Sayfalar

26 Haziran 2009 Cuma

► Dostoyevski Üzerine Notlar / İsmail (Bukka) Kaplan

[Bu yazı Eylülce Dergisi'nin 2. sayısında yayınlandı. Yazı çok dağınık olduğu için elden geçirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden nasıl yayınlandı bilemiyorum. Yayınlanmış halini ya da redakte edilmiş halini okumadım. Buraya biraz geç de olsa koyuyorum.]

Burada biraz dağınık olmakla birlikte Dostoyevski üzerine notları belli başlıklar altında toplamaya çalıştım.

XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı

Türkiye’de ‘klasik yapıt’ anlayışını 1940’ların başında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülük ettiği “Dünya Klasikleri” serisinin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu serinin özel kitapçıların da ‘Dünya Muharrirleri’ dizilerine neden olmuştur. Sonraki yayıncılarda klasik algısını MEB yayınlarına göre oluşturmuşlardır. Bu klasik algısında öğretmenlerin, öğrencilerine bu yazarları/kitapları önermesinin ve bu yüzden tanınıyor olmalarının etkisi büyüktür. Ama MEB klasiklerinden hepsi tutulmamıştır.

Bugün ‘klasikleri okumak’ dendiğinde akla gelen ilk yazarlar Tolstoy, Dostoyevski, Balzac olmuştur. Mesela Dickens o kadar bilinmez (Dickens kitapları da bu seri içerisinde vardır). Türkiyeli okur klasik okumayı önemser ve küçümsemez. Özellikle XIX. yüzyıl Rus yapıtları Türkiye’de temel klasikler olarak kabul görür. (Gogol, Puşkin, Turgenyev, Gançorov, Çehov’u da ekleyerek) Düzenli okuyan nüfus içerisinde Rus edebiyatı neredeyse başattır. Başlangıçta Rus etkisini Türkiye’ye taşıyan Fransız edebiyatı o kadar yaygın bir şekilde bilinmez. Rus edebiyatında Petersburg ve Moskova’nın taşra ilişkisine dair vurgu, aynı dönem Fransız edebiyatında konu olan Paris-taşra ilişkisinden daha güçlüdür. Rusya’daki şehir-taşra konusunun işlenişi Fransa’daki işlenişinden farklı olduğu kadar (biraz abartılı olsa da) bizdeki şehir taşra ilişkisine yakındır. Bir diğer neden ise Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının yaşadığı geç modernleşmedir. Kanımca bu süreçlerin kimi benzer yönleri ve Rus edebiyatındaki etkisi Türkiyeli okuyucunun daha kolay benimsemesine neden oluyor.

Dostoyevski Okumak
Beardayev, Dostoyevski yapıtlarını okuyanları Dostoyevski’ciler ve onu anlamayanlar olarak ayırır. Birinci grup Borges’in öykülerinde vurguladığı imgesi güçlü olan sözünü çağrıştırır. İmgesi güçlüden kasıt kitapta anlatılanları tam ve doğru anlamak değildir. Tam tersine anlatılanlardan kişinin kendinde yeni bir anlam ve kurgu oluşturabilmesi yani imgenin coşmasıdır. Tabii bunun imgesi güçlü herkes için geçerli olduğunu söylemek biraz güç olacaktır. Diğer taraftan kimi okurlar için Dostoyevski sürekli iç karatıcı bir ortamda hastalıklı ve olayların gelişimine müdahale edemeyen karakterleri barındıran, kasvetli sokaklarda ve evlerde geçen, anlamsız ve uzun diyalogları olan tam bir tımarhaneye düşmüşlük hissi uyandıran romanlar yazmıştır. Dostoyevski’nin okunma zamanını Herman Hesse şöyle açıklıyor:
“Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşamaya baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içerisinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık bir izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değirmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi, teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” (Hesse, 1995: 11)
Dostoyevski romanları okuyucu için anlamsızlıkla yıkıcılık arasında gidip gelecektir. Dışarıdan hiç ilgi çekmeyen, dikiş tutturamamış ama bununla övünmeyen birisiyle tanışıp konuşurken size şunu demesi tuhaf gelmeyecektir: “Hayatımın hatası 16–17 yaşımda Dostoyevski okumak oldu”. Bununla birlikte Yeraltından Notları’na bakarak Dostoyevski’de yeraltı (isteseniz underground deyin çok albenili olur) yaşantısı aramak yersizdir. Dostoyevski’nin yeraltı tabiri kalabalıkların arasında görünen ama gerçekte ise dışlanmış kişinin psişik sürecidir. Yoksa Dostoyevski’nin dostları az-çok sosyal bir çevresi, yapmayı sevdiği şeyler vardır. (Aynı şekilde bu Kafka içinde geçerlidir) Bu yeraltının dışa vurumu çılgınlık, tuhaf bir giyim-kuşam ya da yasak olanın peşinden koşma olarak değil; ‘yazı’ olarak ortaya çıkar. Çoğu kişi için Dostoyevski’nin günlük yaşamı çok alelade görünecektir. Geceye kadar odasında gezen etrafın sessizleşmesini bekleyen bu nedenle gecenin geç saatlerde işine koyulan yalnızlığı seven biridir. Kendi başına kalmayı sevmektedir. Cezaevinden çıktığında da istediği tek şey insanlardan uzak olmak ve tek başına kalabilmektir. Zaten Perov’un yaptığı tablosunda tek başına ama güçlü bir duruş halinde görünür ve bu tablonun anlatımı yine Perov tarafından yapılan Turgenyev tablosuna göre çok daha güçlüdür. Resimdeki kişi hakkında bilgi sahibi olmasak bile karanlık bir mekânda oturan bu yeşil paltolu dingin görünüşlü adamın birden kalkıp gidecekmiş gibi gelir. Oysa orada oturmaktadır. Ellerini dizlerinde bağlamış kendi içine yolculuğu çıkmıştır. Belki de içinde dönen süreç onu her an harekete geçebilecek bir şekilde durmaya itiyordur. Anna Dostoyevski anılarında bu tablonun hazırlanışını anlatırken etkisinin ipuçlarını da veriyor:
“Aynı kış, [1871–72] Moskova resim galerisinin sahibi Tretyakov, kocamdan, Moskova’dan özellikle bu iş için gelen ünlü ressam Perov’a portresini yaptırmasını istemişti. Çalışmaya başlamadan önce ressam bir hafta boyunca her gün ziyaretimize geldi; her gelişinde kocamı farklı düşünsel ve ruhsal durumlarda buluyor, onunla konuşuyor, tartışmalar açıyor, bu sırada yazarın yüzündeki en belirleyici ifadeleri, özellikle kocamın sanat[ı] üzerine düşünürken yüzünün aldığı ifadeyi yakalamasını biliyordu. Denebilir ki Perov, Dostoyevski’nin yaratıcı anını yakalamayı ve portresinden yansıtmayı başarmıştır. Çalışma odasına girdiğimde, Fiyodor Mihayloviç’in yüzünde hep Perov’un portresindeki ifadeyi görmüşümdür: Sanki kendi içine bakar gibidir; o zaman hiçbir şey söylemeden çıkmışımdır. Düşüncelerinin içine öylesine gömülmüştür ki hiçbir şey görmez, işitmez, sanki odasına girildiğine inanmak istemez.” (2004: 179)
Yer Tarifi

Turgenyev daha hayattayken eserleri Batı dillerine çevrilen ilk Rus yazarıdır. Turgenyev’in Fransızca çevirileri Dostoyevski’ye göre başarısızdı. Çünkü Rus diline özgü birçok şey yok olup gitmiştir. Dostoyevski’nin yapıtları ise Fransızca’ya ölümünden sonra çevrilmeye başlanmıştır. (1888) Turgenyev daha Dostoyevski ile tanıştığı yıl (1845) Paris’ten yeni gelmişti. Oysa Dostoyevski Petersburg’ta bile gezecek paradan mahrumdu (Tabi kısa bir süre babasından kalan mirası harcamasını saymazsak). Turgenyev yurtdışı bağlarını her zaman sıkı tuttu, dönemin ünlü birçok yazarı ile tanıştı. (G. Sand, E. Zola, G. Flaubert, H. James) Hayatının son yirmi yılını Fransa ile Baden-Baden arasında geçirdi. Bu sırada Dresden’de karşılaştığı Dostoyevski’yle aralarında kötü bir buluşma gerçekleşti. Dostoyevski, Cenevre’den yazdığı 16-28 Ağustos 1867 tarihli mektubunda Turgenyev ile aralarında geçenleri anlatır.

Dostoyevski sürekli kavgalı olduğu geçmişinin etkisiyle Turgenyev ile çekişme halinde oldu. Tam bir Batıcı olan Turgenyev’den tiksiniyordu. Ama kumarda paraya sıkışınca ondan borç istediği mektupları yazmaktan da geri kalmıyordu. Küçük meblağlı bir borcu bile yıllarca sorun oldu. Turgenyev’in kendini beğenmişliğini Ecinniler’de büyük yazar Karmazinov ile roman anlatıcısı delikanlı arasındaki bir konuşmada işledi. Bu karşılaşma mektupta anlatılanların benzeriydi. Karmazinov’da, Turgenyev’de kendilerini birer Alman vatandaşı olarak görüyorlar ve Rusya’nın medeniyet içinde yerini varlığı ile yokluğunun bir görüyorlardı. Dostoyevski mektubunda Belinski Okulu’nun ülkenin başına sardığı devrimci demokratlara ve liberallere karşı olan nefretini ifade etmekten kaçınmıyordu.

Orhan Pamuk’un Önsözleri

İletişim Yayınları’nın Dünya Klasikleri dizisi Orhan Pamuk yönetmenliğinde çıkıyor. Bu yönetmenliği ne derece olduğu tam anlaşılmıyor. Orhan Pamuk’un Dostoyevski romanları için yazdığı önsözleri okuyunca bu mektup ilgimi çekti. Şimdi burada bir hinliğin, Orhan Pamuk’u aşağılama düşüncesinin olduğunu düşünebilirsiniz. Şayet öyle düşünüyorsanız önce Orhan Pamuk’un yazdığı önsözleri okumanızı öneririm. Ayrıca eleştirme hakkımız her zaman var. Belinski’nin eleştiri üzerine yazdığı notu daha açıklayıcı olacaktır: “Aslında, eleştiri herkes için korkunç bir silah olabilirdi, eğer kendisi de eleştiriye tabi olmasaydı.” (1989: 130). Herhangi bir yazarın Nobel ödülü alması, ünü, kitaplarının başka dillere çevrilmiş olması eleştirme hakkımızı elimizden almaz. Diğer yandan ırkçı zihniyet ile yan yana düşeceğiz korkusu ile de eleştiriden kaçınmak en büyük körlük olacaktır. (Irkçı zihniyetin aklı yetersiz eleştiri yazıları altındaki öldürme isteklerini biz de okuyoruz ve hiçbir şekilde sevinilecek bir şey görmüyoruz)

Dil ve dilin bir uzvu olarak yazı algıyla düşüncenin durduğu yeri en iyi gösterendir. Bazen anımsadıklarımızla anlamak istediğimizle uyuşmaz. Bazen anlamak istediğimiz şekilde anımsayabiliriz. Bu anımsama kafamızdaki bir şablona göre geçmişi oturtmaktır. Nedense bu şablon hep ‘başka’larında vardır.

Orhan Pamuk dizideki beş Dostoyevski kitabına önsöz yazmış. (Sonradan yayınlanan kitaplara ulaşma imkanım şimdilik yok) Sadece iki önsöze değineceğim. İlk olarak Yeraltından Notlar’dan başlayayım:

Orhan Pamuk yazdığı bu kısa önsözde ilk ve ikinci okumasını karşılaştırıyor. İkinci okumasına dair değerlendirmeler: “Bugün ikinci okumamda, benim için asıl konunun ve kitabın enerjisini veren asıl şeyin ne olduğunu daha rahat söyleyebilirim artık: Avrupalı olamamak kıskançlığı, öfkesi ve gururudur bu” (s. 6) Hatırlamamız gereken ikinci nokta ise Yeraltından Notlar’ın önce bir fikir yazısı olarak tasarlanmasıdır. Dostoyevski’nin ilk niyeti Çernişevski’nin bir yıl önce yayınlanmış olan romanı Ne Yapmalı kitabı hakkında bir eleştiri yazmaktı. Batıcı, modernleşmeci gençleri arasında çok tutulan bu kitap, yalnızca bir roman değil, aydınlanmacı, pozitivist iyimserliğin bir ders kitabı niteliğindeydi. (s. 8) Doğrudan bir Batı karşıtlığı ya da Avrupa düşüncesine düşmanlıktan çok Avrupa’dan gelen düşüncenin kendi ülkesinde kullanılış şekline isyanıdır bu. Akılcılık, yararcılık ya da ütopyacılığın hayalperestliğinden çok, verdiği basit sevince öfkeleniyordu Dostoyevski” (Pamuk, 2000: 8). Okuma niyetinize ya da algınıza göre Notlar’da varoluş tartışmasını da Batıcılığa karşı nefreti de görebilirsiniz. Ama Orhan Pamuk, önsözde, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı adlı romanın Türkçe ilk basımında Dostoyevski’ye dair küçültücü bir önsöz yazıldığından bahsediyor:

“1970’lerin ortalarında Türkçeye çevrilip Dostoyevski karşıtı bir önsözle (gerici, karanlık, küçük burjuva) İstanbul’da yayımlandığında Sovyetler Birliği hayranı genç komünistlerce aynı çocuksu, determinist, ütopyacı hayalperestlikle karşılandığı için Dostoyevski’yi bu kitaba öfke duydurtan şeyin ne olduğunu kendi yüreğimden çıkarabiliyorum.” (2000: 8)
Evet, bende yüreğimden bir şeyler çıkarabiliyorum. Bu kısa alıntı o kadar şeyi anlatıyor ki, sıra ile gidelim. Orhan Pamuk’un bahsettiği kitabın çevirisi Güneş Bozkaya imzasını taşıyor. Birinci baskısı Yar Yayınları tarafından Ağustos 1972 tarihinde yapılmış. Kitapta Güneş Bozkaya imzasını taşıyan Önsöz Yerine başlığıyla bir tanıtım yazısı var. Benim elimde kitabın üçüncü baskısı (1976) mevcut. Kitabın ikinci baskısına çevirmence yeni bir önsöz daha eklenmiş. Bu iki önsözü de okudum. Ama hiçbir yerinde Dostoyevski’ye dair küçültücü ve karşıtı bir ifade görmedim. Yine de yazı içerisindeki en ağır gelebilecek bölümü aktarayım:“Ama ne yazık ki ‘Ecinniler’ başarılı bir eser olmaktan çok, yazarın yaşadığı çağın gerçekten yeni insanlara baştan başa bir iftira, çirkin, iğrenç bir hakaret olmaktan ileri gidemiyor.” (Bozkaya, 1976: 31) Şimdi insan soruyor: “Acaba anladığımıza uygun gelecek şekilde mi anımsıyoruz?”.

Nasıl Yapmalı’nın çevrildiği dönemde Sovyetler birliği hayranı çok genç komünist yoktu. (73 Atılım’ını gerçekleştirenler saymazsak) En azından Türkiyeli okuyucular için bu tuhaf kaçıyor. Anlatmak istediğim 1972 yılında Sovyetler hayranı genç devrimciler diyebilirsiniz. Dönem gençliğine bakarsak ‘komünist’ten çok ‘devrimci’ tanımını kullanılır ve Türkiye’de bu daha anlaşılırdır. Bunda 141. ve 142. maddenin etkisini yok saymıyorum. Genç komünistler biraz çeviri kokuyor. Ama tersinden. Ünlü bir yazarın ülkesindeki Dostoyevski dizisine yazdığı önsözü dilinize çevirseniz biraz bürokrasi kokan genç komünistler deyimi genç devrimcilerden daha derin manalı gelecektir. Türkiyeli okuyucu için basılan bir kitabın önsözü değil sanki okuduğumuz; başka bir ülke okuyucusu için yazılmış. Bir diğeri İstanbul’da yayınladığında diyor Orhan Pamuk. Başka nerede yayınlanacaktır? Türkiyeli her okur şunu bilir: Bu ülkede basılan kitapların büyük çoğunluğu İstanbul’da basılır. İstanbul diyerek malumun ilanına gerek yoktur. Mesela, Andre Gide’nin “Henry Michaux’u Tanımak” adlı kitapçığı 1985 yılında Sivas’ta basılmış. Bu belirtilir ve bence ilginç bir nottur. Alıntıdaki İstanbul vurgusu Türkiye’de yaşayan yabancı bir gazetecinin Türkiye’yi ülkesinin insanlarına anlatmasına benziyor. Herhangi bir kimsenin nasıl yazdığına karışma hakkımız var mı diye sorulabilir. Yazdığı ile düşündüğü arasında bir paralellik görüyorsak eleştirmeye hakkımız her zaman vardır. Peki, İstanbul, bir kitabın yayınlandığı yer olarak belirtilmez mi? Belirtilir, özel durumlarda veya Türkiye dışından okuyucular için. Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin, Nasıl Yapmalı’ya ve Çernişevski çevresine karşı yürekten duyduğu öfkeyi hissettiğini söylüyor. Burada bir yanlışlık var. Orhan Pamuk bu öfkeye hak veriyorsa şu anda durması gereken yer daha çok İsmet Özel’e yakın düşüyor Avrupa’ya değil.

Ve “Cinler”

Cinler’in esin kahramanı Naçeyev’dir. Naçeyev’in organize ettiği ve öğrenci İvanov’un öldürülmesi ile sonuçlanan bir cinayet işlenmiştir. İvanov, Naçeyev’in yalan söylemesinden kuşkulanıyordu. Naçeyev devrim için her şeyi mubah gören birisiydi. Bu cinayet kısa sürede çözülmüş ve ülke de büyük bir yankı yaratmıştır. Yurtdışına kaçan Naçeyev Rusya’ya geri getirilmiş ve Petropavloks’a konmuştur. Burada dokuz yıl kalan Naçeyev 35 yaşında ölmüştür. Kendisini kurtarmak isteyenlere bunun yerine çarı öldürmelerini istemiştir. Naçeyev geç kalmış bir jakobendir. Korkunç bir kahkahası vardır ve karanlıkta insanı ürpertir. Yüzyılların adaletsiz düzenini yaratanlar ondan kopamayanlar için Naçeyev anlatılamayacak derece de çirkin, iğrenç bir yaratıktır. Naçeyev olayı Rusya’da devrimci demokratlara (Narodnikler) karşı kullanılmıştır.

“Dostoyevski bu cinayet aracılığıyla dramlaştırdığı Rus Nihilistlerinin ve Batıcılarının ruh dünyalarına girerken aslında bütün “yeni dünya,” “devrim,” ve “ütopya” hayallerinin arkasında bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik güçlü bir iktidar isteğinin yattığını olanca açıklığıyla gösterdi. Bu yüzden ilk solculuk heyecanlarım içinde Cinler’i okurken sanki yüzyıl öncesinin Rusyasından değil, bana gırtlağına kadar şiddete dayalı radikal siyasete batmış Türkiye ile ilgili bir hikâyeyle karşılaşmışım gibi gelmişti. Bütün o dünyayı değiştirme isteğinin, bir yerlerde bir örgütler olduğu hayalinin, içten devrimciliğin ya da adam tavlayıp kafakola almanın, bizimle aynı dili konuşmayan ve aynı görüşü paylaşmayanları kahredici bir şekilde aşağılama zevkinin gizli dilini, ruh hallerini Dostoyevski sanki bana korkutucu bir sırrı fısıldar gibi öğretiyordu. O zamanlar bu roman hakkında niye konuşulmuyor diye sık sık düşündüğümü hatırlıyorum. Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyleyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimi veriyordu.

Bu korkunun ve kişiselliğin bir başka nedeni vardı. Aynı yıllarda, yani Cinler’in yazılıp yayınlanmasından ve Neçayev cinayetinden aşağı yukarı yüz yıl sonra bir benzeri de Türkiye’de Robert Kolej – Boğaziçi Üniversitesi’nde işlendi. Aralarında sınıf arkadaşlarının da bulunduğu bir devrimci çevre, daha sonraları kayıplara karışan şeytani ve zeki bir “kahramanın” cesaretlendirmesiyle, ihanet ettiklerine inandıkları, ararlındaki bir “haini” kafasına lobutlar vurarak öldürmüşler, cesedin bir bavula koyup bir gece sandala Boğaz’ın öteki yakasına geçirirlerken yakalanmışlardı. Bu devrimci çevrenin cinayete kadar varan radikalizmini, “en tehlikeli düşman en yakın düşmandır, demek ki aramızdan ilk ayrılandır” fikrini Cinler’i okuduğum için kendi yüreğimde hissederek anlamıştım” (Pamuk, 2002: 7-8)
Analoji yapmak tehlikelidir. İklimin diğer öğeleri de Türkiye’de aranabilir. Örneğin yazar Karmazinov’un kim olduğunu düşünebiliriz. Tabii romanda Karmazinov, Dostoyevski’nin Paris’ten ülkesine bakarken bir teleskop almasını önerdiği Turgenyev’di. Ama Türkiye’de kim olabilir?

Türkiye tarihinde olmuş ve hiçbir şekilde savunulamayacak olan kolej öğrencilerin işlediği bir cinayet ile insanlarını adaletsiz bir düzene başkaldırısını hemencecik kesip atmak ne kadar kolay. Bu başkaldırının dili suçlanırken acaba başkaldıranlara yönelik iğrenç ötesi dile / yapılan işkencelere / idamlara ne diyeceğiz? Ne yazık, toplumların / kişilerin eylemleri ağır sonuçlar ya da unutulamayacak yüzkaraları bırakabiliyor. Bunu düşünerek ne kadar eylemimizden kaçınabiliriz? Kaçtığımızda istenilmeyen olaylar olmayacak mıdır? Radikal siyasete karşı devir uzlaşma devri. İnsanları reklâmlara, yalana, yoksulluğa, haksızlığa, açlığa boğan bir dünyada radikal siyaset yokluğu vardır. Görüntü uzlaşma ile değil radikallikle yıkılacaktır. Aklın radikalliğiyle, gerçeğin yetersizliğini radikal düşüncemizle yıkabiliriz. Şimdi Radikal düşünce deyince kimilerinin aklına ele silah alıp dağa çıkmak, kafa göz yarmak dışında bir şey gelmeyecek. Acaba entelektüel şiddet mi demeliydim?

Dostoyevski’nin fısıldadığı başka şeyler de vardır. Bunlar sanırım gözden kaçmış. Kişinin özgünlüğü (aslında yazarın özgünlüğü) çoğu zaman çok kolay görünen aynılığı değil farklılığı keşfetmesidir. Yoksa Dostoyevski kitaplarından birçok Türkiye göndermesi çıkabilir. Bu göndermeleri kullanmak fazlası ile tehlikelidir. Türkiye’nin Batı ile ilişkisi hiçbir zaman Çarlık Rusya’sı ya da Sovyetler Biriliği’ndeki kadar olmamıştır. Türkiye’de dinsel fark Rusya’dakinden çok daha fazladır. Birçok nokta eklenebilir. Ama Türkiye devrimci mücadele tarihine bakarken çoğu Batılı araştırmacının negatif Sovyetler yorumuna sahip bir yazı okumak (özellik Doğulu bir yazardan) rahatsız edicidir. Zamanın da birçok zorluğa katlanmış olan Çernişevki’nin Sovyetler Birliği’nde kahraman ilan edilmesine karşı Çernişevski’yi karşı ağır yazılar ele alan Batılı araştırmacılara bakarak Rusya’yı anlamanın güç olacağı gibi. Ecinniler’e bakarak yenidünya arayışına saldırmak ancak varolan adaletsizliğe gizli ve haklı gören sevgimizden başka bir şey olamaz. Eğer sorun içerdeyse çözümde orada, yakında olacaktır. Siyasi süreçlere müdahale etmek çok zor, rizikolu ve tedirgin edici bir iştir. Böyle bir örgütlenme de kişilerin ertelenmiş kuşkuları varsa, içlerinden geçenleri ifade edemiyorlarsa; O yapı ne kadar kendini başkaca tarif etse bile (liberal, özgürlükçü vs.) ‘baskı’ mekanizmasını kullanacaktır. Biraz da sorun buradadır.


Kaynakça: 
Belinski, V. G. (1989) Yazılar, Çeviren: Mazlum Beyhan, Yön Yayıncılık, İst.
Bozkaya Güneş (1976) “Önsöz Yerine” Nasıl Yapmalı, Yar Yayınları, İst.
Hesse, Hermann (1994) “Dostoyevski Nasıl Okunmalı” Kitap-lık, Çeviren: Ahmet Cemal, Sayı 5, İst.
Dostoyevski, Anna (2004) Fyodor Dostoyevski Bir Yaşam - Anılar, Çeviren: M. Tahsin Yalım, Remzi Kitabevi, İst.
Pamuk, Orhan (2000) “Önsöz - Aşağılanmanın Zevkleri” Yeraltından Notlar, İletişim Yayınları, İst.
___________ (2002) “Önsöz - Cinlerin Korkutuculuğu” Cinler, İletişim Yayınları, İst.

1 yorum: