diyen ABD destekli Pinochet (Finoşe diyesi geliyor insanın) darbesi oldu. Ülke, bir anda katliamların sıradanlaştığı bir hapishaneye döndü. Darbe sürecinde katledilen insan sayısının 3 binden çok fazla olduğu söyleniyor. Bazı insan hakları kuruluşları bu rakamın 10 bine yakın olduğunu belirtiyor. Darbeden sonra Şili’den süreci belgeleyen çok az fotoğraf çıkarılabilmiştir.

Baktığımız fotoğrafta bunlardan birisi. Gazete haberi için mi, yoksa propaganda amaçlı mı çekildiği bilinmiyor. Propaganda diyorum; çünkü şiddet karşıtı olan ve sosyalizme barışçıl geçişi savunan bir ülke başkanını elinde silahla çekmek, darbenin gerekliliğini savunmaya yeterli kanıt olabilir.

Fotoğrafta binadan çıkan kişileri gruplar olarak görüyoruz. İlk bakışta göze çarpan öndeki silahlı iki kişi muhtemelen koruma. Bu iki kişi tarafsızmış gibi geliyor. Bize karşı solda duran adamın kolundaki beyaz bant da ‘göz’den kaçmıyor. Tarafsız olmaktan kasıt, belki bir duygusuzluktur… Şöyle diyebiliriz: Öndeki iki kişi kendilerine dair bir şeyi göstermiyorlar, mesleklerini icra ediyorlar. Ellerindeki silahlarla uyumsuz görünmüyorlar. Diğer taraftan arkada mesleklerini icra etmektense kuşkulu olduklarını hissettiren iki kafayı görüyoruz. Geri durmak istedikleri düşüncesi uyanıyor. Kapıdan hafifçe başını uzatmış olan üniformalı adam “ne var ne yok” diye bakıyormuş gibi… “Köşeden silahlı birileri ya da bir tank çıkabilir.” Oysa öndekiler başlarını yukarı kaldırmışlar. Onlar da yukarıdan bir şeyler bekliyorlar. Belki baktıkları hava kuvvetlerinin uçakları değil de karşı çatılar olabilir. İki grubun ortasında yer alanlara baktığımızda sanki bir heykel sergisi var. Sanatçı tuhaf bir iş yapmış. Kendisi heykellerinin formuna girmeye çalışmış; ama çok canlı; hala heykel özelliği taşıyamıyor gibi: Hareketli ve heyecanlı. İçeriye uzayarak; kapı ile duvardan yansıyan ışık, bunu biraz daha arttırıyor. Belki de bir heykel değil de, bir oyun sahnesinin açılışında ciddi; ama biraz heyecanlı oyunculardan birini görüyoruz. Burada ilginçlik nedir? İliklenmiş ceketi, kazağı, kemik çerçeveli gözlüğü, ceket cebindeki mendili ile muntazam bir şekilde “işinin başında” olması gereken bir adam… Ama başına bağlamadan yamukça oturttuğu çelik başlığı, elindeki otomatik silahı, “işinin başında” olması gereken adamla bir tezatlık oluşturuyor. Yine de karşımızda görüyoruz; belli bir ciddiyet ve sıkıntı haliyle…

Bu fotoğrafta Allende, örgütü ile ilişkisi kesilmiş bir “özne” durumunda. Bir hafta önce 800 bin kişilik bir miting düzenleyen Allende, bu sefer tek başına özne olma hakkını kullanacaktır. Özne için en trajik an budur: Zorunluluktan, bile isteye ölüme gitmek. Bu ölüm ‘an’ı öncesi fotoğraf bize katlanılmaz geliyor, çünkü bu fotoğrafın sonrasının (ne kadar yetersiz bilgide olsa) ölümle bittiğini biliyoruz. Öldürülmelerinden çok kısa bir süre önce çekilmiş bu fotoğrafta katlanılmaz olan, bu sürece müdahale edemeyişimizdir. Allende ve yanındakilerin belli bir süre direndiklerini biliyoruz. Farklı kaynaklar da bu çatışmanın 40 dakika ile 3 saat arasında değişen bir zaman diliminde sürdüğü belirtiliyor.

Genel kanı Allende’nin çatışarak öldüğü üzerine. Bu fotoğrafla birlikte, otomatik silahla nişan aldığı görünen başka bir fotoğrafı buna kanıt olarak gösteriliyor. Öte yandan darbe taraftarları ve ülkelerinin bu istenmeyen, ama zorunlu darbe ile çok şey kaybettiğini düşünen utangaç mülkiyet savunucuları, darbeye neden olan Allende’nin intihar ettiğini savunuyorlar. Ama biz bu fotoğrafta intihar edecek bir başkanı görmüyoruz. İntihar etmiş olsa bile, bu Allende’nin kişiliğinden bir şey götürmüyor. Yalnızca darbecilerin ‘biz öldürmedik o kendini öldürdü’ savunusunda bu intihardan bahsediliyordu. Son yıllarda kimi Allende taraftarları da bu iddianın doğru olabileceğini söylüyorlar.
İntihar etmiş ya da çatışarak ölmüş olsa bile görmüyoruz. Allende’nin ölümü sonrasına dair güvenilir çok bir bilgi yok. Bir dönem çalıştığı ve halkını tanıdığı “morg”a bile uğramadığı muhtemel. Yine de başka türlü bir hikâye kurmak istiyoruz. “Allende kazandı! Unidad Popular(Halkın Birliği) kazandı!” demek geçiyor içimizden. Ama biliyoruz. Yine de ‘politik’ hayal gücü bunu başka türlü yazdırabilir. Berger’in ifade ettiği gibi: “Bakmak bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne –her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da- ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiştir olur. İnsanın bir şeye dokunması demek, kendisini o şeyle ilişkili bir duruma sokması demektir” (Berger, 2004:8). Bu yüzden zaman ve mekân ne kadar uzakta olsa da elimizdeki fotoğraf bir tarihe, bir ülkeye karşı ilgisiz kalamayacağımız bir sorumluluğu getiriyor. Berger’in bahsettiği gibi ‘ulaşabileceğimiz bir alana’ getirilmişlik hissi veren o kişinin yanında olmak istiyoruz.

Komünistlerin “insan haklarını” bir silah gibi kullandığını söyleyip binlerce insanın ölümü, sayısız kayıp, işkence ve tecavüz vakasının nedeni Pinochet geliyor ekrana. Unidad Popular yenilmiştir; artık ABD ve İngiltere’den engellenen her şey ithal edilir ve ABD şirketleri eski haklarını geri alır. ABD bunu elde etmek için bir diktatörü beslemiş; seçimle iş başına gelmiş bir sosyalist hükümete karşı darbe yaptırmıştır.

Belki en trajik hikâyelerden biri Şili Stadyumu’nda insanlarla birlikte Venceromos’u (Kazanacağız) söyleyen yerli müzisyen Victor Jara’nınkidir. Stada toplanan insanlarla Venceromos’u (Kazanacağız) söyleyen Jara’nın parmakları gitar çaldığı için kırılmış ve daha sonraki süreçte öldürülmüştür. Cesedi birkaç gün sonra Santiago’nun çevre yolunda bulunmuştur. Tabii, mülkiyetlerin ve ABD’nin kutsal geleceği adına... Şili Stadyumu’nda ve işkencede öldürülen insanların çoğu hava kuvvetleri uçakları ile okyanusa atılmıştır. Bu stada 2003 yılında Victor Jara adı verilmiştir. Ama bizde hala Kenan Evren Lisesi, bir de ilk kez ‘darbe karşıtı’ olduğunu öğrendiğimiz birileri var.

Aylardan Eylül
“Tarih her zaman belli bir şimdi’yle onun geçmişi arasındaki ilişkiyi kurar. Demek ki şimdi’den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.” (Berger, 2004:11)
Tarihi işletenlerin makinesi çalışır ve yenilenlerin tarihi, kazananlar tarafından yeniden yazılır.[1] Bir anda kaderci bir anlayışla karşılaşırız. Bu o kadar sade bir kaderci anlayıştır ki, şöyle seslenir: “doğdunuz ve ölüme gidiyorsunuz, bu kadar.” Başka bir şey yapmak yok. Reklâmları izleyin, alış-veriş yapın ve modayı takip edin… Herkes için modamız var; yoksullar, zenginler, orta sınıflar, kaybedenler ve entelektüeller için uygun, aykırı modalar. Çokça dillendirilen birey, tarih ve olanlar karşısında bir hiçtir. Her biri “biricik” olan yaşantılar yoktur. Biricik olan tek şey, ölümlü ve bir örnek olan hayattır. “Herkes ölümlüdür ama herkes aynı hayatı yaşamaz” diyemeyiz. Sadece, “evet öleceğiz“deriz. Ne de olsa bütün ayaklanmaların, ihtilallerin, devrimlerin sonu mutsuzlukla, diktatörlükle bitmedi mi? İnsanın varolanın dışına bakışı mühendislik suçlamasıyla karşılaştığı kadar varolanın ikiyüzlülüğü mistik tasarımcılık icatlarıyla coşkunca desteklenmedi mi?

Fotoğrafa bakıyorsunuz; idam edilen insanlar ve fotoğrafın altında bir not: “Ayaklanma bastırıldıktan sonra.” Başka bir görüntüyü izliyorsunuz; yolu keser bir şekilde durmuş, üzerinde onlarca mermi izi olan kapısı açık bir araba, yolda birbirinden uzakta duran, elbiseleri çıkartılmış iki ceset. Cesetlerden yola kan sızmış, görüntüyü izlerken arkadan gelen ses, biat etmediler dercesine görüntüyü dikizlettiriyor. Kaderimize bir şeyler daha işliyor. Fotoğraf sonrasının ne kadar istenilmeyen bir şekilde bittiğini gösterse de oraya nasıl gelindiğini göstermiyor. İstenenin dışındaki her arayışın sonu mutsuzluktur başlığını atıyor. (Mutluluk nedir?) Öleceğizdir; ama arayış bize erken ölmeyi/öldürülmeyi getirecektir. (Geç ölmek nedir?) Belleğimiz böyle bir beslenmeden ne kadar kurtarılır. Bellek için fotoğraf iyi bir belgedir. Belleği efendilerince, onların iyi ücretli hizmetlilerince oluşturulmuş insanlar için ‘kuşku’ yoktur; her zaman iktidarca verilen doğrudur kabulünün iknası vardır. Önemli olan altında ne yazdığı, ne dediğidir.
Birçok açıdan günlük politik kullanımdaki fotoğrafı okumak insanda birçok kaygıya neden oluyor. Öncelikle çarpıtma amaçlı olmasında kişinin fotoğraf ile kuracağı bağın pek de iç açıcı olmayan bir karartma ile sonuçlanacağını düşündürtüyor. Çarpıtma ve karartma öncelikle kamuoyu oluşturmak amaçlı yapılırken süreç içinde uygulayıcılar için kendinde bir amaç edinmekte ve her ‘şey’ buna göre değerlendirilmektedir. Bu karartma kaderci anlayışa hiçbir şekilde mani olmaz. Dünya tarihindeki bütün “eşitlik ve özgürlük” arayışlarında sonuç, sürecin önüne geçiyor. Bakın sonunu görüyorsunuz, hepsi ölümlü. Ya öncesi?


Özne denen şeyin ne iş gördüğünü düşünüyorsunuz. Baktığınızda benzer şeyleri tekrar eden, aynı ufuksuzluktaki düzen partisinin hizipleri durumundaki iktidar ve muhalefet siyasetçilerini izleyen bir ülke insanını görüyorsunuz. Ne kadar aynılık görünse de onun dışında bir farklılık vardır. Aynılıkları bu yazıya sığdırabiliriz; ancak farklılıklara kısaca değinebiliriz. Özne, aynılıklarını bildiği kadar farklılıklarından doğabilir. Bu durumu birbirine karşı kullanmadan aynılığın bir arada; ama daha fazlası ile farklılıkları görünür olması gerekiyor. Özne, kendini ve tarihle bağını/ilişkisini birilerinin vesayetine bırakmayacağı gibi, bir burjuva modası olan ideolojisiz şeyliğe de sığınamaz. Özne olmak, akli olanla belli bir hissiyatı da taşımaksa, özne karşılaştığı veya zorunda bırakıldığı süreçlerde taraf olacaktır. Bu taraf, günümüzde düzenin çok reddetmeyeceği ayrıksı ve çılgın bir vektörler bileşkesi değildir. Özne için aşırı olan bu ayrıksılıktan ötededir ve bu öte yer, kendini gerçekleştirebileceği düşüncesi ile cazip gelecektir. Darbeye neden olan ve açıkça destek veren ABD’nin Dışişleri Bakanlığını da yapacak olan Nixon’ın dış politika uzmanı ve Nobel Barış Ödülü sahibi Kissenger ne diyordu: "Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir." ABD için istenilmeyen kaderini, tarihini dolayısı ile toptan vesayetini bırakmayan öznedir ya da kendi vesayetini eline almak isteyen halklardır. İstenilmeyen “converse” düşüncesine biat etmeyenlerdir.

Türkiye’yi düşündüğümüzde, NATO üyesi bir ülkede, ABD’ye rağmen darbe yapılamaz. ABD ile birlikte ve ya ABD ile uyumlu bir darbe yapılır. Çünkü darbecilerin ufukları genelde varolanın (mülkiyet düzeninin) ötesine geçemez ve kimse mülkiyet kutsayıcısı ‘babadan’ uzağa düşmek istemez. Bu nedenle ülkemizde gerçekleşen darbelerin akabinde askerlerce ülkenin NATO’ya ve Hür Dünya’ya bağlılığı açıklanırdı.

Orta Sınıf Çocuklarına Converse, Emekçi Bebelerine Mekap


Politik olan ahlaki olandan uzak mıdır? Ya da politika da ahlaki olanı çökerten ideolojiler mi, yoksa kişiler midir? Açıkçası bu ayrımı yapmak ne kadar kolaydır?
Gerinirsiniz, gerinirsizin… (Şimdi ayağınızdaki ‘mekap’ı mahallenin çocuklarına göstermek isteğiyle mi yoksa topa vurmak için mi gerindiğiniz meçhuldür.) Topa vurursunuz; sahada bir anda toz toprak birbirine karışır. Ağlayanlar, kavga edenler, mızıkçılar, düşüp orasını burasını yaralayanlar, kol ve bacaklarını kıranlarla bir maç daha biter. Ayakkabınızı çok eskitmeden ayrılırsınız toprak sahadan, okullar açılacaktır ve daha oynanacak çok maç vardır. Aslında ayağınızdaki ayakkabının modası geçmektedir. Üstüne üstlük birkaç yıl sonra da kimi gerekçelerle iyice kullanımdan düşecektir.
[2] Eve gelirsiniz; masadaki ”devrimci” dergide sonradan öğreneceğiniz Şili darbesinin yıldönümü yaklaşırken kapaktan verilmiştir. (Devrimci yayıncılık biraz da böyledir; onların yazdığı tarihe karşı kendi tarihini dillendirmektir.) Radyodan gelen bir ses şunu söylemektedir: “Ben çocuklarıma her şeyi okuyun; bir ideolojinin, politikanın kurbanı olmayın, tercihinizi siz yapın, diyorum. Ne demişler: ‘Doktrinler uzlaşmaz, insanlar uzlaşır’.” Darbe bunu öğretmiştir kimilerine. Aslında darbeciler o kadar haksız değildir. Ne de olsa darbe öncesi kan gövdeyi götürüyordur. Utangaçça, “Bu son darbeye neden olanlar, 12 Mart kurbanları kadar masum da değildir” savunusu yapılır. Geri gidiş olmayınca çocuklarının kendileri ile aynı kaderi paylaşmasını istemeyen orta sınıf aileleri tuhaf bir kuşak yetiştirmişlerdir. Her düşünceden otlanan ama kendisi olamayan bir kuşaktır bu. Ortada fazlası ile eklektik olan düşüncelerini çeşitlilik/çoğulculuk/ farklılık adına kutsayan, varolan politik dili çirkin bulan ve öğrendikleri doğruları artık piyasaya çıkaran bir kuşaktır. Ülkelerine dair bir şey yapmak istediklerinde ise kendilerini temsil eden simge, (belli bir ironi oluşturmayı geçtim; ti’ye almak amaçlı bile olsa) hiç de bu ülkeye ait değildir. Şayet böyle bir niyetleri olsaydı, sarı çizme daha çok yakışırdı. Her şeyi ti’ye alan orta sınıf, şimdi ülkede dönen politik süreci de ti’ye almaktadır. Kendilerini olabildiğince günlük yaşamın içerisinde ve sıradan görmektedirler. Kullandıkları simgenin kökeni, ABD’li bir şirketin ayakkabı modelidir.
ABD’li şirket demişken; Unitad Popular iktidara geldiği tarihten itibaren, ABD ve İngiliz şirketleri/devletleri tarafından iktidarı düşürmek için planlar yapılmaya başlanmıştı (FUBELT projesi).
“ABD, Unidad Popular iktidarını barışçı yoldan düşürmek için muhalefetin kampanyalarına yaptığı parasal desteği, [kamyoncuların başlattığı, teknikerler ve küçük esnafında katıldığı] bu boykotlar sırasında en üst düzeye çıkarmıştı. O kadar ki, CIA’nın kamyoncular grevini desteklemek için ülkeye soktuğu, karaborsada 5 kat fazlasına bozdurulabilen 8,8 milyon dolar tutarındaki para, iki ülkenin nüfus oranları göz önüne alındığında, reel olarak Nixon’ın seçim kampanyasında harcadığı paranın 20 katı ediyordu.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (STMA), Cilt 5,1988:1465)
Bunun nedeni ABD ve İngiliz şirketlerinin ülkedeki (özellikle bakır madenlerindeki) varlıkların Unitad Popular iktidarı tarafından Şili halkı adına geri alınmasıdır. Bu geri alma ve uygulanan ekonomik program ile bir anda işçi ve yoksulların gelirlerinde gözle görülür bir düzelme gerçekleşmiştir. Bir yıl sonra (1971) gerçekleşen seçimlerde Unidad Popular oy oranını yüzde 36,3’ten yüzde 49,75’ çıkarmıştır. Fidel Castro’nun dört haftalık Şili ziyareti, emperyalistleri iyice tedirgin etmiştir. ABD’nin uluslararası piyasalarda bakır fiyatlarına ve alımına yönelik uygulamaları Şili ekonomisini zorlamış ve karaborsacılığı patlatmıştır. Bununla birlikte, darbenin eşiğinde, Temmuz 1973’de tekrar greve giden kamyoncuların bu eylemi, bütün bu desteğe karşın, “başlatılan halk seferberliği yüzünden” başarısızlığa uğramıştır (STMA, 1988:1465). CIA destekli birçok suikast düzenlenmeye başlanmış, karışıklıklar artırılmıştır. Ülke bir iç savaş durumuna çekilmiş, Allende’yi ilk elden terk eden orta sınıflar “özel mülkiyet” düşmanlarına karşı ABD propagandasına katılmışlardır. Burjuva yasallığı içinde kalmakta ısrar eden Allende, mülkiyet dokunulmazlığına dair açıklamalarda bulunuyordu. Bu sırada Allende destekçisi işçiler işyerlerindeki üretimi engelleyen karşı-devrimcileri kovuyor ve işyerlerini kendi öz-örgütlenmeleri ile üretime geçiriyorlardı. ABD için en korkutucu olan bu kitle hareketliliği idi. Hıristiyan demokratların başını çektiği sağ partilerin toplandığı Demokratik Koalisyon, askeri, anayasal düzeni korumak için müdahaleye çağırıyordu. Darbeden on sekiz gün önce (23 Ağustos 1973) Henry Kissenger Şili’yi ziyaret etmiş ve Pinochet ile görüşmüştü. Her şey hazırdı. Her yıl düzenlenen eğitim tatbikatını paravan olarak kullanan Pinochet 11 Eylül sabahı iktidara el koydu. (1988: 1468)

Ordunun kendine karşı ihanetini gören Allende radyodan yapabildiği son konuşmasında askerlere içtikleri andı hatırlatıyordu. Halkına veda konuşmasını yapıyordu. Bir rivayete göre Fidel Castro’nun Allende’ye bir darbe olacağını haber vermiş, Allende’nin ise orduya güvendiğini ve darbe olmayacağını söylemiş; ama başkanlık sarayında çatışırken “Fidel sen haklıymışsın” demiştir. Allende’nin güvenmesi boşuna değildi; ancak darbeye karşı olan askeri yetkililere karşı CIA destekli suikastlar düzenlenmiş ve darbe yapacak olan Finoşe’nin önü açılmıştır. İlginç bir şekilde Türkiye’de de siyasi kriz sonucu normalde Genelkurmay başkanı olacak ordu komutanları emekliye ayrılmak zorunda kalmış ve kutudan Kenan Evren çıkmıştır.
Darbeden sonra Türkiye’de (hem de internetsiz dolayısı ile ‘bir tık’sız bir zamanda) Şili’ye olan ilgi artmış, dergilerde özel sayılar ve Şili’deki sürece dair kitaplar yayınlanmıştır. 1976 yılında TİP, “Şili ile Dayanışma Gecesi” düzenlemiş, bu gecenin plakları basılmıştır. Bu kadar ilginin nedeni yakın dönem 12 Mart muhtırasını atlatmış Türkiye solunun başka bir darbenin de çok uzakta olmayabileceğini düşünmesiydi. Dönemin sol hareketleri Şili ile bir keder ve kader birliği görüyordu. Bu malumun ilanı 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de gerçekleşti; Şili Darbesi’nden yedi yıl bir gün sonra. İki darbenin de tipik özelliği işçi haklarına ve işçi örgütlenmelerine saldırmak oldu. Bir tür şokla halkta bir hafıza kaybına yol açmaya çalıştılar. Geçmiş kötülendi ve suçlandı. Darbe öncesine dair ölümler, cinayetler ve katliamlarla ifade edilen sonuçların öne çıktığı insanların şimdiden daha mutsuz ve zor imkânlarda yaşadığı propagandası yapıldı. İç savaş bitmişti ve iki darbe de mülkiyet sahiplerinin üstüne kondukları artı-değerleri arttırmıştı. Darbe sonrasında düzenin savunucuları, solun açmazlarının da etkisi ile kafası karışık insanların her şeyi düzene yontacak şekilde yorumlamaları için çalıştı. Converse’lilerin plazaların dibinden ayrılmadığı gibi ayaklarında mekapları ile plazalara koşanlar görüldü.


Bugün Türkiye’deki herhangi bir darbe ABD’ye ve onun dolaylı ordusu olan NATO’ya karşı yapılamaz. Bu yüzden “converse” giyenlerin darbeden korkması gerekmez. Converse’te nasıl “Made in USA” yazıyorsa (şayet Çin’de üretilmiyorsa) darbe yapacağını söylenen ordunun yemek kaşıklarında, tabaklarında bile şu yazıyor: “USA Army” /U.S.A/ Made in USA”. ABD ordusu, kullanım ömrü bitmiş askeri malzemeyi imha etmek veya dönüştürmek pahalıya geldiğinden, müttefik ülke ordularına hibe ediyor.

Türkiye gibi üst düzey komuta kademesi NATO elinde yetişen bir ordudan “halk” için bir darbe beklemek abestir. Darbe her halükarda karşı çıkılacak bir durumdur. Ancak ortada liberal politikaları ile her şeyi ticari olanak olarak gören, emekçi haklarını kısıtlamak için uğraşan, en büyük özelliklerinden biri batı tarafından “kabul görecek” politikalar üretmek olan bir hükümetin “bize darbe yapacaklar” demesi hiç de onu desteklemek için yeterli bir neden değildir. Hele ki, son darbe öncesi ve sonrası düzenin beslemesi olmuş kimi “şahsiyetlerle” darbe karşıtlığı adına buluşmak iyice mide kaldırıyor. Acaba politik dilin bu kadar çirkinliğinden bahsedenler, bariz bunun yaratıcısı olan kişilerle nasıl bir araya geliyor? Zamanında yayınladıkları gazete ile çamur atarak, emekçi ve devrimci düşmanlığı yapan, (tabii sonra da TV almak için kupon biriktirenlere kazık atan) Nazlı Ilıcak ile yürümeye “normal”de midenin dayanmaması gerekiyor. Bu ülkedeki politik dili ve tarzı eleştirenler, kimlerle birlikte iş yaptıklarını görmüyorlar mı? Yoksa kör göze parmak diyerek bile bile yalan mı söylüyorlar? Öte yandan hala yürürlükte olan ve darbecileri yaptıklarından dolayı yargılanmaktan alıkoyan geçici 15’inci Madde’yi kaldırmayan bir hükümetin darbelere karşı olduğundan ne kadar bahsedebiliriz? Bildiğim kadarıyla da Tayyip Erdoğan hariç hiçbir başbakan bugüne kadar cuntacı Kenan Evren’i Marmaris’te ziyaret etmemişti.

Orta Sınıf Darbeye Karşı


Orta sınıf için demokratikleşme, iktidarı paylaşmak ve iktidarın olanaklarından yararlanmaktır. Yasaların demokratikleştirilmesi onun güvencesini sağlayacak olan örgütlenmeler olmadığı sürece ihlal edilmeye ve geri çekilmeye mahkûm olacaktır. Kendi ülkesinin kaderine müdahale edemeyen siyaset dışı milyonlara sahip bir ülkede, kimi milletvekillerinin el kaldırması ile gelen yasa, yine kimi milletvekillerinin el kaldırması ile çekilecektir. Bu açıdan “sessiz” yoksul ve emekçi insanlar için çok da bir şey değişmemektedir. Kamu harcamalarının “enayilik” olduğunu düşünen liberalizmin has Türkiye temsilcisi iktidar partisidir. Hükümet bir yandan bu olanakları kısmak için elinden geleni yapmakta, öte yandan da kamu harcamalarının bir kısmıyla (seçim yatırımı olarak diyebiliriz) iş olanağı yaratamadığı insanlara dilenciymiş gibi yardım paketleri dağıtarak geçindirmeye çalışmaktadır. Türkiye kendi insanından “özne” yaratamadığı sürece siyasi grup ve kişiler “başka”larından medet uman bir politika üreteceklerdir. Aynen hükümetin ülke ekonomisinin gelişiminde yabancı sermayeye bel bağladığı gibi siyasi süreçlere müdahil olduklarını düşünenlerin ya muhalif parti ya da iktidar partisi ile amaçlarını gerçekleştirmeyi isteyeceklerdir. Bu yüzden nedense ülkelerine dair daha farklı ve gelişkin bir pencereden baktıklarını düşünenler, “özne” olamayacak kadar güncel siyasetin “nesnesi” olacaklardır.
[1] Yenilgiye dair en güzel itiraz Turgut Uyar’dan gelir:“çaresizlik değil yenilgi. (sonradan övülecek) / herkesin içinde yürekle buluştuğu bir yerdi / ben masamı topladım, saatimi kurdum / (tanrım, saatim olmasaydı ne olurdum?)”[2] Kısa mekap tarihi için bkz: Şaziye Karıklı “Dağa Çıkanın Rüyası, Mekap Spor Ayakkabısı” http://www.milliyet.com.tr/2003/12/13/business/bus05.html

Kaynakça:
Berger, J. (2004) Görme Biçimleri, (Çev. Yurdanur Salman), İstanbul
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 5, (1988), İletişim Yayınları, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder