Sayfalar

31 Mayıs 2009 Pazar

Mendilimde Kan Sesleri / Edip Cansever

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konya’nın beyaz
Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.

Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip Cansever • Sonrası Kalır • Cem Yayınları • 1974

• Sabah sabah

Sabah. Uyanıyorum. Pencereden bakıyorum. Havası güneşli bir cumartesi sabahı… İnsanlar bisiklete biniyor ve koşuyorlar. Kimileri kaykayları ve patenleri ile geçiyor. Karşı apartmanın arka bahçesinde bir adam çimlere uzanmış güneşleniyor. Açık kafası parlıyor güneşten. Parktan köpeklerin sesi geliyor. Sahiplerinin yanında geziniyorlar. Köpek gezdirme alanın dışında çocuklar koşturuyor. Bir kısım çocuk parkla birleşik olan okulun bahçesinde bir kısmı parktaki oyuncaklarla oynuyor. [Şimdi bizim küçük canavarlar burada olsa onlarla Stanley Park’a yürürüz orada akvaryuma uğrarız. Dondurma alırım. Bunlarda geçiyor insanın aklından.] İki yumurta çıkarıyorum bir de domates. Ahmet’in getirdiği reklam için dağıtılan nutellalardan bir tane alıyorum. Kahve ve su koyuyorum makineye odayı topluyorum. Ortalığı temizliyorum. Başımı kaldırıyorum denizi görüyorum. Bulanık ve soğuk olduğu belli oluyor. Uzun sefere çıkan gemilerle yelkenliler görünüyor arkalarda. Daha arkada dağları görüyorum. Mavinin koyu tonlarında dağlar karışıyor gökle. Ulu gökle… (çocukluğumda yaşlılar hep böyle “ulu gökle” derlerdi) “Downtown” bakıyorum sakin görünüyor. Sonra yumurtaları kırıp kahvaltıyı hazırlıyorum. Ekmek alıyorum. Domatesi doğruyorum. Kahveyi doldurup masaya oturuyorum. Sonra balkona çıkartıyorum her şeyi. Ama yetmiyor. İnsan dostlarına bakınıyor. Ahmet evde uyuyor; Özgün işte; bende gideceğim. Boş bir günde öyle kahvaltıya dalıyoruz. O zaman deniz başka görünüyor. Kocaman martıların kargaların envai çeşit kuşun sesi geliyor arada. Geçen gün sabahın dördünde eve gelirken kuşların sesinin ne kadar korkunç olduğunu iyice anladım. (Havalar dörtte aydınlanmaya başlıyor ve akşam 10’a kadar aydınlık oluyor) Kuşların sesini duyunca bir daha anımsıyorsunuz. Karşıda Kitsilano Beach taraflarına bakıyorum. Arkadan UBC’i görünüyor. Ev arkadaşım geçen hafta sonu UBC’nin içinde olan çıplaklar plajına gitmiş. Herkesin kendir içtiği ve bir tür halüsinasyona neden olan “magic mushroom” satıldığı plajda bizimki de bira içiyor. Tabi polis bütün biraların kapaklarını açtırıp döktürüyor. Çünkü ot içenler ya da o mantarı yiyenler sorun çıkarmıyor ama alkolden sonra insanlar kavga edebiliyor. Bu yüzden alkol içmek haricinde diğerlerine göz yumuluyor. Bizimki nasıl anlam veremdiğini anlatmaya çalığıyor. Karşıdan bir gıcırtı sesi geliyor. Kimi binalarda insanlar balkonlar da oturuyor. Sigara içiyor ve ya çiçekleri ile uğraşıyor. İçeri geçiyorum. Elbiseleri değiştiriyorum. Evden çıkıyorum. Çöpleri atıyorum. Tabi kutular, şişeler ve kâğıtlar ayrı ayrı yerlere konuyor. Küçük bir havuz ve çevresinde spor aletleri olan apartmanın en sosyal mekânından geçip dışarı çıkıyorum. Cep telefonun radyosunu açıp müzik dinliyorum. (Cep telefonunu en güzel tek işlevi bu...) Sonra 3 blok geçip caddeye (Robson Street) giriyorum. Kadınlar erkekler herkes bir yerlere gidiyor bende istasyona yürüyorum. Ünlü mağazaların, burgerci’lerin, starbucks’ların, 7eleven’ların, çikolatacıların, çantacıların önünden geçiyorum. Geçen gece gelirken kapısı patlatılmış çanta mağazası kapıyı yenilemiş. Dikkati çekiyor. Ortada tek bir emare yok. Oysa gecenin bir yarısı yola kaldırıma saçılmış onca çantayı görünce insan merak edip tekrar bakıyor. Muhtemelen çantalar çok pahalı. Hepi topu 100 adet filan var ve burada kiralar aylık 10 bin dolar üzeri. Canım sıkılıyor. Herkes farklılığı yakalamak için her otu boku yapıyor. Ama hepsi aynı. Kadınlar memelerini göstermekten büyük bir zevk alıyor sanırım. Erkeklerde kaslı yağlı bedenlerini. Her iki tarafta abartılı dövmeleri ile biraz daha farklılaşmak istiyorlar bu kesin gibi. Ama insanların bakışından ilginin bende patladığını anlıyorum. Çünkü elbiselerimde ağır bir yağ kokusu var. Ve bu kadar mankenin arasında ben biraz sırıtıyorum. Saç ve sakal karışmış. Nanik diyip gidiyorum. Oysa şu kadın ya da şu adam oracıkta keşfedilebilir. O niye bir pornstar / rockstar olmasın? Ne eksiği var ki? Ya da şu ablam ya da abim dünyanın en karizmatik insanları değil mi? Bilmem kaç paraya aldıkları gözlükleri modayı takip için harcadıkları onca para boşa mı gidecek? Ablamın memelerini gösteme kabiliyeti abimin kaslı bedeni ve karizmasının ardında başka bir şey bulacağımı sanmıyorum. Her şey bu kadar. Arka plan western filmlerinin platformlarına benziyor. Arka taraf her zaman boş... Ama yine şu Asyalı arkadaş artık North America’lı olamayacak mı? O kadar zorlamış her şeyini. Ama olmuyor… İstasyona inip bir bilet basıyorum. Beleşe girebilirsiniz. Ama gerek yok birkaç kuruş için yapılacak şeylere. Tren yeraltından çıkana kadar radyoyu kapatıyorum. Ara istasyonda diğer trene geçiyorum. Gideceğim yere 25 dakika var daha. Oturuyorum ve sıcaktan uykuya dalıyorum.

22 Mayıs 2009 Cuma

Yüzümün Rüzgarıyla Oynuyorum Arada*


* Edip Cansever’den
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

Geyikli Gece, Turgut Uyar, 1959, Dünyanın En Güzel Arabistanı

Bilmiyorum. Yani kaç kere söyledim, hala soruyorlar. Her seferinde söylüyorum. Ben doğum tarihimi bilmiyorum. Kesin bir vakti bilmediğime de seviniyorum. Geniş bir zaman temmuz sonu ağustos başı gibi bir şey… Ama bunu anlatamıyorum. Dil yetmiyor. Eski insanlar bu kadar ayrıntılı bir takvim kullanmıyorlardı diyemiyorum. (Ve şimdi bile eski insanlar derken bu yazıyı okuyacakların az bile olsa küçümseme hissetmesi canımı sıkar) Onların takvimi başkaydı ve ben şanslıydım. Hem az buçukta olsa o takvimi biliyorum ve neden önemli olduğunu anlıyorum. Türkiye de doğa içindeyseniz ve soğuk bir bölgede yaşıyorsanız hava durumuna göre ayarlanmış bir takvimi tercih etmeniz sağlığınıza olacaktır. Örneğin havanın sıcaklarına bakıp mayıs yedisinden önce sobayı kaldırmayın. Sonra arayabilirsiniz. Bu mayıs yedisi (annem hep böyle kullanır) eski takvime göredir. Yani bizim kullandığımız takvimde 21 mayısa gelir. Ayrıca yeni yıl 13 (1) marttadır. Aprıl /epril eski insanların dilinde “nisan” demektir. En güzel aylardandır. Katılıyorum. Sonra onu bırakalım. Anneme soruyorum. Ben ne zaman doğdum. Sen arpalar biçilirken doğdun. Kuşluk vaktiymiş ve onlar tarlada çalışanlara ekmek yapıyorlarmış. Ne ala… Çok seviniyorum. Doğduğum yeri biliyorum. Kimler var onları da biliyorum. Zamanı size bırakıyorum. Yazdır ve sıcaktır o kadar. Gün yok, saat yok, dakikanın hiç önemi yok. Arpalar biçilirken doğdum. Niçin daha fazla ayrıntıya gerek duyuyor insanlar anlamıyorum. (Daha güzel ayrıntılar var hayatta değil mi?)


İlkokul 3. Sınıf başlamış. İlk ev ödevi eve gelip bakıyorum. Televizyonda “Hayat Ağacı” diye bir dizi başlamıştı sanırım. (Aptal bir şekilde açılış sahnesini de anımsıyorum. Duvarda asılı geyik kafasından başlıyordu her şey. Sonra Sam ile esas oğlan yatakta görünüyorlardı. Sonra bütün filmlerde açılış sahnesindeki nesnelere özel bir ilgi başladı bende) Ve ben “oğlan” sözcüğünü yazamıyordum. Çünkü doğru düzgün okuma yazma bilmiyorum. “Olan” yazıyorum yok. Birçok şeyi deniyorum yine yok. Ama bir türlü oğlan yazamıyorum. İnsanların hayatında dönemeç oluyor. Sizi sevmeyi ve sadece o sevmeye birçok şey öğrenebileceğinizi anlatan öğretmenleriniz oluyor. Bir yıl sonra okuyorsunuz. Durmadan okuyorsunuz. Çünkü kış vakti yolları kardan kapanmış, elektriği kesik dağ başında bir köyde yapılacak en iyi şey okumaktır. Hava erken kararır. Ve siz dolunayda aşağılara bakarken derelerin sisle kaplı o gümüşi rengine dalarsınız. Gökte dolunay vardır. Hava açıktır. Dolunaydır. Gaz olmadığı için okumayı yarım bıraktığınız kitabın gemisi o dereleri doldurmuş olan sisin içinden çıkar: Nautilus. Ve dolunaydır. Gümüşidir. O büyük bir meraktır. Büyük bir gezinti... (Anlamadığım o birkaç aptal niye gemiyi terk etmek istiyorlardı.) Geminizin kocaman camdan pencereleri vardır. Bir çocuk için en mükemmel şey Kaptan Nemo’nun Nautilus’na binmektir. Yetişkinliğin o çirkin ve yalancı yüzünde Nautilus’un derinlerinden su yüzüne çıkan kimileri bu sefer Kaptan Ahab’ın Pequod’una doğru yüzeceklerdir. Belki kapalı bir gemidir: Nautilus. Çok kurmacadır; ama Pequod’un yolu birazda oradan geçer. (bazı çocuklar “Kara Balık Nemo”nun kimileri “Küçük Prens”in peşine -de- takılmıştır. )

Gecenin bir vakti oturup kahve içebiliyorum. Ama içki alamıyorum. Çünkü “BC Liqour Store” denen kurumların çoğu saat 9’da kapanıyor ve 11’den sonra içki bulmak uzman işi. Gece 2’den sonra “pub”lar, 4’den sonra gece kulüpleri içki satışını durduruyor. Kolay bir şekilde “kendir” bulabilirsiniz, ama içki bulamıyorsunuz. İçeyim ben bu akşam diyorsanız, erkenden içkileri eve dolduracaksınız. Ya da arabanız ve nereden içki bulabileceğini bilen birileri lazım ki belli bir saatten sonra onlarda işe yaramıyor. Sonra yarım bir şekilde kalıyorsunuz. Alkolsüz dünya mı olur be? Oluyor… Ama alkol denen illet bir başlayınca durmak istemiyorsunuz. İçiyorsunuz uzun uzun… Sonra dünya renkleniyor… Sizi ketum bilen insanlar bile ertesi gün “sen ne güzel İngilizce konuşuyormuşsun” diyebiliyor. Tabii ben hatırlamıyorum o başka…

Vancouver'da sokakta içki içmek yasak ya evinizde ya da bar da filan içebilirsiniz. Yok ben kaçırır öyle böyle sokakta içerim derseniz ceza alabilirsiniz. Çünkü kumsalda ya da sokakta polis isterse ne içtiğinizi kontrol edebiliyor. Sokakta insanlar kendir içiyor ama içki içemiyor. Böyle de tuhaf bir yer. (Mağduruz anlayacağınız.)
Bir de aklıma takılıyor. Süreklilik mi istiyorsunuz? Aşk evlilik dostluk bir şeyler mi tükeniyor? Bunu çözümü rizikolu bir yanıtta... Tersine gidin. Canlanır ya da silinip gidebilir. Ama zaten öyle ya da böyle bitecektir. Kaybetmekten korkmayın yapışmasından korkun…

Bir de ütopyalarımız var. Geceleyin eve geliyorum. Mağazalara bakıyorum. Mağazanın birinde hayatım boyunca tiksindiğim ve tiksineceğim bir zırlama vurgulanarak yazılmış: Life’s too short! Arkada şortlar var tabii. Büyük bir reklamcılık zekâsı... (Lütfen alkış) Vurgusu aptallığı beni çileden çıkarıyor. Uzun yaşamak nedir? Uzun yaşanınca her şey çözülecek midir? Hayat yemek midir? Nasıl bir şeydir? Yani “zevk” mi kısa bunu demek istiyorlar. Çünkü bu reklamın alıcıları için “body”leri kişisel cazibeleri çok önemli. Bu da birkaç on yıl demek sonra çok yaşasa ne olur? Ama hayat çok kısa keyfine bakın. Yeni bir başlık koyalım: 3F Fashion - Fascism - Food / Yazmak dileğiyle diyeyim. Bu başlığı düşünüyorum kısıtlayıcılık geliyor insanın aklına. Acaba diyorum ben insanların tercihleri üzerine başka bir faşizmle mi çıkıyorum? Olabilir. Sıradan faşizme karşı açık faşizm. Sosyalizm (çağdaş ütopyanın diyelim) doğuşunda kapitalizmin onca imkâna rağmen kısıtlayıcı özelliğinin etkisi vardır. Sosyalizm, kapitalizmin kısıtlamalarından doğdu. Ama kapitalistler sosyalist deneyimler üzerinden sosyalizmin sırtına bir kısıtlayıcılık düşüncesini ektiler. Sosyalizm diyen ve mücadele eden bir insan için bu tartışmanın bir yeri yoktur. “Abi sosyalizm güzel ama şu şu da yok” diyen içinse yapılabilecek bir şey yok. Bu iş kimsenin tekelinde değil ters giden bir şeyleri düşünüyorsanız çıkıp siz karşı yanıtını oluşturursunuz. Yoksa dışarıda çamur atanların argümanlarını kullandığınızda “aklınıza” dair kuşkular çıkabilir. Bu işin içinde olanlar zaten öyle böyle her şeyi konuşmak zorunda kalıyor. Ama kısıtlamak üzerinden değil, nasıl gereksizleştirileceği üzerinden düşünüyorlar. Bu gereksizleştirme üzerinden kendiliğindenci ya da müdahaleci bir ton yaklaşımı bulabilirsiniz. Orta sınıftan gelirseniz kaybedecekleriniz üzerinden, benim sınıfımdan gelirseniz olması / yapılması gerekenler üzerinde sosyalizmi düşünürsünüz. Bu tabii her zaman geçerli mi? Yanıtım: İmkânı var mı?

Şayet birisi buna kısıtlayıcılık diyorsa meydan onundur. Ve tersini bize göstemelidir. Yoksa laf-ı güzaftır gerisi.

Benim güzel Can kardeşim bir yaşını doldurdu. Ona bir şeyler göndermek gerekiyor. Bende ona Nautilus’tan bir şeyler ekleyeyim. O koca camlardan:














Bu da Egemen, Doğa ve Can için:

9 Mayıs 2009 Cumartesi

• Bak şimdi!

Bir çok siteyi Google Reader üzerinden takip ediyorum. Sayfayı açtığımda 800'den aşağı girdi çıkmıyor. Genelde ne var ne yok diye bir bakıyorum. Bu epey zamanda alıyor. Reader'ı takip ederken canımı sıkan şey onca sitede karşılaştığım bir kitap tanıtımı. Başka şekillerde de bu tanıtım bana gonderildi. Sırf laf salatası diyebilirim. Tanıtımı okuyunca içi boş güzel süslü laflar okuyorum. Kitabımızın yazarı ile biraz konuşmak isterdim. Ama bir şeyler "öğretme" "doğru yolu gösterme" amaçlı değil. Sadece nasıl düşündüğünü yazdıklarına nereden vardığını anlamak isterdim. Bazı sıfatlar insanlara yazarlık / şairlik vermez. Tam tersine o sıfatı alır ya da sorumluluğu arttırır. Kişi bunun farkında olmadığında bir şey söylemenin, lafı uyumlu kelimelerden tuhaf alakalardan oluşturduğunu sanabilir. Sanılmamalıdır. İnsanın en kendini beğenmişlik göstergesi bir şeye "tam olarak" hakim olduğunu sanarak ondan bir devrim yapabilme hakkını ya da yeni bir yorum getirebileceğini düşünmesidir. Böyle bir hakimiyet varsa bile -ki neredeyse bu bana imkansız geliyor- yeni bir şey söylediğini söylemez. Zaten sürecin söyleyeceğini bilir. İşine bakar kısacası. Belki de sıfatın kişiye atıfını görüyoruz. Bir süre sonra yazar arkadaş o sıfatın ne kadar sorumluluk yüklediğini de görecektir.

Bugünlerim yorgun geçiyor. Son zamanlarda gönderdiğim mailleri sonradan okuduğumda saçmalamışım diyorum. (bu da buradan bir özür olsun dostlara) Açıkçası kafam darma duman olarak yazıyorum. Burada kahve tek dostum oldu. Ve en güzeli evden dışarı çıktığımda saat ne olursa olsun kahve bulabiliyorum. Çöpten bulduğumuz kahve makinası da çalışıyor ve evde de kahve yapabiliyorum. Ama okulda kahvenin etkisinin geçtiğini hissediyorum. Çünkü hemen uykum geliyor. Buranın kahve kültürü üzerine bir girdi yapabilirsem iyi olacak.

İngilizce de birisi "I'm sorry" dediğinde yanıtı "don't worry" oluyor. Ama tanıştığım ve çok iyi İngilizceye sahip olmayan ileri yaşlarda buraya gelmiş olan çoğu İranlı, Lübnanlı, Türk, Kürt, Mısırlı, kimi Balkan kökenli... yani ki bizim oralı "no problem" diyor. Bana çok önemli geliyor bu fark. "Nedir" derseniz "bu fark" anlatması uzundur şimdi.

Geçen işte bir kadınla çata pata konuşmaya çalıştım. Nereli olduğunu sordum. Ve bana burada çoğu Sırp'ın verdiği şu yanıtı verdi: "I'm from Yugoslavia"

Bu arada nedense bir iki kitap takıldı aklıma... Birincisi Cengiz'in favorisi olan "Martin Eden" (Jack London) diğeri ise okumadığım ama yıllardır okumak istediğim ve sahaflarda Simavi yayınlarından baskısını çok gördüğüm (yky'nin yeniden bastığı) Thomas Bernard'ın "Odun Kesmek" romanı...

İmdi geçenin bir yarısı oturmuşum bunları yazıyorum.
Yorgun muyum?
Dinlenmenin ne demek olduğunu tembelliği bilmiyorum.
Bundandır ki durduğum da hüzne dalıyorum.
Hüzne, neden ve ne şekilde ürediğini bilmediğimiz o şeye dalıp gidiyoruz.
Uyandığımız da yer sokak, vakit bir gece yarısı ve yağmur altında oluyoruz.
Yorgunluk içinde bir şeyler oluyor ve ben size yazıyorum.
Ama biliyorum. Uzun yola giden herkese kalanlar çok şeyler yüklüyor ve ondan çok şeyler bekliyor. Şimdilik bir yanıt olmasa da sizin yapmadığınız şeyi başkasından beklemeyin. Mesela mail atmasını, mesela iki de bir aramasını...
Bu sevilmemekten ya da başka şeylerden kaynaklı olmuyor. Sadece bu tür iletişimlerin yetersizliğinden oluyor.
Yüz yüze konuşmanın yerini hiç bir şey almıyor. Şimdilik onun için bekliyorum.
Ve şarkının dediği gibi "bir sabah ansızın gelebilirim"

Kent / Constantino Kavafis (İki farklı çeviri)

Kent / Çeviri : Herkül Millas ve Özdemir İnce (*)

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

1909

(*)http://siir.gen.tr/siir/c/constantino_kavafis/kent.htm adresinden alınmıştır.


Ayn Kentten / Çev: Barış Pirhasan - Erdal Alova (*)

Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır nereye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşlanacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma-

Bir gemi yok, bir yol yok sana
Değil mi ki, hayatına kıydın burada
bu küçücük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.

1909

(*) http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=341 adresinden alınmıştır.

"Barbarları Beklerken" gelecek şiirimiz.

1 Mayıs 2009 Cuma

• Günün Anlamı

Bugün 1 MAYIS.*

Derste hocanın verdiği kağıda bakıyorum. Yorgunluktan diyorum.

I'm thinking of a word that starts with: R
It has five letters.
The last letter is T.
It's the opposite of left.
It's the opposite of wrong.
(Answer: Right)

Sanmıyorum... Yorgunluk filan bahane. Basbayağı "yanlış" olanın peşindeyiz. Bütün "doğrular" hep buraya çıkıyor. Belki doğrularla uğraşmak gerekiyor: "Doğru nedir?"
Olmayacak olanın / ama yine de bu kadar sıradan bir dünya da sokaktaki üç beş adamı evindeki milyarlara bedel buluyoruz.

Ellerinizden öpüyorum.

* Bu kayıt Vancouver'da giriyorum ama blog'ta kullandıgım tarihleme Türkiye'ye göre bu yüzden girdim 02 Mayıs olarak tarihlenebilir.