Sayfalar

22 Mayıs 2009 Cuma

Yüzümün Rüzgarıyla Oynuyorum Arada*


* Edip Cansever’den
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

Geyikli Gece, Turgut Uyar, 1959, Dünyanın En Güzel Arabistanı

Bilmiyorum. Yani kaç kere söyledim, hala soruyorlar. Her seferinde söylüyorum. Ben doğum tarihimi bilmiyorum. Kesin bir vakti bilmediğime de seviniyorum. Geniş bir zaman temmuz sonu ağustos başı gibi bir şey… Ama bunu anlatamıyorum. Dil yetmiyor. Eski insanlar bu kadar ayrıntılı bir takvim kullanmıyorlardı diyemiyorum. (Ve şimdi bile eski insanlar derken bu yazıyı okuyacakların az bile olsa küçümseme hissetmesi canımı sıkar) Onların takvimi başkaydı ve ben şanslıydım. Hem az buçukta olsa o takvimi biliyorum ve neden önemli olduğunu anlıyorum. Türkiye de doğa içindeyseniz ve soğuk bir bölgede yaşıyorsanız hava durumuna göre ayarlanmış bir takvimi tercih etmeniz sağlığınıza olacaktır. Örneğin havanın sıcaklarına bakıp mayıs yedisinden önce sobayı kaldırmayın. Sonra arayabilirsiniz. Bu mayıs yedisi (annem hep böyle kullanır) eski takvime göredir. Yani bizim kullandığımız takvimde 21 mayısa gelir. Ayrıca yeni yıl 13 (1) marttadır. Aprıl /epril eski insanların dilinde “nisan” demektir. En güzel aylardandır. Katılıyorum. Sonra onu bırakalım. Anneme soruyorum. Ben ne zaman doğdum. Sen arpalar biçilirken doğdun. Kuşluk vaktiymiş ve onlar tarlada çalışanlara ekmek yapıyorlarmış. Ne ala… Çok seviniyorum. Doğduğum yeri biliyorum. Kimler var onları da biliyorum. Zamanı size bırakıyorum. Yazdır ve sıcaktır o kadar. Gün yok, saat yok, dakikanın hiç önemi yok. Arpalar biçilirken doğdum. Niçin daha fazla ayrıntıya gerek duyuyor insanlar anlamıyorum. (Daha güzel ayrıntılar var hayatta değil mi?)


İlkokul 3. Sınıf başlamış. İlk ev ödevi eve gelip bakıyorum. Televizyonda “Hayat Ağacı” diye bir dizi başlamıştı sanırım. (Aptal bir şekilde açılış sahnesini de anımsıyorum. Duvarda asılı geyik kafasından başlıyordu her şey. Sonra Sam ile esas oğlan yatakta görünüyorlardı. Sonra bütün filmlerde açılış sahnesindeki nesnelere özel bir ilgi başladı bende) Ve ben “oğlan” sözcüğünü yazamıyordum. Çünkü doğru düzgün okuma yazma bilmiyorum. “Olan” yazıyorum yok. Birçok şeyi deniyorum yine yok. Ama bir türlü oğlan yazamıyorum. İnsanların hayatında dönemeç oluyor. Sizi sevmeyi ve sadece o sevmeye birçok şey öğrenebileceğinizi anlatan öğretmenleriniz oluyor. Bir yıl sonra okuyorsunuz. Durmadan okuyorsunuz. Çünkü kış vakti yolları kardan kapanmış, elektriği kesik dağ başında bir köyde yapılacak en iyi şey okumaktır. Hava erken kararır. Ve siz dolunayda aşağılara bakarken derelerin sisle kaplı o gümüşi rengine dalarsınız. Gökte dolunay vardır. Hava açıktır. Dolunaydır. Gaz olmadığı için okumayı yarım bıraktığınız kitabın gemisi o dereleri doldurmuş olan sisin içinden çıkar: Nautilus. Ve dolunaydır. Gümüşidir. O büyük bir meraktır. Büyük bir gezinti... (Anlamadığım o birkaç aptal niye gemiyi terk etmek istiyorlardı.) Geminizin kocaman camdan pencereleri vardır. Bir çocuk için en mükemmel şey Kaptan Nemo’nun Nautilus’na binmektir. Yetişkinliğin o çirkin ve yalancı yüzünde Nautilus’un derinlerinden su yüzüne çıkan kimileri bu sefer Kaptan Ahab’ın Pequod’una doğru yüzeceklerdir. Belki kapalı bir gemidir: Nautilus. Çok kurmacadır; ama Pequod’un yolu birazda oradan geçer. (bazı çocuklar “Kara Balık Nemo”nun kimileri “Küçük Prens”in peşine -de- takılmıştır. )

Gecenin bir vakti oturup kahve içebiliyorum. Ama içki alamıyorum. Çünkü “BC Liqour Store” denen kurumların çoğu saat 9’da kapanıyor ve 11’den sonra içki bulmak uzman işi. Gece 2’den sonra “pub”lar, 4’den sonra gece kulüpleri içki satışını durduruyor. Kolay bir şekilde “kendir” bulabilirsiniz, ama içki bulamıyorsunuz. İçeyim ben bu akşam diyorsanız, erkenden içkileri eve dolduracaksınız. Ya da arabanız ve nereden içki bulabileceğini bilen birileri lazım ki belli bir saatten sonra onlarda işe yaramıyor. Sonra yarım bir şekilde kalıyorsunuz. Alkolsüz dünya mı olur be? Oluyor… Ama alkol denen illet bir başlayınca durmak istemiyorsunuz. İçiyorsunuz uzun uzun… Sonra dünya renkleniyor… Sizi ketum bilen insanlar bile ertesi gün “sen ne güzel İngilizce konuşuyormuşsun” diyebiliyor. Tabii ben hatırlamıyorum o başka…

Vancouver'da sokakta içki içmek yasak ya evinizde ya da bar da filan içebilirsiniz. Yok ben kaçırır öyle böyle sokakta içerim derseniz ceza alabilirsiniz. Çünkü kumsalda ya da sokakta polis isterse ne içtiğinizi kontrol edebiliyor. Sokakta insanlar kendir içiyor ama içki içemiyor. Böyle de tuhaf bir yer. (Mağduruz anlayacağınız.)
Bir de aklıma takılıyor. Süreklilik mi istiyorsunuz? Aşk evlilik dostluk bir şeyler mi tükeniyor? Bunu çözümü rizikolu bir yanıtta... Tersine gidin. Canlanır ya da silinip gidebilir. Ama zaten öyle ya da böyle bitecektir. Kaybetmekten korkmayın yapışmasından korkun…

Bir de ütopyalarımız var. Geceleyin eve geliyorum. Mağazalara bakıyorum. Mağazanın birinde hayatım boyunca tiksindiğim ve tiksineceğim bir zırlama vurgulanarak yazılmış: Life’s too short! Arkada şortlar var tabii. Büyük bir reklamcılık zekâsı... (Lütfen alkış) Vurgusu aptallığı beni çileden çıkarıyor. Uzun yaşamak nedir? Uzun yaşanınca her şey çözülecek midir? Hayat yemek midir? Nasıl bir şeydir? Yani “zevk” mi kısa bunu demek istiyorlar. Çünkü bu reklamın alıcıları için “body”leri kişisel cazibeleri çok önemli. Bu da birkaç on yıl demek sonra çok yaşasa ne olur? Ama hayat çok kısa keyfine bakın. Yeni bir başlık koyalım: 3F Fashion - Fascism - Food / Yazmak dileğiyle diyeyim. Bu başlığı düşünüyorum kısıtlayıcılık geliyor insanın aklına. Acaba diyorum ben insanların tercihleri üzerine başka bir faşizmle mi çıkıyorum? Olabilir. Sıradan faşizme karşı açık faşizm. Sosyalizm (çağdaş ütopyanın diyelim) doğuşunda kapitalizmin onca imkâna rağmen kısıtlayıcı özelliğinin etkisi vardır. Sosyalizm, kapitalizmin kısıtlamalarından doğdu. Ama kapitalistler sosyalist deneyimler üzerinden sosyalizmin sırtına bir kısıtlayıcılık düşüncesini ektiler. Sosyalizm diyen ve mücadele eden bir insan için bu tartışmanın bir yeri yoktur. “Abi sosyalizm güzel ama şu şu da yok” diyen içinse yapılabilecek bir şey yok. Bu iş kimsenin tekelinde değil ters giden bir şeyleri düşünüyorsanız çıkıp siz karşı yanıtını oluşturursunuz. Yoksa dışarıda çamur atanların argümanlarını kullandığınızda “aklınıza” dair kuşkular çıkabilir. Bu işin içinde olanlar zaten öyle böyle her şeyi konuşmak zorunda kalıyor. Ama kısıtlamak üzerinden değil, nasıl gereksizleştirileceği üzerinden düşünüyorlar. Bu gereksizleştirme üzerinden kendiliğindenci ya da müdahaleci bir ton yaklaşımı bulabilirsiniz. Orta sınıftan gelirseniz kaybedecekleriniz üzerinden, benim sınıfımdan gelirseniz olması / yapılması gerekenler üzerinde sosyalizmi düşünürsünüz. Bu tabii her zaman geçerli mi? Yanıtım: İmkânı var mı?

Şayet birisi buna kısıtlayıcılık diyorsa meydan onundur. Ve tersini bize göstemelidir. Yoksa laf-ı güzaftır gerisi.

Benim güzel Can kardeşim bir yaşını doldurdu. Ona bir şeyler göndermek gerekiyor. Bende ona Nautilus’tan bir şeyler ekleyeyim. O koca camlardan:














Bu da Egemen, Doğa ve Can için:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder