Sayfalar

17 Kasım 2008 Pazartesi

"Yürüyenler! Sokaklar dolusu..." Tan Oral

[Yürüyenler'in Önsözü]

Yürüyenler! Sokaklar dolusu yürürlerken bir zamanlar, kâğıtlar dolusu çizmişim ben de onları. Bu çizimlerden birinin köşesinde şu not var: "Bir ülke insanları ki kendi gerçeklerini yaşayamazlar, bu olanak tanınmaz kendilerine; yürürler onlar da. Gerçeklerini yaşamış olurlar o gün için. Yürüyenler yaşayanlardır hep." Bu deyişte sırasıyla bir eleştiri, suçlama, tespit, savunma ve bir yüceltme gizli. Siyasal ve sosyal arayışın, dalgalanmanın ve çatışmanın sokaklara taşan bu biçimlenmesinde, hem tanık hem sanık olmanın o zaman kâğıtlara yansıyan bu titrek izlerini, yıllar sonra bir kitapta toplamaya çalışırken anılar denizinde ara sıra, biraz olsun kulaç atmak da kaçınılmaz oluyor. Kaçınmamak da gerek.

Bindokuzyüzaltmış, genç cumhuriyetin ilk çok partili demokratik yaşamının onuncu ve sonuncu yılı! Giderek sertleşen demokratik siyasal kavga, iktidarı yıkmaya yönelerek, meşruiyetin kaybolduğu savları ve tartışmaları ile sokaklara dökülünce, üç kişiden fazla bir arada yürümek yasaklanıyor ve yürüyenlere ateş edileceği söyleniyordu. Yine de sokaklar, alanlar, insanla doluyor, yürüyenler yürüyorlardı. 555K gibi bir simge, beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte yürüyenlerin K. meydanında bir araya gelmesine yetiyordu. Ve dur durak dinlemeyen bu yeni demokratik güç, kısa bir sürenin sonunda, başka güçlerce de olsa, bir iktidarın devirilmesine tanık oluyordu sonunda.

Bindokuzyüzaltmışbir’den sonra da, Yürüyenler daha önce kazandığı bu güçlü ivme ile, ilkin yeni kabul edilen toplumsal sözleşmenin, anayasa gereklerinin gecikmeden, eksiksiz olarak yerine getirilmesi için, sonra da daha ötesi için, daha mutlu bir sosyal düzen adına, yine sokaklara döküldü, yürüdü. Yürümek üstelik, bu yeni dönemde artık, bir ‘anayasal hak’ da olmuştu. Dönemin başbakanı ise "Yollar yürümekle aşınmaz!" sözüyle ünlenecekti. Daha da ileride, bir on yıl sonra ise, yürüyenler silah zoruyla bir kez daha durdurulacaklar, yürüyerek elde ettikleri ve genişletmeye çalıştıkları toplumsal ve demokratik haklar, bunlar size ‘bol geliyor’ gerekçesi ile ellerinden geri alınacaktı.

Yürümek, ‘söz’ün geçmediği yerde, işe yaramadığı anda, ‘beden’i ileri sürmek demekti. Onun için önemliydi. Onun için, tıpkı savaşta olduğu gibi, son çare idi. Belki savaştan farkı, elde silah yerine, üstü yazılı pankart taşınmasıydı. Söz’den tamamıyla umut kesilmediğinin bir göstergesi sayılmalıydı bu. Ama yine de yeri geldiğinde o pankartları taşıyan sopalar birer silah olarak havaya kalkıyor ve karşı tarafın kafasına inebiliyordu. Diğer elde tutulan bayrak ise değişmiyordu. Yürüyüş kolu, savaşa gider gibi bayraklarla, marşlarla, büyük kalabalıklar oluşturarak düzgün sıralarla yola çıkıyor, yolu kesilirse yolda, meydana varırsa orada kıyametleri koparıyor, ya da kopartılıyordu. Hedef, çoğu zaman bir alana varmak, orada toplanmak oluyordu. Orada heykel vardı, ülkenin bâni’si orada heykel gibi duruyordu. Onun çevresinde toplanmak ve ülkenin sorumlu yöneticilerini ülkenin kurucusuna şikâyet etmek anlamında, üstü yazılı pankartları, işte oraya bırakmak adettendi. Bu hep böyle oluyordu. Ve hiç de hoşa gitmiyordu nedense! Önceleri önü kesilen, alanlara sokulmayan, atlı polislerle dağıtılan kalabalıklar, sonraları kasklı kalkanlı toplum polisleri ile tanıştılar. Derken zırhlı panzerler çıktı ortaya ve basınçlı su sıktı onların üstlerine. Yürüyenler ıslandı ama öfkeleri durulmadı. Ardından bombalar ve kurşunlar geldi yeniden. Ölenler oldu. Kalanlar evlerine kapatıldı. Sokağa çıkmak yasaklandı. Sokaklar bomboş kaldı. ‘Beden’ görünmez oldu.

Çocuk iken aklımı kurcalayan, benden yanıt ve karar bekleyen belirsizlik, savaş ve bireysel dövüş karşısındaki tavrımın ileride ne olacağı konusunda idi. Red edilmesi ya da kaçınılmazlığı kadar, bir gün denenmesi ve üstesinden gelinmesi de zorunlu olan dehşet verici kabuslardı onlar benim için. Her ikisinde de ‘beden’in öne sürülmesi gerekiyordu. Öte yandan akıl ise, aklın kullanılmasını ve bedenin sakınılmasını emrediyordu.

Ama bazen kişinin kendi tarafının ve kendi değerinin yine kendi gözünde ve herkesin önünde bir kez daha kanıtlanması kadar, bir eylemin işlevinin savsaklanamaz önemde oluşu da, hiç düşünmeden ona katılmayı zorunlu kılıyor, bunu göze almayı gerektirebiliyordu. Gövdenin gösterilmesi isteniyordu en azından. Zaten eylemin bir tanımı da buydu; ‘gövde gösterisi’. Katılıyorduk.

Öte yandan gösteri ve kavga, salt gövde ile mi olur? Sanat, geniş bir gösteri ve mücadele alanı ve biçimi değil mi? Üniversite anfilerinde o zaman, kara tahtaya yazılan ‘Sanat yok, Devrim var’ sloganı geçerli olabilir miydi? Ya da Güzel Sanatlar panellerinde ileri sürülen "Sanat toplum sorunları ile ilgilenemez!" tutturmaları bir değer taşıyabilir miydi? Sanat her şeyle ilgilenebilirdi. İlgilenmeliydi de. Ama onun neyle ilgilendiği ve ne dediği kadar, hatta ondan da çok, nasıl dediği ve bunu ne zaman söylediği önem taşıyordu doğrusu. Ve gövdeden başka gösterilecek bir şeyleri de olmalıydı insanın kavgada. Kâğıt, kalem ve masanın zarif çekiciliği ile o günlerin sert siyasetinin güçlü iticiliği bir araya gelince, kişinin yapabilecekleri de biçim kazanmaya zorlanıyordu.

"İnsanın bu evrendeki güzelliği sevmesi, düş ve düşün aleminde başıboş yaşaması, her zaman kolaydır. Fakat insanların yoksulluğundan kaçmaya çalışmak ve onları ıstıraba sürükleyen sorunlarla ilgilenmemek hiçbir şekilde mertlik olamaz. Fikrin kendini gerçekleştirmesi için sahibini eyleme sokması gerekir." Pandit Nehru’nun, kızı Indra Gandhi’ye hapisaneden yazdığı mektuplar, o günlerdeki pek çok benzer yayın gibi çoğumuzu etkiliyordu. Nâzım Hikmet ise; "Neş’e kavganın musikisidir / Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz / Neşenin çelik ahengini duymayan adam" dizeleri ile taa ötelerden sesleniyordu bizlere.

İşte Yürüyenler, böylesine düşünsel ve eylemsel arayışların içerisinde, siyasal baskılarla siyasal başkaldırıların, gelecek tasarımını, aydınlık umudu ile karanlık tehditi arasına sıkıştırarak kurşunileştirdiği günlerde, masa başı sıkıntılarından kâğıda dökülen ilk izlerde belirmişti. İlk izler, ilk çizimler çoğalmaya da başladılar. Her gün çizimlerin çeşitlendiğini görüyor, önemini hissediyordum. Bunlar ayrı bişeydiler, daha önce çizdiklerime, daha önce yapılan karikatürlere benzemiyorlardı. Zaten Yürüyenler’i ilk sergilediğimde onlara karikatür de diyememiş, başka bir söz aramıştım. Mizah’ın sevdiğim bir tanımı olan "Gülen Düşünce"nin kısaltılmışı saydığım ‘Güldüşün’ tanımlamasını kullanmıştım, ama o da pek tutmamıştı, neyse. Dosyada biriken çizimlere baktıkça onların farklı olduklarını görüyordum. Daha önce bireyler vardı çizimlerde, kalabalık çizmek gerekse de yine tek tek bireylerin bir araya gelmesi ile resmediliyorlardı. Yürüyenlerde ise sanki birey yoktu, bireylerden oluşan topluluk yerine, ayrı bir varlık seziliyordu. Ülkede değişen ve gelişen toplumcu siyasal anlayışa da uygundu bu. Soyut bir kavram olan toplum şimdi bireyden daha önemli görünüyordu herkese. Çizimler, değişen siyasa ile birlikte değişen sokağa da uygundu. Toplumcu siyaseti yansıtıyor, savunuyor ve yüceltiyordu.

Çizimler organik biçimleriyle kâğıt üzerinde çoğalırken, niteliklerinin ve çeşitlenmelerinin bir gereği olarak kendi kaderlerini de yaşıyor, fal gibi, ileride olacakları da kâğıt üzerinde göstermeye başlıyordu. Önce olanlar çizilirken, sonra çizilenlerin olduğu görülüyordu. Derken, sokak ile kâğıt başabaş paralel gidiyordu. Sokak kâğıda yansırken, kâğıdın sokağı etkileyebileceği de düşünülecekti daha sonraları. Ve bu pratik uygulama, benim dışımda başka ellere de geçecekti. Kendilerince gerek duyanlar, Yürüyenleri imzasız olarak çizip, yayınlayıp, dilediklerince kullanacaklardı. Bu durum karşısında sessiz kalmamı eleştiren dostlara ben, “Yürüyenler herkesin malı,” diye cevap veriyordum. Bu siyasal görüşlerime de pek yakışıyordu doğrusu. “Çizimi kolay, ihtiyaç duyan herkes tabii ki çizebilir, çok basit, kaş göz yok, birey kişi yok, anonim bir sanat oldu bu,” diyordum. “Yeter ki işe yarasın, sosyal ve politik amaçlarımıza hizmet etsin, iş görsün.” Böyle söylemek hoşuma gidiyordu. Öte yandan Yürüyenler, karikatürde bir tür klasik anlatım aracı gibi de algılanmaya başladıydı, savaş, barış ve benzeri simgeler gibi. Elbet onların da bir ilk çizimleri olmalıydı.

Ama kendi imzaları ile onları yeni baştan çizip, kendilerince başka amaçlarla yayınlayanlar, hatta ödül alanlar bile olduydu. Aynen çizenler de vardı, onlara kaş göz ağız kulak ekleyenler de, biçim fetişi yapıp saçmalayanlar da. Oysa Yürüyenler, sokakta da, kağıtta da bireysel kimlik belirtmez, konumları ve eylemleriyle sınıfsal bir kimlik gösterir sadece. Dolayısıyla çizimlerde, kimlik ifade aracı olan yüz’e ihtiyaç yoktur. Kaldı ki Yürüyenlerde cinsiyet ayrımı da yoktur, gözükmez. Ama çizimlere kaş göz, ağız burun konulunca, birdenbire tüm kalabalık, bir erkekler topluluğu olarak beliriyordu. Yanlış olarak ve yanıltıcı olarak... Bu arada Tekstil Sendikası dergisinde, o yıllarda, boy gösteren işçi çizimlerime, kadın işçilerin getirdikleri eleştiriler geliyor aklıma. Sendika dergisinde yer alan ve hep erkek figürlerden oluşan çizimlerime bakan kadın işçiler "Biz kadınlar devrimci değil miyiz yani?" diye haber göndermişlerdi bana. Haklıydılar, çünkü en çok kadın işçi, bu sektörde çalışıyordu üstelik. Ama Yürüyenler için böylesine bir eleştiri hiçbir zaman olmadı. Pek çok yayın organında, sendika ve politika dergilerinde yayınlandı durdu onlar.

Bu arada kâğıt üstünde gözlenen ve Yürüyenlerin doğasına uygun olmayan bu türden yabancı çizimler gibi, belki de ona koşut, sokakta da doğal yürüyüşlerin karşısına, bazen de yanına, özel kimlikli, aykırı amaçlı kışkırtmalarla yürütülenler de çıkarılıyor, yollara dökülüyordu boyuna.

Bana gelince, Yürüyenleri ilk çizdiğim günlerde ve bu basit çizimlerin değerini kendimce ilk hissettiğimde, onların başkalarınca yürütülebileceği endişesini duymuş olmalıyım. ‘İntihal’ diye bir olgudan da habersiz olarak, bu kaygımı bir köşeye saf saf notlamışım; “‘...Ben ne halkın alınterinden on para çalmışım /Ne bir şairin cebinden iki satır...’ diyor şair. Hey gidi, Yürüyenler dizisini herkese sunmaya hazırlandığım şu günlerde her an elimden bir şeyler kapmaya bakan çizgi korsanları... Korkmuyorum onlardan. Yürütülmüş çizgi ile yürünmez. Ben yürüyenlerle yürüyeceğim. Vererek yürüyorum hep / Alarak değil / Ağırlaşarak değil!..”

Bu elbet yetmeyecekti. Onları ilk kez sergilemeden ve kimseye göstermeden önce, adıyla sanıyla ve kendi adımla yayınlayıp tescil etmeyi de düşünmüştüm. Yürüyenleri ilk kez, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatının Aylık Düşün-Sanat Dergisi olan ‘Gençlik Dergisi’nin 30 Temmuz 1965 tarihinde basılan 89. sayısında yayınlatarak onları bir sicile kaydetmiş oldum. Bu derginin ikinci sayfasında yer alan çizimlerin yanında bir de kısa açıklama vardı:

“Tan Oral, ‘Yürüyenler’ diye adlanan bir dizi güldüşün (karikatür) üzerine çalışmaktadır. Bu sayfada ikisini sunduğumuz ’Yürüyenler’ ile ilgili bize şu tanımlamayı yaptı: “Türkiye insanı yıllardan beri sokaklarda. Çok sorununu böyle halletmekte. Topluca isteklerde bulunmakta, topluca başkaldırmakta. Ve bu güç çok kişiyi ürkütmektedir. Bu ürküntü Yürüyenler’ in başına neler getiriyor görüyoruz zaman zaman. Ama o her zaman dilediğini alıyor. Yürüyenler’ bir başka canlı varlık. Bilinci, karar vermesi, konuşması, hareket etmesi hep kendine özgü. Şaşmaz bir kişiliği var. Onu tanımayanlar, tek insanla karıştıranlar, ateş açmışlardır, at sürmüşlerdir üzerine, şimdi de tank ediniyorlar. Gülünç oluyor bu davranışlar, ama olayların tümü acı. İşte ‘Yürüyenler’ deki humour burada. Ve olanları olduğu gibi çizmek çok kere humour’un gerçekleşmesine yetiyor. Bu garip ve harikulade yaratığın sokaklarda dolaştığını çok göreceğiz daha, açlık, işsizlik, haksızlık, adaletsizlik, güvensizlik oldukça. Ama onun her dolaşması iyi günler belirtisi olmuştur. Yürüyenler dizisi T.C. Anayasası madde 28’i konu edinmektedir.”

Gençlik Dergisi’nin bir sonraki Ağustos 1965 tarihli 90. sayısında Yürüyenler kapaktaydı artık, hem de renkli olarak. Aynı günlerde Erdek Şenliği’nde Yürüyenler ilk kez sergileniyor, halkın içine çıkıyordu. Bu sergi ile ilgili öyküleri anlatmadan önce, bu dizinin adı nasıl konuldu onu anlatmalıyım.

Sözünü ettiğim çalışmaları gün ışığına, görücüye çıkarmadan önce bu diziye bir ad arıyor ama bulamıyordum. Bulduklarım ise bir işe yaramıyordu. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin olarak "Anayasa Madde 28" gibi fazla officiel adlar geliyor aklıma, onları da muhtemel resmi tepkilere karşı seçilmiş birer kalkan gibi görüyor ve hemen cayıyordum. Bir gün heykeltraş Namık Denizhan ile konuşurken konuyu açtım. “Ne çiziyorsun,” dedi. “Yaşadığımız olayları, her gün yürüyenleri yani,” dedim, gösterdim çalışmaları. O da “İşte adı üstünde,” dedi, “Yürüyenler!”. O ana kadar sıradan bir eylemi ifade ederken bu sözcük, tırnak içinde söylenince zihinde bir özel isim oluverdi hemen. Ve öyle kaldı. Sorun çözüldü, çok hoşuma gitti, kendisine teşekkür ettim.

Yürüyenler, ilk kez 25 Temmuz 1965’te Erdek’te sergilendi. Koltuğumun altında yirmi kadar taze çizimle İstanbul’dan Bandırma’ya vapur ile yola çıktım. Geminin burun altında, üçüncü mevki kamaraların bulunduğu yerdeki penceresiz çay ocağının tahta sıralarına yerleştikten sonra, yol boyu "Kapitalin Özeti"ni kocaman gözlerle okuyup bitirerek Erdek’e büyük güven duyguları içinde vardım. Orada koskoca Cumhuriyet Meydanı’nın tam ortasında bulunan büyük çınar ağaçlarının gölgesinde yere, üçer metre aralıklarla bir üçgen yapacak biçimde üç adet ahşap direk diktim. Üst yanlarından birbirlerine ikişer tane enli tahta ile göz hizasında bağladım onları. Böylece üstlerine çizimlerimi kolayca asabileceğim dokuz metre uzunluğunda, çevresi dolaşılabilen bir sergi alanı elde ettim. Üçgenin tam ortasına yere çaktığım bir kazığa da direkleri tepelerinden telle bağladım ki sistem sağlam olsun, sallanmasın diye. En başa serginin adını ve Gençlik Dergisi’ne verdiğim açıklamamı koydum ve ardından çizimlerimi sıraladım. Alandan geçen kalabalık serginin çevresinde kümelenmeye başladı. Bu kâğıt üstüne sinek pislemiş gibi küçük siyah noktacıklardan oluşan soyut biçimlere bakanlar, onlardan gerekli siyasal sonucu çıkarıyor ve bunu, sergi sahibi ile yani orada mutlu bir biçimde dikilen benimle paylaşıyor, tartışıyorlardı. İçlerinden biri bu ilgiyi sürdürdü, oradan hemen ayrılmadı. İsmail Tikveşli adlı Balkan göçmeni bir oto tamircisi, bana, yani oraya sergi getiren bu devrimci yalnız adama sahip çıktı. Bilgi yüklü, düzgün konuşan alçak gönüllü bu kişi Türkiye İşçi Partisi ilçe yöneticisi olduğunu gizli bir övünçle söylüyor, kentin tüm sosyal yapısını ve orada yaşanan sömürü düzenini ayrıntılarıyla, örnekleriyle, rakamlarla ve sergiden kaynaklanan, bana duyduğu dostane güvenle anlatıyordu. Buraya kadar çok güzel, bundan sonrası ise ilginç!

İki gün sonra, sabah alana geldiğimde, bizim serginin hemen yanı başında, aynı sistemle kurulmuş, aynı üçgen yapıda, ama ahşapları düzgün ve boyalı çok şık başka bir serginin durduğunu hayretle gördüm. Şaşırdım çünkü benim sergim, bir imkansızlık sonucu o gün orada alelacele icat ettiğim ve uyguladığım bir sistemle oluşmuştu, örneği yoktu, olamazdı. Aynı yöntemle kurulan bu yeni serginin pırıl pırıl panolarında ise Amerikan Haberler Merkezi tarafından hazırlandığı duyurulan, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya ve Türkiye politikasına ilişkin övücü yazı ve resimler vardı. Bir sonraki günün sabahı ise şaşkınlığım artarak sürdü. Çünkü Amerikan sergisindeki tüm panolar kaldırılmış yerlerine Amerika’daki balıkçılığı anlatan masum resimler konulmuştu. Olan biteni daha sonra Tikveşli’den öğreniyordum. Dediğine göre, Erdek’in bir kulüpte örgütlü ticaret erbabı bizim sergiyi "komünizm propagandası yapılıyor’ gerekçesi ile Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet etmiş. Bazı partililer de misilleme olarak Amerikan sergisini ‘Amerikan propagandası yapılıyor’ diye aynı biçimde şikâyet konusu yapmışlar. Lüks Amerikan sergisinin panoları işte bu tepki nedeniyle değiştirilmişmiş. Bizim sergiye ise dokunan olmamıştı.

Sergi sonrası İstanbul’a dönecek yeterli param kalmamıştı cebimde. Orada gözüme ilişen bir banka şubesinin, süslü afişlerle çevrelenmiş camlı kapısından içeri daldım ve kredi istediğimi söyledim. Banka memuresi pek şaşırdı ve nazikçe bunun olanaksızlığını anlatmaya çalıştı. Ben ısrar ettim, ‘Afişlerinizde halka ve ihtiyaç sahiplerine hizmet ve kredi verdiğiniz yazılı, benim de ihtiyacım var ki sizden bunu istiyorum.’ dedim ve ekledim: ‘Hem ben şu karşıkı serginin çizeriyim.’ Bunun üzerine çağrılan banka müdürü de kredi veremeyeceklerini kesin bir dil ile bildirdi. Ben vazgeçmiyordum. ‘O zaman size Yürüyenler sergisinden bir çizim satayım’ dedim. ‘Alamayız’ dediler. Ben, banka duvarlarına asılmış kalın çerçeveli resimleri göstererek, ‘Bunları nasıl satın aldınız?’diye sordum. Bana, ‘Bu kararı genel müdürlük verebilir...’gibilerden işi yokuşa süren yanıtlar vermeye başladılar. ‘Afişleriniz doğru söylemiyormuş demek...’ diye mırıldanarak, keyfi kaçmış bir suratla çıktım oradan. Olayı benden dinleyen Tikveşli çok bozuldu. ‘Böyle bir serginin çizerini biz burjuvaziye muhtaç eder miyiz hiç!’ diye çıkıştı bana. Onun verdiği küçük bir kredi ile İstanbul’a döndüm.

Yıllar geçecek, devran değişecek, çok şey toz olup havaya karışacak ama, 1995 yılında insanı duygulandıran bir değerbilirlik örneği yaşayacaktım. Kadirşinas şair Adnan Ardağ otuz yıl aradan sonra, düzenleyicisi olduğu yeni bir Erdek Şenliği’nde o günleri hatırlayarak, beni sergi açmak üzere davet edecekti. Erdek’e yeni bir sergi ile gidecek ve orada oto tamircisi dostum İsmail Tikveşli ile onun kamyon kasasından bozma işyerinde, Türkiye’deki siyaseti yana yakıla konuşacaktık.

Yürüyenler, Erdek’ten sonra 1-15 Mart 1966 tarihleri arasında İstanbul Beyoğlu Şehir Galerisi’nde daha bir özenle yeniden sergilendi. Galerinin diğer salonunda Nuri İyem, uzun süren bir soyut döneminin ardından, o zaman sanat çevrelerinde tartışma başlatan yeni portrelerini ilk kez sergiliyordu. TRT İstanbul Radyosu’ndan Batu İşmen bizi radyoevine çağırdı, sergilerle ilgili konuşmalar yaptı bizimle. Bana sordu: ‘Sizce karikatürün ya da yeni deyimiyle güldüşün’ün temel sorunu nedir?’ Ben de ‘Bu sanatın temel sorunu bence seyircinin yönlenmesidir diyebiliriz. Eskiden karikatür karşısında seyirci, çizicinin kurgusunu çözmeye çalışan bir insan durumundaydı. Bu kurgu, gülme nedenini bulmak için düşünmeye zorluyordu seyirciyi. Seyirci gülebilmek için kendini zorluyor, düşünüyor, çizicinin kurgusunu çözüyor ve gülüyordu. Ve herşey burada bitiyordu. Oysa biz diyoruz ki, bu sanat diğer sanatlar gibi, seyirciyi, görücüyü devamlı etkileyen yönlendiren bir sanat olsun. Bunun için de seyirci, güldüşün karşısında düşünsün ve sergiden ya da güldüşün karşısından ayrıldığı zaman da düşüncesi kesilmesin; devamlı düşünen, devamlı gördüğünü yorumlayan ve böylece yönlenmiş bir insan olsun. Zaten sanatın tanımı için de, ‘Çağının gerçekleriyle hesaplaşma ve bunun duygusal yönden saptanmasıdır’ diyorum.’ diye yanıtladım.

İlk defa mikrofonda konuşuyor olmak çok zor gelmişti bana, ter içinde kalmıştım. Stüdyodan benim gibi kan ter içinde çıkan İyem de “Resim yapmak çok daha kolaymış” diye söyleniyor, mikrofondan yakınıyordu. Bana göre de öyleydi, neyse. Camlı, çerçeveli, kokteylli ve davetiyeli bu sergide yer alan karikatürlerden birini sergiyi izleyen üstad Cihat Burak satın almak istedi. Şaşırdım. Hemen elini cebine götürdü, benim için yüklüce sayılacak bir para çıkardı ve bana verdi. Sergiden sonra alırım, dedi, paspartu ve çerçeve istemez, ben onu bir kitabın arasına koyarım, aklıma geldikçe açar bakarım. Dediğini yaptım. Ama ne önce, ne de sonra sergilerimde orijinal karikatür satmadım başkaca. Sadece yayımına izin verdim, o kadar. Yürüyenler’i de satmadım.

Bu arada yürüyenler dizisinin birçok çizimi ise daha sonra kaybolup gidecekti. Bunlardan birkaçı, Paris’te açılan bir Türk karikatürü sergisinde, birçoğu da basılmak üzere verildiği ‘Türk Solu’ dergisinde, bana söylendiğine göre, çizimler bu dergide basılmadan önce, bir polis aramasında yitip gitmişti.

Yürüyenler’den geriye kalan çizimlere gelince, yıllar içinde yeri geldikçe defalarca çeşitli yayın organlarında yayımlandı onlar. Derken, afiş oldu, kart oldu, pankart oldu, kitap kapağı, çizgi film oldu, dolandı durdu. Bunlar, sonradan yapılmış biriki çizimin de eklenmesiyle ilk kez bir araya toplandılar, ve işte sonunda bu kitap ortaya çıkmış oldu.

Gerçekte yürüyenlere gelince, sokaklarda ve alanlardaydı onlar hep. İçlerinden Vedat Demirci vuruldu, düştü önce. Öğrenciydi, yürüyordu. Taylan Özgür onun ardından... O da öğrenciydi, yürüyordu. Şerif Aygün sonra... O da yürüyordu, işçiydi. İlklerdi onlar. Son olmadılar ne yazık ki... 28-29 Nisan ‘60 olaylarından, ‘62 Saraçhane Mitingine, ‘63 Kavel Grevinden, ‘66 Çıplak Ayaklılar yürüyüşüne, Mayıs ‘68 üniversite öğrenci işgallerinden, Şubat ‘69 Kanlı Pazar’da kıyıma uğramaya, 15-16 Haziran ‘70 Büyük İşçi Yürüyüşü’nden, 1 Mayıs ‘77 katliamına, ‘83 seçim mitinglerinden, ‘91 Zonguldak maden işçileri yürüyüşüne kadar, yeri göğü sloganları ile, pankartları ile inleterek, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmek uğruna kent yollarını arşınlayıp duruyorlardı. Pekiyi, demokratik hak ve özgürlüklerde genişleme oldu mu, iletişim ve muhalefet kanalları daha mı açıldı, baskıda azalma, refahta artma mı oldu? Bunları bilemem, ama sorarım. Bu ülke insanları kendi gerçeklerini yaşıyorlar mı, bu olanak tanınıyor mu kendilerine, yürüyorlar mı onlar da?.. Günümüzde onlardan rahatsız olanlar artık yürüyenleri kentin dışına atmayı başardılar. Bugün onların kim kime dum duma ücra yerlerde ve ancak kendi başlarına, polis kordonu arasında bir aşağı bir yukarı yürümelerine yasal izin var. Ama yine de belli olmaz, yürüyenlerin damarına pek basmaya gelmez!..

Tan Oral
Şubat 1999 Göztepe
Bu yazı metis kitap sayfasından alınmıştır ve kitabın önsözüdür.
Kitap üzerine çıkmış yazıları okumak için tıklayınız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder