Sayfalar

27 Ekim 2008 Pazartesi

• Okur Mektubu (Mesele Dergisi'ne)

Bir okurun düzenli takip ettiği bir dergiye mektup yazması ve postalaması (artık mail atıyoruz) bir müdahale isteğidir. Bu müdahalenin (yazının) nedeni yayınladığınız Sungur Savran (Ağuston 2008) ile yapılmış olan söyleşidir. Gecikmemden dolayı Eylül sayınız da buna katıldı diyebilirim.

Nisan 2005’teki bayrak infialinden sonra durulmadan hızlanarak akan Türkiye siyasetinde en son gelinen yer, bu sürece bakan ‘sol’dur. ‘Bakan’ derken sürece müdahale edemeyen daha doğrusu müdahale araçları ve imkânlarının parçalanmış olmasını kastediyorum. Görünen herkesin kendisini de içine yerleştirdiği bir siyasi kimlikle tartışmaya müdahil olmasıdır. Birileri kadar bizler de kendi düşüncelerimizi ifade etmeliyiz / edebilmeliyiz. Zihnimizin paslanmasına bir nevi orta sınıf hülyalarına bırakılmasına izin veremeyiz.
Türkiye’de solcuların, (kendimi de katıyorum ve solculuk derken suçlama, en hafifinden bir küçümseme olarak kullanmıyorum) şayet örgütlülerse, kendi yayınları dışında çok yayın takip ettikleri söylenemez. Bundan örgütsüz olanların birçok dergiyi takip ettiğini çıkarsamamak gerekiyor. Düzenli bir yayını takip eden Türkiye insanı da fevkalade azdır. Özellikle iş ciddi dergilere geldiğinde takip eden insan sayısı daha da bir düşer. Bir süreli yayını takip etmek şehir kültürüdür (Bunu da köylülüğü aşağılamak için yazmıyorum). Süreli yayınlar, düşüncenin canlılığını ve güncelle ilişkisini kitaplara göre daha başarılı kurar. Şehirde yaşayıp “ayrıksı” düşüncelere sahip olduğunu düşünen, ama bir tane bile süreli yayın takip etmeyen insanların olması bu gerçeği çok değiştirmez. (Aslında durumuzu biraz olsun bu bile açıklamıyor mu acaba?) Takip edilecek bir dergi yoksa bile böyle bir dergiyi çıkartmak uğraşı da böylece ortadan kalkar. Çoğunlukla süreli yayın takip eden insanlar herhangi bir ideoloji veya gruba bağlı olmasalar da kendilerince doğrultmaya çalıştıkları düşüncelerine yakın olan süreli yayınları alırlar. Bu belli açılardan da makuldür. Okuyucu gündeme dair beslenmesini böyle sağlar. Yalnız bu ‘beslenme’ bir tür ‘hazır gıda’ ile geçiştirilmektedir. Okuyucu, kendi düşünsel gıdasını işlenmemişten üretmeyi pek istemeyebilir; çünkü bu süreç yorucudur. Tabii burada hemen bir “liberal”in ağızdan “Ortodoks Marksist”, bir “Troçkist”in ağzından ‘Stalinist’ olanların yaptığı bir kusur olarak görülmemelidir. Türkiye de tefekkür işiyle meşgul olduğunu söyleyenlerin çoğu hazır ve şablon işlerle uğraşır. Yani kimsenin Ortodoks veya Stalinist olması gerekmez. Şayet bu hazır beslenmeden bahsedilecekse, artık bunlara son yirmi yılda “post” olanları da eklemek gerekir. Ne de olsa çağımız “arzu” çağı... Eagleton’ın belirttiği gibi günümüzde “fikir üretilen genellikle erotik beden oluyor, açlık çeken beden değil.” Wittgenstein’nın o ‘hazır’ ünlü alıntısı ile ‘devrim’in işini bitirebilirsiniz. Aynı zamanda çağımız büyük ‘söylem’lerin kıyım çağıdır. Öte yandan her lafımız / çıkarsamamız söylem veya teori olarak kodlanabilir. Sanki her sözümüz tamamıyla bilince çıkardığımız düşüncelerimizin bir çıktısıdır. Marksizm’in bilinçaltını boşladığından da dem vurabilirsiniz. Böyle bir kuşak içinde soldan ve siyasetten, ülke gündeminden bahsetmek tuhaf kaçabilir. Moderni bitirip / hesaplaşıp sonrasına geçtiğini düşünenler için bir şey diyemeyiz. Zaten konu da onlar değil.

Her halükarda zinde kalmaya çalışanlar ister bizden ister başkasından olsun dergileri takip eder; diğer yanda ise her dönem süreli yayın takip etmeye yeni yeni başlayanlar olur. İçlerinde sevgilisinin solcu kültür sanat dergisini aldığını görünce, “bunlar aşırı” deyip ‘dengelenmek’ maksadı ile yanına banka yayınevinin çıkardığı edebiyat dergisini koyanlar da var. Son yirmi beş yıldır ‘konsensüs’ oluşturmanın (uzlaşma) ve fikri çatışmanın bile kötü olduğu propagandası insanları bu hale getiriyor sanırım.
11. Tez, diye bir derginin adını duymamış büyük entelektüel (aydın demiyorum) adaylarımız vardır. Sungur Savran söyleşisinde ‘genç okuyucular bilemeyebilir’ diyor. Dememeli; okuyan ya da okuduğunu varsayan insan için bilmemek utanılacak, en azından sıkıntı duyulacak bir durumdur. Utanılacak bir durumdur diyorum; çünkü bilmeden bir ton yargıya sahip ‘akademisyen / entelektüel’ adayı insanla karşılaşabiliyoruz. Bu adaylarımızın çoğu ne Ortodoks Marksist ne de Stalinist kendilerince solculuk bile fazla ve eskimiş bir kavram, onlar daha çok ‘post’lar. Buğday başağı olgunlaştıkça başını eğer denir. Ne yazık, dar entelektüel çevre içerisinde ‘bir şey’ olduğunu düşündükçe ukala ve çekilmez büyük insanlarla karşılaşabiliyoruz. Mesela, Doğan Avcıoğlu’nu darbeci, indirgemeci ve seçkinci bulan insanlar, bu ülkede fiilen yasak olan Nazım Hikmet şiirlerini uzun yıllar sonra ilk kez kimin bastığını bilmiyor. Nazım Hikmet ile sınırlanmayacak bir yayın ve basın özgürlüğünün önü açtığını da dolayısı ile düşünmüyor. Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön dergisinden ve öneminden haberi yok veya bu süreci “darbeci Kemalizm”in yükselişi ile damgalıyor. Acaba Türkiye gibi geç kapitalistleşen bir ülkede siyasi süreçlerin nasıl gelişmesini bekliyor? Ama İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşmasını şevkle anıyor. Tabii onu nasıl anladığı da başka bir meseledir. Aynı dönemin kitabı olan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni”ni ise ezber yaptıklarını söylediklerine karşı ezberledikleri ile hemen yargılayabiliyor. (Dönemin düzen üçlemesinden diğeri olan İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni”ni unutmayalım.) Bu kadar fikre sahip, gelecek vadeden entelektüel gencimiz için Türk edebiyatı denince aklına “Aylak Adam”, “Tutunamayanlar” ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nden başka bir şey gelmiyor. Bu yapıtlarında yazarlarının kaygılarını dışarıda bırakarak işte bizde de modernleşmeye karşı bir şeyler var özenmesini hissediyoruz. Türkiye’de modernleşmeyi, bilincin gelişimi değil de, Batı’nın kavramlarına oturtulması şeklinde görüyoruz. Çok akil adamın biri çıkıyor ve bir meramını anlatıyor; Batıda çıkmış yeni bir kavramı -gerici ve düzleştirici- akademimizin niçin kullanmadığını eleştiriyor. Bunu da akademimizin yetersizliğine ve Batıyı iyi takip etmeyişine veriyor hemen. Hayata müdahale etmek saçma ve otoriterdir; ama olguları kavramlaştırıp kutularız. Öteki, mahdum, mağdur, mağrur, ezilen, muktedir... Bir özne olabilecek yoksul veya emekçi değil, Zaten bu düşüncenin tasavvuru yok, çünkü onlar büyük söylemlerin lafı. Biraz sıkışınca entelektüelin vicdanı vardır. Bir kavram olarak vicdanındaki kutulardan birinde yerinizi olduğundan bahseder: Öteki, mahdum, mağdur, mağrur, ezilen, muktedir...

Türk modernleşmesini eleştirmek için “ülkemize” dair daha cahilce ve sığ yaklaşımları okumak bıktırdı. Hele ki ortada suçlanacak bir Ortodoks Marksist toplamı varsa. Kimdir bu Ortodoks Marksistler? Ellerinde kızılcık sopası kendilerinden olmayanları mı dövmektedirler? Bunu bilemiyorum; ama en azından kimi Ortodoks Marksistlerin birilerinin cahilliğini yüzlerine vurduklarını okuyorum. Bu yüzden sevilmiyorlar. Ülkede yaşanan süreçlere dair şiir gibi yazı yazmayışları da üzüyor olabilir. Belki çok özgün düşünen, ‘yeraltı’ndan gelen entelektüelimizin “der ki” diye alıntı yaptığı yazarlar hakkında Ortodoks Marksist’imizin fazla uğraşmayışı veya takmayışı da sıkıyor olabilir. Türkiye’de yazılmış en kaba solcu yazıda bile bir Marks ya da Lenin alıntısında “der ki” diye bir başlangıç görmedim, ama ‘post’ yazarlarımız da bu ‘der ki’ vurgusu o kadar kullanıyor ki, özellikle konuşurken bazen de yazılarında: bir an “kadim doğrulardan bahseden kutsal kitap” açılmış gibi hissediliyor insan.

Entelektüel adaylarımıza için bu ülke onların değildir. Onlar dünya vatandaşıdır. (Aman dünya milliyetçisi olmayın, çünkü milliyetçi ve yurtsever olmak kötü bir şeydir) Biraz solda olanları ise işçi sınıfının vatanı yokturu tekrarlar. Evet, ama işçi sınıfının sermayedarlar gibi sıkıştıklarında kaçacakları başka bir ülkeleri de yoktur. Bu ülkenin her zenginin bir yurtdışı planı ve hazırlığı vardır. (Örneğin, Uzanlar). Bu yüzden yenildiği meydanı terk etmeyen ve terk edemeyecek olan tek sınıf işçi sınıfıdır. Paris Komünü bunun en tipik örneğidir. Kaçanlar burjuvalardır, ‘yurt’larını savunanlar Paris işçi sınıfı ve yoksullarıdırlar. Milliyetçiliğin ayağını kıralım derken, ülkemize dair bağlarımızı koparıyoruz. Sonra Hrant Dink davasında bile ırkçı zihniyetin hiç olmayacak farklı kökenden insanları esir aldığını görüyoruz. Entelektüelimiz ise İnsanların ırkçı zihniyetin kurbanı oluşlarıyla akademik olarak ilgilenir; ama nasıl bir müdahale gerektiği konusunda çok kafa yormuyor. Kolayca bu konuda dair siyaset yapanları suçluyor. Çünkü anadan doğma milliyetçidir yurdum insanı ve başka türlü bir bağlanma ve tarif yapılmadığında en kolay yol reddetmeye varıyor. Bu açıdan geçen yıl Türkiye’ye gelen T. Eagleaton ile yapılan ve Mesele’de yayımlanan söyleşi çok ilginçti: Söyleşide Stalinistleri sıkıştırmak için soru soranlar, Eaglaton’a yurtseverliğin ne kadar kötü olduğunu söyletmeye çalıştırmışlardı. Ama Eagleaton çok da kül yutmamış sanırım; geçiştirmişti biraz. (Dergiyi okuduktan sonra okumaları ve takip etmeleri için başkalarına verdiğimden şimdi alıntı yapamıyorum.) Diğer yandan Benedict Anderson’la yapılan söyleşi ise duruma daha sağlıklı / soğukkanlı bir bakışı taşıyordu.

Bir Türk milliyetçisi üç renkli (kırmızı, yeşil, sarı) bayrak/örtü/bez gördüğünde nasıl hemen bölücülük masalına dönüyorsa, memleketim entelektüeli de “ay-yıldız” gördü mü tüyleri diken diken oluyor. Politik dilin en ilkel temsili olan simge ve renklere en bayağı kafalar kadar takılabiliyor. İnsanlarla ve ülkesiyle içten bağ kuramadığı sürece alanı ırkçılığın ve dinciliğin kaplayacağını görmüyor. İnsanlardan uzak yakın dönemin oluşturduğu kimlik ve düşünceleri reddedip en kısa sürede sınıflar ve uluslarüstü bir düşünceye kavuşmasını bekliyor.

Soldaki her hatanın bir kötü çocuk bulunup ona yüklenme dönemi de artık geçmelidir. “Biz yapmadık. O! O yaptı!” demek. Belli bir siyasi iddiası olan insanların yazı ve ya söyleşilerindeki bu tavır can sıkıcıdır. En nihayetinde acı bir gerçeğin işaret edilmesi benzer süreçlerin tekrarlanmasını engellenmesine dair olmuyor, sadece suçlu bulunması ile süreçlerin çözüldüğü düşünülüyor. Bu açıdan “Biz değil, Stalinistler” diyen Sungur Savran’a bir anarşist de çıkıp “Kronştad 1921 size ne hatırlatıyor” diye sorduğunda S. Savran ona da mı Stalizmin suçu diyecek acaba?

“Türkiyeli”lik vurgusuna gelince yanlış anımsamıyorsam Baskın Oran’dan önce 70’li yıllarda yurtdışına çıkan işçi ve öğrenciler pankart, afiş, bildiri ve yayınlarında bu imzayı kullanıyorlardı: Türkiyeli İşçiler, Türkiyeli Öğrenciler... Amerika’nın yeniden keşfine gerek yok.

Türkiye solu tarihi hatalarla doludur. Ağır bedeller ödenmiştir. Enteresan olansa solun oluşturduğu çoğu ‘efsaneleştirme’yi başarısızlık ve onun ardından gelen ‘trajediler’ üzerine kurmasıdır. Yine belirteyim bunu küçümsemiyorum veya aşağılamıyorum. Örneğin her başarısızlıkta solun tutucu ve Stalinist özelliklerine vurgu yapan Sungur Savran aynı solun yaptığı başka işleri küçük gruplara (sanırım Troçkistlere) yoruyor. Örneğin Türkiye’de “Kürt Meselesi”ni parti kongresinde karar altına alan ilk parti TİP’ti. 1970 yılında düzenlenen kongrede bu gerçekleşmiş ve 12 Mart’ta kapatılma gerekçesi de bu olmuştur. Burada haklı olarak TİP’in kapatılma gerekçesine dair Kürtlerin siyasete katılımını güçlü bir şekilde savunmadığı öne sürülebilir. Bu da zaten 12 Mart sonrası TİP’in Kürtlerle yolunun ayrılmasına sebep olmuştur. 12 Mart öncesi Kürtler Dev-Genç’in ideolojik dilinden kaynaklı TİP’e daha yakın duruyorlardı.

Sungur Savran bildiğim birkaç “Ortodoks Marksist”ten birisi. Kendisi kimilerince hiç sevilmiyor(!). Yine de ortada yeni dimağlar için biraz da Kürt hareketinin etkisiyle moda olan Fikret Başkaya’nın ‘ünlü çözümlemesi’ Paradigmanın İflası kitabına karşı en açımlayıcı kitabı yazdı ama bir daha yayınlamadı. (Sonunda Yordam’ın yayınlanacaklar listesinde görünüyor. Birilerine fotokopisini vermekten bıkmıştık.) Hala popülaritesini koruyan Fikret Başkaya’nın ‘Paradigmanın İflası’ dair karşı bir yanıttır. Liberalizmin kaynağında da kısmen bu tür çalışmaları görüyor. Tarihten ve sınıflardan bağımsız ceberut devlet anlayışını: Seçilmişle-atanmış, siville-üniformalı gerilimini…

Geç burjuva devrimini Türkiye’de kristalize eden Kemalizm sanki Türkiye’ye özgü görülüyor. Burjuva devrimleri tepeden aşağıdan olması ile suçlanamaz. Yaşanması gereken süreçleri benim mantığıma uymuyor diye yorumlayamazsınız. Gecikmiş bir ülkeden nasıl bir süreç bekleniyor? Savran’ın uzun süreden beri basmadığı Türkiye’de Sınıflar Mücadelesi bu açıdan özgünlüğünü koruyor.

Bir diğer konu “Üçüncü Cephe”... Savaş ve politik mücadele iki cephelidir. Üçüncü cephe şayet bu cephelerden birinin yerini almak iradesini beyan etmiyorsa tarafsız kalmak istiyordur; acizliğini/güçsüzlüğünü kabul ediyordur ya da iş işten geçtikten sonra gelenlere, biz ne ondan ne ondandık demek için duruyordur. Üçünü cephenin niyetinden kimsenin kuşkusu yok ama bu gidişle Türkiye politikasında bir yeri de yok. Bu konuda en çok eleştirilen iki siyasi çevre dışında kimsenin görünürde sürece müdahale etmeye çalıştığı da fark edilmiyor. Üçüncü cephe ya süreci sınıflar mücadelesine çekmeye çalışır ya da sürece trene bakar gibi bakar.

Şükrü Argın’ın söyleşisinde Türkiye yoktu. Çokça dillendirilen ÖDP deneyiminin (ister Ortodoksların isterse onu eleştirilerek kurmaya çalışılan sol liberal örgütsel yaşantılarında) gösterdiği Türkiye’de kolektif hayatın çöktüğüdür. Kolektif hayata en çok getirilen eleştiri bireyi yok ettiği idi. Ama bu yaşantı birey merkezli kurulmaya çalışıldığında elde olanlarda yok edildi. İçselleşmemiş, ütopyaları olmamış ya da katledilmiş, ‘muhalif’ olmak başlığında toplanmak dışında başka bir özelliği olmayan ve olduğu yerin tarihine altyapısına dair zayıflığından elde olanla bir duvara çarpıp çökünce; ardında para kazanmak hırsı, kadın ve erkek bedenlerini açgözlülükle kullanmak isteği, mistizme kayışı ve boş vermişlik dışında çok az bir oranda şurada burada ayakta kalmaya çalışan insanları görüyoruz. Sorun örgüt bittiğinde siyasetinde (artık ne kadar yapılıyorsa) bitmesidir. Ya da siyasal kişiliğin yetersizliği ve pragmatist bir şekilde kullanımıdır. Yaratıcı siyasal süreğenliğin halen Türkiye’de bir sorunsal olarak ortada olmasıdır. Kolektif yaşantıya dair olur olmaz herkesin övdüğü ‘68 dönemi artık fazla geliyordu. Bu açıdan Mayıs sayısı fazlası ile durumu izah edici yazı ve söyleşiyi barındırıyordu.

Kendileri de çoğunlukla bir “emekçi” olan solcuların çoğu, “emekçileri” kurtarılacak bir nesne gibi görüyor. Bütün sol yaşantısı bir tür orta sınıf hegemonyasının altında ve kimse kendine emekçiliği yakıştıramıyor. “Ben bir emekçiyim” demek ağır bir külfetmiş veya köyden yeni geldim düşüncesini uyandırıyor sanırım. Hepimiz entelektüeliz zaten. Üniversite de okuyorsanız malum “küçük burjuva” suçlamasına maruz kalıyorsunuz. Ama bugün üniversitede okuyan öğrencilerin çoğu birer emekçi adayı ya da zaten bir emekçi değil mi?
Kolay gelsin.

İsmail B. Kaplan

Eylül 2008'te Mesele Dergisi'ne gönderilmiştir. Birkaç küçük değişiklikle buraya koyuyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder