Sayfalar

29 Nisan 2009 Çarşamba

• Şaşmak ama anlamamak










Şaşmak iyi oluyor.
Heralde hayatta şaşkınlıklarımız olmasa bir şeyler öğrenmeyeceğiz ya da öğrendiğimizi gösteremeyeceğiz.
Şaşmakla aptallaşmak. Şaşmakla meraklanmak arasında bir fark var sanırım.
Örneğin ülkenizden çok uzak bir mesafede olmak illa insanın kişiliğini tersine çevirecek anlamına gelmiyor. Hadi dürüst olalım. Örneğin "kişi olarak içimde taşıdığım ve ülkemde yaşayamadığım o gizli istekleri yaşama peşinde filan koşuyor" gibi görünebilirim. Daha ne olsun ülkemde yasak olan bir şeylerin yapıldığı/içildiği bir yere gidiyorum ve olanları yazıyorum. Kesin bende onlardan aşağı kalmamışımdır. Böyle düşünenlere bir şey diyemem. Şaşkınlık farklılıkla başlıyor ve ülkenizde olmayan şeyleri anlatarak bunu yaratabilirsiniz. Olduğunuz yere özgü olan şeyleri anlatarak tabii. Şimdi çıkıp ne desem de anlamı olmayacak. Bu yüzden isteyen yazdıklarımdan bana dair istediğini anlayabilir.
Sokakta çırılçıplak parti yapan bir toplamı yazsam hemen okunacak ve şu düşünülecektir. Acaba bunu yazan ne yaptı? kimisi "seni de kaybettik" ve ya "ben zaten bunun böyle tozutacağını biliyordum" "o içinde ne gizli emeller taşıyordu tarzı nutuklar çekeceklerdir. Örneğin otobüsü kaçırdığım için sabaha doğru 3, 4'te eve yürümek zorunda kaldım desem bu ilgi çekmeyecektir. Ve "ne boş şeyler yazıyor" denecektir. Ki bunların kimisi çok yakın dostlarım olması en adi durumdur. Açık soyleyeyim. Bir yazan olarak, bir bok yapmadım. İzledim ve geçtim. Budur... Ama bir şey öğrendim. Hem de buradaki insanlara bakarken değil gördüklerimi insanlara anlattığımda... Kimi dostlarım benim için artık kayıptır. Geri gelmesinin anlamı yoktur.
Aynı şekilde bir ülkede yaşanan görünen ve anlatılan durumlar ne kadar korkunçta olsa gerçektir ve vardır. Yani savaş meydanını anlatan gazeteci acaba insan öldürüyor mudur? O da savaşın içinde midir?
Ama içimde bir milyon iki buçuk tane gizli amaç var. Keh.... keh...
Okuduklarınızdan her şeyin kolay gittiğini düşünüyorsanız da öyle bilin iyidir. En azından kimi arkadaşlarımdan gelen iç karatıcı haberlerin terini alır.
Unutmadan... Kafayı bulmak istediğimde benim tercihim: alkoldür. Hiç bir şey dostlarla oturulmuş, bahçe içinde bir rakı sofrasının yerini alamaz... Sağlıcakla... İşe gitme vakti geldi....
Şimdi işimizi güzel bağlayalım... diyecektim ama fotograflar yukarıda...
Son fotoğraf ev arkadaşımın yaptırdığı özel çalışmadır.

26 Nisan 2009 Pazar

• 4/20 Celebrity in Vancouver

Çalıştığım yerde Ahmet abiye anlatıyorum. Ha diyor: " 'Neşe' mi? Güzeldir be o". "Onu içen hiç kötülük etmez". "Biz 'neşe'" deriz ona diyor. Ahmet abi Çin'den gelmiş. Uygur Türk'ü. Önce Quebec'e gitmiş dört yıl kalmış Fransızca öğrenmiş. Sonra Vancouver'e gelmiş. İngilizce öğrenmiş. Ardından iş yerinde çalışanlardan Türkçesini geliştirmiş. Türkiye Türkçesini öğrenmiş. "Biz sizi anlıyoruz da diyor siz bizi anlamıyorsunuz." Artı üzerine bir de Çince Mandarince biliyor. Çinlilerin büyük bir kısmı ve Çin devleti Mandarinceyi kullanıyor. Hong-kong ve çevresi ile Kuzey Amerika'daki Çinliler ise Cantonesa - Kantonezyi kulanıyorlar.

Neyse pazartesi günü arkadaşlarla şehir meydanına gittik. Bizim çocukluğumuzdan beri "kendir" diye bildiğimiz. Koştuğumuz bahçelerin içinde büyüyen 80'lerin sonuna doğru jandarmaca yasaklanan; tohumunu bazen kavurgalık yapıp yediğimiz bazen kuş yemi kullandığımız bitkinin kutlaması vardı. Annem bu bitkiden güzel urgan yapıldığını çok sağlam olduğunu anlatmıştı. Daha yaşlılarda nasıl yaptıklarını anlatmıştı ama şimdi çok anımsamıyorum. Yasak denilen dönemde bazı köylülerin gizlice üç beş tohum yetiştirdiğini anımsıyorum. Kutlamanın amacı hükümettin "kendir"i serbest bırakılması için. Ama zaten fiili olarak serbest. Burada sigaradan daha çok kendir içiliyor. Sokakta yürürken insanlar yakıyor ve içiyorlar her yerde kokusunu alabilirsiniz. Ama denildiğine göre kendir kokusu ile kokarca kokusu birbirini benziyormuş. Eğer Pender St. üzerinde Amsterdam kafeye giderseniz beşten sonra sigaranızı içip çıkabilirsiniz. Orada serbest ve tek bildiğim serbest yer. Zaten Chinatown ile Downtown arasında bir yer.

Art Gallery'in olduğu meydan gittik. Sanırım beş bin kişi vardı. (Ki gazete de o kadar yazıyordu) Ama gelip gidenle en az bir 30 bin kişi uğramıştır. Herkes kendir içiyor ortada her çeşit satılıyor. Çiğnemelik, içmelik, kek hali, direk bir tür torbadan duman olarak... İnsanlar bir tuhaf herkes kendi halinde kimis kusmuş. Genelde kenar mahhallerden gelmiş çocuklar ve "crazy"lerle belli bir yaş üzerindeki zat-ı muhteremler... Ve bir de biz... orada burada "dana" gibi bakanlar. Bir ara kalabağın üstünü duman sarıyor. Sonra yeniden... yeniden... İnsanlar bir süre sonra sigaralarını paylaşmaya başlıyorlar. Elden ele bir ton şey içiyorlar. Sonra kalabalık arasında birisini üçüncü kez gördüm. Bu şehir küçük. Çok sevindim. Söylebilirim. Bizim gibi sıkıntılı bir halde insanları izliyordu. İnsanlardan ayrılıp işe doğru giderken yürümeye başladığımda bir anda tuhaf bir şekilde zamanın yavaşladığını ve binlerce şeyi düşünmeye başladığımı fark ettim. Kendirin dumanı bile beni etkilemiş. Seslerin bazıları resmen etimi kesti. İşe gittim ve çalışmaya başladım. Ahmet abi ile konuşmaya başladık...

Gecenin 3'ünde işten dönüşte ise Main St. ile M. Hastings St. kesiştiği yerdeki kütüphanenin önünde onlarca "junk" görüyorum. Bunlar kendiri aşmış arkadaşlar... Sarı ışıkların altında arka sokakların arasında onlarca insan bir şeyler yapıyor ve çöplerin başında bekliyor. Kimileri bir tarafa doğru gidiyor kimileri geliyor. Burası Vancouver'ın en tehlikeli noktası olarak biliniyor. Bu kütüphanenin önünde gündüzleri yüzü aşkın insan olurken geceleri en azından bir 50-60 kişi oluyor... Korkulacak bir şey yok... Sadece düşmenin ne demek olduğunu ya da "underground"ın nerede olduğunu görüyorsunuz. Benim öğlen gördüklerim basit bir cesaret işiydi. Bir tür sıradan insanın lüks binaların içinde kendince nanik yapışı gibi geliyor. Ve aslında nanikten daha çok ona yakarışı; beni kabul et der gibi görünüyor. Ama gece gördüklerim artık cesaretle filan anlatılamayacak dönüşsüz bir yerdeydiler.

Bir de buranın çok güzel radyo istasyonları var.

Gecenin bir yarısı Garden Bread'den alınmış kahve bitene kadar insanı sokaklar da gezdiriyor. Eve giremiyorsunuz. Birinci ek 1999 yayınlanan ve bana çok şey anımsatan Red Hot Chilli Peppers Californication'ın 10. yılına gelsin. (Bu arada para ve vize işini halledebilirsem Seattle - San Francisco yollarına düşmek şart oldu) Diğeri gece yarısı bana eşiklik eden RAGE'den gelsin. Guerilla Radio - RAGE - Rage aganist the machine Şimdilik birazda fotoğrafla işi bağlayalım....

















22 Nisan 2009 Çarşamba

Suç ve Ceza / F. M. Dostoyevski

[Svidrigaylev Yangın kulesini bekleyen Yahudi itfaiyeciye yaklaşır. İtfaiyeci uykulu bir şekilde bozuk Rusçasıyla konuşur]

— Ne aramak burada siz?
— Hiç, kardeşim, dedi Svidrigaylov. Merhabalar!
— Burası var yasak.
— Ben başka bir ülkeye gidiyorum da kardeşim.
— Başka ülke?
— Amerika’ya gidiyorum.
— Amerika’ya mı?
— Svidrigaylov tabancayı çıkardı cebinden, horozu kaldırdı. İtfaiyeci kaşlarını çattı.
— Ay be, ne bisim (biçim) bir saka (şaka) bu, burada olmaz!
— Niçin olmazmış?
— Yeri olmamak çünkü...
— Boşver kardeşim, olmasın varsın. Güzel bir yer. Sana sorarlarsa, Amerika’ya gitti dersin.
Namluyu sağ şakağına dayadı. İtfaiyeci fırladı yerinden, gözleri yuvalarından uğramış, bağırdı;
— Yo, hayır, burada olmak yok!
Tetiği çekti Svidrigaylov.

s. 600–601

Dostoyevski, F. M. (2007) Suç ve Ceza, Çeviren: Ergin Altay, İletişim, İstanbul

19 Nisan 2009 Pazar

17-18 Nisan 1999... Yoldaşım Hüseyin Duman'ın anısına

Varolmak için mi yaşıyorduk yoksa başka bir amacımız mı vardı?
Sordum bunu kim bilir daha kaç yaz deliliğime

Ergin Günçe • 1948 Yazına Güzelleme

Zaman geçer... 10 yıl sonra çokta konuşmadığım bir şey üzerine yazmak tuhaf... (Konuşmadığım için yoldaşlarımın hakkımda tuhaf efsaneler uydurması da başka bir enterasanlık) Ama zamanı gelince anımsıyorsunuz. Dün, hiç düşünmeden arkadaşa tarihi sormak geldi içimden. "17 Nisan" dedi. Tek diyebildiğim "10 yıl olmuş" oldu. Yani ki bir dünyadan çıkmışız, bir soruyu yanıtlamışız. Tercihimizi belirlemişiz. Ya da bir dilemmanın yanıtını hızlıca vermek zorunda kalmışız. Unutamazsınız. O an aklınıza gelir. Hala nisan mayıs ayında rüyamda mantar toplamaya gittiğimi görüyorum. Çünkü çocukken o zamanlar hep mantar toplamaya giderdik. Gece gözümüzü kapadığımızda hep ilk gördüğüöüz mantar olurdu. Bazen aynı zamanlarda rüyamda mantar görüyorum. Bu da öyle bir an geldi. Ki mantar örneği çok komik gelebilir. Eğer geçiminiz ona bağlıysa hiçte komik değildir.

Sokaklarında Ankara'nın ertesi günkü seçimler öncesi son yürüyüşümüz de Önder Ergönül'ün bizi Atatürk Bulvarı'nda toplayarak yaptığı konuşmasını hatırlıyorum. "Yoldaşlar bir saat önce İstanbul'da parti kortejine bir saldırı olmuştur. Ve yoldaşımız 'Hüseyin Duman' katledilmiştir." Ersin'in omzuma yaslanıp ağladığını, o an içimizde olan yakıp yıkma isteğini hatırlıyorum. Hepimiz için en tuhaf andı. Kitlelerin gücü nedir derse birisi o an'da derim ama imkanı yok sanırım anlatmanın.

Saati bekliyorduk. Partiye gidecektik. Aydemir Güler, 17 Nisan'da saat 17:17'de 17. sıradan konuşmasını yapacaktı ve ben 17 yaşımdaydım. Üç kişi partiye gidemedik. İki yoldaşımla beraber (Hüseyin ve Erhan)çevik kuvvet otobüsündeydik.Ki tam bir cehennemdi o otobüs. Ankara Emniyet müdürlüğüne gidişimizi yediğimiz küfürler ve sopaları gitmekle, kalmak demenin ne olduğunu... Emniyet müdürlüğü içinde gezdirilirken yanımızdan geçen ve muhtemelen başka bir örgütten olan arkadaşı gördüğümüzde hepimizin yüzünde oluşan yalnız değiliz düşüncesini. Fotoğraf çektirmenin parmak izinin düşünmenin yerini ve verilmiş bir kararı. Eve kardeşlerimle dönüşümü. Polise muhaveket ve hakaretten aldığım ve 17 yaşımda olduğum için dört aya düşürülen hapis cezamı. (Ki bunu kardeşlerim ve çoğu okuyan ilk kez öğreniyor) Sonra cezamın ertelenişini. Ama başımda beş yıl gezen bir kılıca dönmesini. Ve yaşadıklarımın bir nevi intikamını 2002 seçimleri öncesi yeniden Ankara Emniyet müdürlüğüne gidişimizde parmak izi vermeyerek alışımızı hatırlıyorum.

1999 baharı benim için muhteşem bir zamandı: ruhu ve duygusu vardı. Belki şu an tek derdim onu yeniden yakalamak. Öldürmemek. Alışmamak. Vazgeçebilmek. Yetinebilmek. Gerektiğinde yetinmemek. Hüznümüzün, huzursuzluğumun her devir bizimle gezeceğini bilmek. Burada arkadaşla konuştuğumuz gibi herkesin bir hikayesi var ve tahmin olsalığınız ne yaşadıklarını bilmeniz imkansız.

Başka şeylerde hatırlıyorum.
O günler de "Fight Club"ı izlemiştim. Kavaklıdere sinemasından çıkıp bir nisan günü Kızılay'a yürümek çok güzel gelmişti. 23 Nisan tatiliydi sanırım ve insanlar sokakları terk etmişlerdi sanki. Hafiften yağmurlu bir gündü. Olgunlara uğramıştım. 10 yıl sonra farklı bir yer benzer bir hava aynı heyecan. Bütün sokakları gezme heyecanı.

Bir kaç yıl sonra Adam Sanat'ın Ergin Günçe'nin bilinmeyen şiirlerini yayınladığı sayısını arıyordum. Elimde derginin sayısı vardı sadece. Dergiye ulaştığımda ilginç bir tarihti: "Nisan 1999"
"Hüznümüz imkânımız seninle iç içedir
bir tanrı bulsak yolda; alır eve getiririz
ve okşarız ve kilime oturturuz

kimse bir halk kadar dayanıklı olamaz
susuzluğa, yalana ve mavi ispirtoya
buğday yüklenmiştir, güzel bir de yüzü var

Kahraman değildir, alkıştan incedir
Halk kadar dayanıklı bir şeytandır acıya
Sessiz bir süzülüştü, Aşktı ve gençtik daha

İşte Eylül de bitti bütün Eylüller gibi
Yaz uzak bir arkadaş gibi unutulur yakında
Mektupların arası zamanla uzar"
Ergin Günçe (Bu şiirler kitapları arasında bulunmuş ve ilk kez Adam Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır. Nisan 1999 • Sayı: 161)

Şimdi bir mekanda oturmuşum yağmurun yağışını izliyorum.
Hani diyor ya Cemal Süreya:

"Ah şimdi benim gözlerim
Bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor
Bir kadın gömleği üstümde
Günün maviliği ondan
Gecenin horozu ondan"(*)

Öyle işte. Hepinizi öpüyorum.

(*) Cemal Süreya "Yazmam Daha Aşk Şiiri" • 1957 • Üvercinka (1958)

"Uzun eski bir dosta mektup" / Süleyman Okay

Bu mektup 2001 yılında "soL" dergisinde yayınlanmıştı. Bende internette yayınlanınca kaydetmiştim. Uzun süre sonra bir yerden çıktı ve ben de dergide yayınlandığı halde koyuyorum. Blog başlığı bana ait.
Bu mektubu Dostoyevski'nin Ecinniler'inde anlattığı toplantının başka bir okuması olarak görüyorum. Başka türlü bir bakış ama anlayabiliyorum. Her ikisini de....

Ölümünün ikinci yılında Süleyman Okay anısına...
Bundan iki yıl önce 20 Eylül 1999 günü aramızdan ayrılan, şair, İnsan Hakları Derneği ve Halkevi Antakya Şubesi Başkanı, tüm bir ömrü mücadeleyle geçen Süleyman Okay’ı, onun mücadele arkadaşı Yalçın Ergönül için kaleme aldığı bir yazısıyla anıyoruz. TİP’in ve Dev-Genç’in Antakya kurucusu Ergönül, 1970 yılında evinin bahçesindeki bir turunç dalında asılı bulunmuştu. Resmi kayıtlara “intihar” olarak geçen bu ölümün ardındaki sis perdesi hiçbir zaman ortadan kalkmadı...


Kirvem

Kimi günler sıkıntılarımız tedirginliğe dönüşür, yorgunlukla bütünleşerek katmerleşirdi.

Terk edilmiş, bakımsız bahçeler gibiydi yalnızlığımız. İnsanlar ilgisiz, kıyımızdan gelip geçerdi.

Kimi dostlarımız, bizimle gözgöze gelmemek için hızla köşeyi dönerdi...

Toplantı günlerinde, akşamı beklemek güçleşirdi. Zaman kısa ve ağır adımlarla yürürdü. Kuşlar yuvalarına geç döner, evlerde ışıklar geç yanardı sanki...

Akşamları yakaladık mı birden, ayrı ayrı yollardan yürüyerek, telaşla doluşurduk odana.
Kapalı olurdu sınırı gecenin. Tuzaklar yoğunlaşır, derinleşirdi. Gölgeler yolboyu uzanırdı ardımızda, soyut birer düşman gibi, yapış yapış...

Delikanlılar, kızlar hakedilmiş bir karşıtlığı kuşanarak girerlerdi içeri.

Giz’li fısıltılarını, endişelerini kapıda bırakarak odaya girmeleri, daha bir canlılık verirdi onlara. Sevecen bakışlarını düşürürlerdi üstümüze. Bakardık ışıklı gelişlerine, büyürdü yüreğimizdeki korlu alev...

Bir bütünün parçalarından, yeni bütünler oluşturma çabalarımız, açmazlara düşürürdü bizi. Ne çok azdık o günler Kirvem, ama ne çok bağlıydık birbirimize...

Çoğu geceler, fırından yeni çıkmış, altın kabuklu ekmekler donatırdı soframızı. Hızla bir gider, bir gelirdi ellerimiz zeytine, peynire. Arada bir “Arap kebabı” hazırlanmışsa, senin o küçük ve saydam damacanandan süzülerek bardaklara boşalttığın kaçak rakıyla bütünleşir, renkli imgelere dalardık...

Sonra gece kara saçlarını tarayarak gelir, başköşeye otururdu. Birden soğurdu odamız. Hastalık günlerinde sen battaniyeye bürünürdün, biz üşürdük. Bir soba ya da bir mangal ateşinin varlığını düşlerdim. “Ateşin niye yok” diye gırgırına sorardım sana. Bozulurdun, öfkeli bakışlarını devirirdin üstüme. Ateşlere, yanmalara ilişkin dizeler mırıldanırdın bir süre, ısınırdı içimiz...

Sonra yüzündeki gölgeleri siler, gözlerindeki kırık ışıkları bütünleştirir, gülücüklerini takınarak yanıt verirdin bana: “Gereği yok” derdin “günün birinde içeri düşersek, eloğlu çıplak betonda yatırır bizi. Bu nedenle bağışıklık kazanmak zorundayız”. Gençlerle aramızdaki o ince perdeyi yırtamadığımızdan, “bulduk da, yakmadık mı” diyemezdin...

Elden ele dolaşan yapıtlar arasında yitip giderdik bir süre. Ama içine giremezdik kolayca. Yorumlarımız değişik olurdu. Bozuk tümcelerle bezenmiş bu yapıtlar çeviri yetersizliğinden ötürü ağdalı olurdu...

Sonra sıkılır, rahatlama gereği duyardık. Füruzan’ın o ince, uzun mırıltılarla akan, arı suları andıran sesinden dinlerdik Salkımsöğüt’ü. Dinlerken acı ile mutluluk birlikte girerlerdi odaya. Çevremdeki her şey duyguya keserdi...

Gecenin geç bir saatinde, gençler giderdi birer birer. Kapıda yeniden yüreklerine kuşkuları, endişeleri doluşurdu. Biz de kalkar, caddelere çıkardık.

Bıçak gibi keserdi yağmursuz gecelerin ayazı. Yağmurlu gecelerde, damlalar kırbaçlardı bizi. Sahi anımsadın mı, bizim birer paltomuz olmadı hiçbir zaman...

***

Hani günün birinde, “içeri düşersek eloğlu çıplak betonda yatırır bizi” demiştin. Gerçekten çıplak betonda sabahladık kimi geceler. Otuz beş candık bir hücrede. Duvarlardan sular inerdi üstümüze. Kurşuni ve besili bitler emerdi kanımızı. Kaşınırdık biteviye. Yüzlerimiz uzamıştı açlıktan, sakallarımız uzamıştı...

Soluk alışlarımız zorlaşırdı hücrede. Sigara içemezdik boğuluruz diye.

Yukardan çığlık sesleri gelirdi, ürpertiler dolardı içimize. “Sırada kim var” diye düşünürdük. Çaresizliğimiz yer bitirirdi bizi.

Bir paçavra gibi inilirdi aşağıya sürüklenerek, kan ter içinde... Ve yeniden başlardı çığlık sesleri. Bu çığlıkları insan sesine benzetemezdim...

Bir mezar kaçkını gibiydim çıktığım zaman. Işıklara bakamadım bir süre, insanlar arasında dolaşamadım. Akciğerimin bir bölümünü yitirmiştim. Sayrılarla yatmıştım aylar boyu. Kan kusanlar vardı içlerinde, insülin iğnesi yapan şekerliler vardı. Hamamböceği, farelerle iç içeydik. Hücrenin bir devamı gibiydi koğuşumuz.

Anlatılamaz acılar çekmiştik. Eli sopalıların tomsonlu baskınına uğradık kimi geceler. Hücrelikler alınırdı içimizden, diretirdik. Karşıtlığımız sonucu hücrelikler çoğalırdı...

***

Anılardan bir kesiti burada noktalıyorum Kirvem.

Balkondaki çiçekleri sulama saati geldi. İçimdeki duyguların bir uzantısını görüyorum onlara baktıkça. İçlerinde ihanet edenler çıkmadı şimdiye dek. Onları çok seviyorum...

Süleyman Okay (1985)

Hoşçakalın Dostlarım / Süleyman Okay

Bin yıl önce var mıydım
yok muydum unuttum
unuttum şiirin yitip giden
giz’li geçitlerini
kapandı demir kapılar
ellerim bir ahıra atılmış
eski bir yaba gibi şimdi
onlarla vedalaşamam
yalnız dudaklarımla
hoşça kalın diyebilirim
hoşça kalın dostlarım

Gözlerim yorgunsa
okumaktan
okumayan birine verin

Koşturdu yıllar boyu ayaklarım
durağan birine verin ayaklarımı

Susmadı yaşam boyu sesim
sesimi verin suskun birine

Çıplak depolarda
kütüklerde kaldı tevellüdüm
açmayın tozlansın kalsın
günışığı güller açsın
çocukların gülücüklerinde
günışığını onlara verin

Hep şiir yelleri esti başımda
aklı karalı günler geçirdim onunla
şairdi diye yazmayın mezar taşıma

Süleyman Okay
Süleyman Okay 1928 yılında Antakya’da doğdu. İlk şiirleri 1947 yılında Atayolu Gazetesi, Ürün (Adana), Kaynak (Ankara) dergilerinde yayınlandı. 1940’lı yılların ortasında sosyalizmi öğrendi. Tüm şiirlerine bu dünya görüşü damgasını vurdu. Daha sonra şiirleri Ataç, Yelken, Yeditepe, Yeni Edebiyat, Türk Edebiyatı Yıllığı (1964), Varlık Yıllığı (1964, 1965), May, Soyut, Dönem, Ilgaz, Hakimiyet Sanat, Ozanca, Yansıma, Yaba Öykü, Hatayda Önder, Güney Rüzgarı, Güney Uyanış dergilerinde yayınlandı. “Mermi Konuşuyor” (1980), Sevda Tutuklanamaz (Atak Yayıncılık 1988), Şakayık (Belge Yayınları 1995) ve Hoşçakalın Dostlarım (Belge Yayınları) adlı dört şiir kitabı yayınlandı. Ayrıca makaleleri ve gülmece yazıları da yayınlandı. İnsan Hakları Derneği ve Halkevi Antakya şube başkanlığı da yapan Okay, iki yıl önce 20 Eylül 1999 günü aramızdan ayrıldı.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Renkli İstanbul Fotografları 1929 Tarihli National Geographic'den






Şimdi National Georgaphic'in sömürgeci bakışına değinmeyeceğim. Çinli okul arkadaşım Hünsun (Vincet) bir gün bir dergiden bahsetti. Kitapçılardan NG bulmuş ve almış. İlgi alanı tarih ve özellikle Çin tarihi. Çin üzerine makalesi olan dergileri almış. O dergilerden içinde İstanbul hakkında makale olan dergiyi bana getirdi. Ben de onun sayesinde sizlere ulaştırmış oldum. Muhtemelen 1929 yılı baharına ait.
Derginin "October 1929" sayısı.
İstanbul'da tatil üzerine yazılmış.
Ne yazık bu fotografların buluduğu yazının fotokopisi kayboldu. Vincet'tan tekrar isteyemedim. Sorumsuzluğun dik alası olurdu. Bir gün bulabileceğime güveniyorum. Bakalım...

12 Nisan 2009 Pazar

• Yazmamız gerektiğinde yazalım

Rahat olmak gerekiyor. Burada bahar başladı çoktan. Bir güneş bir yağmur gelip gidiyor. “Kiraz mevsimi” geldi… Her yer çiçeklendi ve insanlar sokaklarda gezip fotoğraf çektiriyorlar. Evim şehrin içinde ama burada kuş sesleri duyuyorum. Hiçbir yerde duymadıklarımı... Onca yıl öncesinde kalmış olan sesler… Kokular… Muhteşem kokular var; park ve bahçelerde… Şehrin merkezinde bile… Baharın gelişini bir dağ başında yaşıyor gibi hissediyorum uzuuunca….
Bir yere gittik: İtalyan bir dondurmacı. Tezgâhlarında kaç çeşit dondurma vardı biliyor musunuz?

Başka İtalyan bir dondurmacıya daha gittik Tatları çeşitli ve ben sürekli ekşimsi tatlarla ilgileniyorum. Bu arada ilk gittiğim dondurmacı iki yüz on sekiz çeşit dondurmayı sergiliyordu ve altı yüz çeşitleri olduğunu söylüyordu. Sürekli değiştiriyorlarmış. Özgün’ün dediğine göre yazın doluyormuş tükan.

Başka bir mekana girdik bir anda 90'lar gittiğimiz kıraathaneleri hatırladım. Hani bilardo, dart, ateri, masalar olurdu. İnternet öncesi eğlencenin merkezi... Aynı tıpa tıp kalmış... Böyle miydi dedim kendi kendime... ne kadar uzak şimdi... Bilardo oynamayı yeniden öğrenmeliyim... Gözler bozuk ama olsun... Denemeli...

Şimdili bir gelişme yok bende ne dilde ne düşünce de ama umursamıyorum.
Artık düşünmenin zamanı değil neyse onu yaşamanın vakti. Değmeyecek şey üzülmek. Bilmediklerimize üzülmek olabilir. Geçsin gitsin şimdi. Uzun zamandır bu kadar rahat ve güçlü hissetmedim kendimi.

Geçen arkadaşımla konuşuyordum; cesaret konusuna geldik. Çok kısa bir yanıt verdi: “Buradaysan cesur olmaktan bahsetme” diye.

Yolda bir parçadan bir dize aklıma takılmış rüyamda bir kadın söylüyordu: “Did you really want?” Bu parçayı bir yerden bulurum.

sağlıcakla...

Şimdilik Ederlezi'nin bir de bu yorumunu dinleyin.

EDERLEZI - MARIA DELIGIANNI

Son olarak bütün "şehir ışıkları" aynı.
Özgün ile uzun bir yoldan gelirken uzaktan gördüğümüz şehir ışıklarına dair aynı şeyleri düşündüğümüzü anladık. Bana çalışma yaptığım Mamak'ın mahallelerinden aksam dönüşünü hatırlatıyor. Hep kırgın... hep yorgun... umutsuz ama inatçı...

3 Nisan 2009 Cuma

• Yaklaşan bulutlar neyin habercisi

- Yaklaşan bulutlar neyin habercisi?
- Bizim uzaklaşmadığımızın.
- Daha ne kadar sürecek bu hava?
- İçinden geçene kadar.
- Niye sırıtıyorsun?
- Bilmiyorsun... bilmiyorsun...
Ara verme zamanı geldi sanırım.
Mart ayı en çok zamanım olan aydı.
Ama ne yaptığımı bilmiyorum.
Yine de bir şekilde kullanmaya çalıştım ve artık bundan sonra çok boş zamanım olmayacak.
Bu yüzden biraz ara verme zamanı.
Nasıl olacağını göreceğim.
Yeni bir basamak...
Şimdilik hoşçakalın.

- bulutlar geliyor yine. eve yazacağım: "burada bol bol bol bol bol bol bol bol bol yağmur yağıyor".
- güzel oluyor. fırtına çıkmasını bekliyorum. bizim evi de uçuracak bir fırtına.
- Bunun için mi bana "bilmiyorsun" dedin.
- sana deseydim beklemezdim.
- haa
- yaa

1 Nisan 2009 Çarşamba

• Bu dünyadan bir atlı ...

Her şafak bir atlıdır
bu dünyadan geçen
Birgün suya attı kara yılan
Sallandı durdu sallandı durdu
İçi darma duman
Bu dünyadan bir abdal durdu
Suya bıraktı bir oğlan

Susadı yolcu indi atından
bir damla su'dur değen
İçinde yılan
Onun içinde bir oğlan

Bu dünya güzel mi güzel
Geçmiş zaman derler ki
Güzelin hası
Hasın incesi vardı
O almadan terkisine

Belki de bu yüzden
Sesi gelir her sabah suya basan atın
Atın üstünde bir oğlanın
İçinde bir yılanın
Suya düşmüş adamın