Sayfalar

29 Haziran 2009 Pazartesi

• Nisan Mayıs Haziran 2009 Vancouver / Güzel Üç Aylar

Hayat çok kısa o yüzden bokunu çıkarın sonra arkanızdan kokmasın







Evim karşıdaki uzun blogların arasında
Sol tarafa doğru uzanan yarım ada buranın en ünlü parkı olan Stanley Park. Güney'den Kuzey'e bakış.








Commercial Drive'den yazarım hikayesini

Stanley Park'ta görülen tepegöz :)

• Ve dediler ki, haziran bitmiş...

- Cehennem ateşi, dedi adam, yıllar sonrasını düşünürken birden
- Demek ki, dedi yanında ki kadın, şeytan evlatları dışarıdakiler
-…
Bir “yer”den…

Bu saatte ne yazacağımı tam bilemiyorum birçok bahsetmek istediğim konu olsa da hepsi yetersiz kalıyor. Şu an rakı içiyorum. (Hem de yeni rakı) Ve canım sigara istiyor. Alabilirim, ama şimdi gidip alıp gelmeye eriniyorum.

Nereden başlamalı… O kadar çok şeyi yazmak istiyorum ki bunların neredeyse bir kısmını aktarabileceğim.

İlk olarak bu küçük şehir (Ank. İst ve İzm. e göre) fazlasıyla hareketli. Birçok festival, konser, şu bu oluyor. Şu… bu… diyorum. Çünkü bunları burada takip edebilen insan sayısı çok sınırlı ve bu yüzden bana “elit” birer etkinlik olarak görünüyor. Diğer yönden belli bir kısmına katılmak bile iyi bir yekûn tutuyor. Bu yüzden birçok kişi ya indirimli ya da “free” etkinliklere katılıyor. İnsanlar böyle şeyleri kaçırmıyorlar. Çünkü bu herhangi bir görgüsüzlük değil paralarını boşa harcamamak olarak düşünüyorlar. Ve ya zaten kısıtlı olan bütçelerini bir şekilde ayakta tutmak zorundalar. Ha biraz da fazla entelektüel şeyler benim için. İnsanlar eğlenirken siz iş yapıyorsunuz. Yoksa kaçırmam çok “şey” adamıyımdır. Ama içten olarak bir şeylerin orada olduğuna inansaydım… Başka türlü yazabilirdim.

***

Kendimi dilimi yitirmiş gibi hissediyorum. Bu (Dostoyevski’nin mektubunda bahsettiği türden) üzülmek özlemek filan değil basbayağı insani bir durum. “Babil”in varlığına burada inandım. Düşünün işyerinde Meksikalı, Koreli, Japon, Endonezyalı, Çinli, Uygur, İranlı birçok kökten (esasında bir kökten) insanla çalışıyorsunuz ve kök olayı tuhaf geliyor. Fark ettiğim dil filan öğrenmiyorum. Mesela Kendimi bir suya kapılmış gidiyor hissediyorum ve insanın birinci dili yani beden dilinin ne kadar güçlü olduğunu anlıyorum. İkinci dilim zayıf ve şu anda üçüncü dilimle sizlere bunları anlatıyorum. İkinci dilimin zayıflığı anadilim içinde geçerli. Zamanımda çenemin düşüklüğü şimdi suskun yaptı sanırım beni.

***

Dünya üzerinde birkaç şehirde de aynı günlerde gerçekleşen “Car Free” etkinliklerini kısmen gördüm. Biraz da rastlantıyla diyelim. Örneğin bisikletleri ile çırılçıplak bir şekilde şehir içinde tur atan 250 - 300 kişilik bir toplam da buna dâhil. Bu çıplak mevzusu şaka ya da abartı değil. Basbayağı çıplak bisiklete biniyorlardı. Bana ilginç gelen “sadece” çıplak olmaları değil. Benimde sahip olduğum bir şeyin bana bu kadar yabancı gelmesiydi. Fotoğraf sorarsanız eğer: çekmedim. Gördüm ve yeter. Fotoğrafın insanları afişe etme ya da saçmalamak olarak geliyor. Onlardansa daha çok kendi bedenimi düşündüm. Her yaş-cinsiyet-milliyetten onlarca insanlar geçerken aklıma bunlar geldi. Bu felsefe yapma merakımla değil olduğum şeyi anlamamakla alakalı. Bu etkinliklerin devamı olarak irili ufaklı kimi şeyler daha gördüm ama çokta ilgi çekici gelmeyebilir. Ki kimi etkinlikler sırasında küçük bir mola bile vermeden beş altı saat çalıştım.

***

Burada tanıdığım dışarıdan gelen insanlar / öğrenciler bana ilginç geliyor. Bir tepe noktasından inenler, bir tepe noktasına çıkanlar bir de çizgiyi terk edenler var. Bu çizgi bir tür beklenti sanırım. (Ha ben çizginin neresindeyim dersem: bilmiyorum; beklenti olmayınca çizgide olmuyor sanırım. Özgün’de benim tatile geldiğimi söylüyor. Olabilir.)

***

Artık kimse bana “sulu gözlü” göçmen hikâyelerini dinletemez. Önceden de bildiklerim üzerinden kuşkuyla yaklaştığım bu durum burada iyice güçlendi. Göçmenlikte aşağılık bir yan var. İkiyüzlü burada çokça gördüğüm “o” insan çeşidi... Kimseye acımıyorum. Ne Batı, ne de Doğu sorun biraz “olabilmek” meselesidir. “Easy Rider”ı tekrar izlerken de hissettiğim bir şey. Belki burada gördüklerimde de karşılaştığım bir durum. Bir tür fırsatçılık ve bunu buranın yerlilerinden öğrendiler akıllılığıyla geçiştiremiyorsunuz. Yani ki bir duruma dair yaklaşımınız, tutumunuz bunlar öne çıkıyor. Burada aradığım insanın sanırım nesli çok az ve ya hep azdı ben daha iyi öğreniyorum. Sırf “ezilmek” üzerinden kimseyi tanımlamıyorum ve tehlikeli buluyorum. Yani bir zamanlar üzüldüğümüz Amerikalı zencilerin yakında beyaz kardeşleri ile ayrımcılığın en büyüğünü yapacaklarını göreceğiz. Ezilmişlerin çocukları geçmişleri unuttukları ve kendilerini ezenlerin çocukları ile karıştıklarında, ezildiklerini hatırlamayacak ezmeye başlayacaklar. Aşağılayacaklar, saldıracaklar… Yeniçağın faşizmi acı çekenlerin belleksiz çocuklarından çıkacak. Aynen buradaki bir kısım göçmenin birinci nesil çocukları gibi. Bu tabii çok sürmüyor çünkü iş hayatına atıldıklarında anne ve babalarının ne yaşadığını biraz anlıyorlar sanırım. Ama çoğu, anne ve babalarının burada hangi “aç gözlülükle” yaşadığını bilmediği için hala o ben “…..lıyım” mevzunu sürdürüyor. Bu bir suçlama değil. Suçlamak örneğin bir şeyi yapmanın suç olduğunu bilerek ortaya çıkabilir. Bu insanlarda yaptıklarını değerlendirebilecek etik kimi şeyler yok. Aptal demiyorum. Etikten kastım bir tür ideoloji. Hadi basitinden gidelim. Politik hiçbir tutum olmayınca insanın toplum ve olduğu yere dair koordinat çizmesi zorlaşıyor ve öyle ya da böyle güçlü olanın kontrolünde gidiyor. Her şekilde dinci, milliyetçi ya da solcu politikalar genelde güçlü olanla etkilenseler bile hep bir bağımsız siyasal çizgi iddiasındadırlar. Ve bu bir yerde görece bağımsız bir alan tanımlar kişiye. Bu olmazsa bir şey olmaya değil; güçlünün normlarına benzemeye çalışırsınız. Burada politik taraflar olsa bile bizdekine benzer bir güçsüzlük içinde. Yani bir tür çürüme, içe kapalılıkta yaşıyorlar. Özel ve tuhaf gündemlere kapanmış durumlardalar. Açıkçası gittikçe kaybediyorlar. Böylece bizim göçmenlerimiz ve evlatları ya birer köleye ya da bu düzenin güzel birer hizmetçisine dönüyorlar. Tabii her zaman kayıp olanlar ve muhalifler çıkıyor. Birazda doğası gereği bunlar az sayıda ve etkisiz oluyorlar.

***

Burada çalışma hayatı öğleden sonra 4 gibi bitiyor. Okulun altındaki kahve satan cafe saat sabah 7.30 açılıp öğleden sonra 3.30 da kapanıyor ve hafta sonları kapalı. Ama sahipleri muhtemelen yeterince kazanıyor demek ki daha uzun saatlere gereksinim duymuyorlar. Ne ala memleket diyorsunuz. Sadece öğle ve akşam yemeklerinde günde toplam 7-8 saat açılan restoranlar var. Ve 6'dan sonra birçok dükkan kapanmış oluyor.

***

Buradan bu kadar…

Türkiye’den hepi topu birkaç kişinin sesini hatırlıyorum. Yani ki bütün sesler bazen görüntüler silinmiş gibi geliyor. Vardı. Biliyorum. Ama izini bulamıyorum. Anladığım bende “o”nlara benziyorum. (Askerde de böyle olmuştu) Yine de bundan bile çekinmiyorum. Aptal bir yersiz yurtsuz lafına sığınacağıma: “Yer ne yurt ne” demeyi tercih ederim. Çünkü burası ya da başka bir yer her gelen için bir cehennemken bir şekilde yıllarını ömürlerini burada geçirip şikâyet etmenin bir anlamı yok. Bense, şimdilik tatildeyim “iş”ten bir şeyler hatırlamamam normal. Dönünce bakarız. Ben uyumaya gidiyorum.

Perhizde Lahana Turşusu: İyi Gider / Metin Çulhaoğlu

20 Haziran 2009 • Cumartesi • soL

“Başarılı bir Anti-komünist Olmak İsteyenlere 40 Tavsiye” geçenlerde “Emek Defteri” sitesinde yayınlandı. J. Slavyanski’nin 40 tavsiyesi, Erkin Özalp tarafından Türkçeye çevrilmiş. Göz atmakta yarar var.

Bu 40 tavsiye arasında kuşkusuz kendi içinde çelişkili olanlar da bulunuyor. Ama ne gam! Bu tür çelişkilerin ve tutarsızlıkların sıkı bir anti-komüniste vız gelip tırıs gitmesi gerekir. Zaten komünistlerin kendileri dışında kim fark edecek, anlayacak ki?

İşte kimi örnekler:

“12. Marksizmin, gelecekteki olası bir toplum hakkındaki tarifi nedeniyle ütopyacı olduğunu iddia edin. Ama bunun yanında, Marksizmin, Komünist toplumun neye benzeyeceği konusunda hiçbir zaman ayrıntılı bir tarif vermemesi nedeniyle başarısızlığa uğradığını da iddia edin. Buradaki büyük çelişkiyi önemsemeyin.

“18. Komünistleri, yaşadığınız dönemin popüler tartışmalarına göre, bir şeylerden yana ve bir şeylere karşı gösterebilirsiniz. Eğer sağcı kesime sesleniyorsanız, Komünistler, dejenerasyonu ve eşcinselliği temsil ediyordur. Daha hoşgörülü bir kesime sesleniyorsanız, Komünistler eşcinsellik düşmanıdır. Aslında, Komünistler, aynı anda hem ahlaki dejenerasyonu hem de aşırı bir ahlâkçılığı temsil eder. Buradaki çelişkiyi de önemsemeyin.

“22. Komünistleri, dine baskı uygulamakla suçlayın. İslamcı köktendincileri, laik olmamakla suçlayın. Ne çelişkisi?!”

* * *

Yukarıdaki örnekler, Türkiye söz konusu olduğunda ilginç çağrışımlar yaptırıyor. Örneğin, tam tamına aynısı olmasa da yukarıdakileri anıştıran türde “eleştiriler”, Türkiye’de anti-komünist oldukları ayan beyan ortada olanlardan çok kendilerini “sosyalist” sayanların dilinde dolaşmıyor mu?

Biraz böyle gibi...

Burasını geçelim.

Türkiye’de asıl gündemde olan, sıkı anti-komünizmden çok sıkı yenilenmecilik. Ne var ki, yaygın modaya karşın yenilenmecilik henüz tavsiye sayısında 40’a ulaşılacak kadar gelişkin ve oturmuş değil. Doğal sayılmalı. Ne de olsa yenilenmeciliğin tarihi, anti-komünizmin tarihi kadar gerilere gitmiyor. Bu yüzden, Slavyanski’den esinlenip çıkara çıkara 10 tavsiye çıkarabildik. Aşağıda:

1. Beğenmediğiniz, aşırı “Ortodoks” bulduğunuz Marksistleri “indirgemecilikle” eleştirdikten sonra bir nefes alıp Türkiye’nin en temel ve belirleyici sorununun demokrasi ve demokratikleşme olduğunu ekleyin.

2. Sosyalizmi henüz çok uzaklarda görmenizin yaratabileceği “yanlış anlamaları” dengelemek için kimi konularda “gerçekçi ol imkânsızı iste” veya “hemen şimdi burada” türü sloganlara başvurun.

3. Yaşınız 60 civarındaysa, 1960’lı yıllarda “TİP oportünizmine, revizyonizmine ve pasifizmine karşı” verdiğiniz mücadeleyle övünün. “Bugün ne yapılması gerekir?” diye sorulursa da hiç tereddüt etmeden “Bize TİP gibi bir parti lazım” deyin.

4. Türkiye’de gerçek anlamda bir burjuva devrimi yaşanmadığını, modern sınıfların oluşmadığını, çağdaş bir topluma ulaşmak için daha bilmem kaç fırın ekmek yememiz gerektiğini söyledikten hemen sonra “sivil toplum kuruluşlarını” bu alanlarda göreve çağırın.

5. Sürekli olarak Türkiye’de sosyalist solun güçsüzlüğünden, etkisizliğinden ve marjinalliğinden söz edin. “Kürt sorunu” gündeme geldiğinde ise sosyalist solu bu sorunun çözümüne yeterince ağırlık koymadığı için eleştirin.

6. Sosyalizmin ancak uluslararası planda düşünülebileceğini, “bu işin tek ülkede olamayacağını” vurgulayın. “Nasıl bir sosyalizm” sorusu gündeme geldiğinde ise hep Paris Komünü’ne atıfta bulunun, buradan örnekler verin.

7. Dünyamızın değiştiğini, süreçlerin başkalaştığını, artık yeni şeyler söylemek, yeni çözümlemeler yapmak gerektiğini sıkça tekrarlayın. Bu arada sizden faşizm tanımı istenirse “tanımı zaten yapılmıştır” deyip Dimitrov’un faşizm tanımını anımsatın.

8. Açık oturumlarda, panellerde, söyleşilerde öyle her şeyi kolay beğenmeyin, gerekiyorsa her şeye itiraz edin, eleştirilerinizi sakınmayın. Ne tür bir girişimin solun önünü açacağı sorulduğunda ise “sol gereksiz tartışmaları, ayrıyı gayriyi bırakıp bir araya gelmelidir” deyin.

9. Elbette karamsarlık saçmak için değil, ama gerçekçilik adına “ülkede yaprak kımıldamıyor”, “herkes sinmiş, kabuğuna çekilmiş durumda” gibi şeyler söyledikten sonra, Türkiye’de sosyalizmin “yeni toplumsal hareketlerle” mutlaka ittifak yapması gerektiğinden dem vurun.

10. “Cinsel taciz”, “erkek egemen söylem” ve “maçoluk” gibi konularda hoşgörüsüz olun, böyle işlere karışanları mahkûm edin. Yumuşak ve anlayışlı yanınızı ise Marx’ın “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözüne atıfta bulunarak gösterin.

* * *

“Uyduruyorsun, böyle tipler yoktur, olamaz” diye düşünen var mı?

Varsa, böyleleri için anlaşılan bu ülkedeki kimi “sol oluşumlarda” mecburi hizmet uygulamasına geçilmesi gerekecek.

Metin Çulhaoğlu • Perhizde Lahana Turşusu: İyi Gider • 20 Haziran 2009 • Cumartesi

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/15478.html adresinden alınmıştır.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Başarılı Bir Anti-komünist Olmak İsteyenlere 40 Tavsiye / J. Slavyanski

09 . Haziran. 2009
J. Slavyanski (2007)*
Çeviri: Erkin Özalp**
1. Her fırsatta, Marksizmin saygınlığını yitirdiğini, gününün geçtiğini, ölüp gittiğini ve gömüldüğünü vurgulayın. Ardından, iş yaşamınızın geri kalanı boyunca, öldüğünü iddia ettiğiniz Marksizme saldırarak, kazanç dolu bir kariyer yapın.

2. Unutmayın, “Komünist” bir ülkedeki doğal olmayan her ölümden, yalnızca devletin liderleri değil, bir ideoloji olarak Marksizm de sorumludur. Komünist olmayan ülkelerde aynı nedenle gerçekleşen ölümleri ise yok sayın.

3. Komünizm ya da Marksizm, siz ne olmalarını istiyorsanız, odurlar. Ülkeleri, hareketleri ve rejimleri “Komünist” diye damgalarken, onların gerçek hedeflerini, yazıya dökülmüş ideolojilerini, diplomatik ilişkilerini, ekonomi politikalarını ya da mülkiyet ilişkilerini incelemeniz gerekmez.

4. Komünistlerin de içinde bulunduğu her tür çatışmada, çatışmanın ve onun ürünü tüm ölümlerin suçu Komünizme atılabilir. Bunu 2. Dünya Savaşı’na uygularken dikkatli olun. Sovyetler’e ya da Komünist partizanlara karşı savaşan faşist hareketler iyiydi; ama Nazi Almanyası’nı açıkça övmemeye çalışın. Kendinize hakim olamıyorsanız, bunu özel sohbetlerinize saklayın.

5. Marksizmin “gerçek anlamına” ve Komünizmin gerçek temsilcilerinin kimler olduğuna siz karar verirsiniz. Gerçekte Trotskiy’den de nefret etseniz bile, yetkilerinin Stalin tarafından gasp edilmiş olmasıyla ilgileniyor görünün.

6. Sürekli olarak George Orwell’dan söz edin. “Hayvan Çiftliği”nden ya da “1984”ten alıntı yapın. Orwell’ın Sovyetler Birliği’ni hiç görmemiş olduğu gerçeğini ve her iki kitabın da birer roman olmasını önemsemeyin.

7. Demografik verileri önemsemeden ve tutarlılık kaygısı gözetmeden büyük ölüm sayıları verin. Açlıktan ölenlerin sayısı 3 milyon mu? 7 milyon mu? 10 milyon mu? Toplam 100 milyon kişi mi öldü? Merak etmeyin, kimse, çalışmanızdaki verileri kontrol etmeyecektir. Siz de büyük olasılıkla herhangi bir araştırma yapmadığınızdan, bu durum işinize gelir.

8. Komünist bir rejimde tutuklanmış olan herkes, büyük olasılıkla, hiçbir suç işlememişti. Komünistler yalnızca zararsız şairleri ve dünyayla paylaşacak güzel bir mesajları olan siyasi peygamberleri tutuklamıştı.

9. Stalin’in yaptığı ya da yapmadığı her şeyin kötü bir gizli nedeni vardı. Her şeyin!

10. Bir önceki maddenin ruhuna uygun olarak, Stalin’in her şeyi yapma ve bilme gücü olan bir varlık olduğunu, Sovyetler Birliği’nde olup biten her şeyi tam olarak bildiğini ve 1924-1953 yıllarında yaşanan her şeyi tam olarak kontrol ettiğini unutmayın. O dönemde olup biten her şey, Stalin’in iradesiyle olmuştu. Stalin, söz konusu dönemde işlenen tüm suçların her tür ayrıntısını biliyordu ve sınırsız zorbalığı nedeniyle, nerede olduklarını ya da ne tür bir konuma sahip olduklarını hiç gözetmeden, milyonlarca masum insanı öldürdü. Her şeyi yapma ve bilme gücü olduğundan, altındaki on binlerce kişiden gelen bilgilere bağımlı değildi.

11. Kapitalist ülkelerde bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan her tür eylemle ilgili olarak, sürekli bir şekilde “Komünist” ülkelere saldırın.

12. Marksizmin, gelecekteki olası bir toplum hakkındaki tarifi nedeniyle ütopyacı olduğunu iddia edin. Ama bunun yanında, Marksizmin, Komünist toplumun neye benzeyeceği konusunda hiçbir zaman ayrıntılı bir tarif vermemesi nedeniyle başarısızlığa uğradığını da iddia edin. Buradaki büyük çelişkiyi önemsemeyin.

13. Marksizmi bir tür dinsel inanç, Mesihçilik ya da aklınıza gelen herhangi bir ruhani zırvalık gibi göstermeye başlayın. Her tür siyasal ideoloji ile dinler arasında bazı benzerliklerin bulunabileceğini söyleyenleri önemsemeyin.

14. Anti-komünist saldırıların taktiğini unutmayın: Stalin sonrası döneme ekonomik gerekçelerle saldırın ve başarısız olunduğunu iddia edin. Bilgili bir hasmınız, Stalin döneminde sosyalist ekonominin başarılı olduğunu söyleyeceğinden ve bu dönemin ekonomisi gerçekten de başarılı olduğundan, o döneme insan haklarıyla ilgili gerekçelerle saldırın.

15. İnsan doğası. İnsan doğası nedir? Sizin açınızdan, insan doğası, hoşunuza gitmeyen siyasal görüşlerin ya da sistemlerin neden yanlış olduklarının en kolay açıklamasıdır.

16. Bolşevik devrimler, şiddet yoluyla ve kan dökülerek yapıldı. Buna karşın tüm burjuva devrimleri demokratik halkoylamalarıyla gerçekleştirilmişti ve şiddet türü şeylere tanık olunmamıştı.

17. Sürekli olarak “özgürlük” ve “demokrasi” gibi sözcükler kullanın. Sizden istense bile, bu terimleri asla tanımlamayın.

18. Komünistleri, yaşadığınız dönemin popüler tartışmalarına göre, bir şeylerden yana ve bir şeylere karşı gösterebilirsiniz. Eğer sağcı kesime sesleniyorsanız, Komünistler, dejenerasyonu ve eşcinselliği temsil ediyordur. Daha hoşgörülü bir kesime sesleniyorsanız, Komünistler eşcinsellik düşmanıdır. Aslında, Komünistler, aynı anda hem ahlaki dejenerasyonu hem de aşırı bir ahlâkçılığı temsil eder. Buradaki çelişkiyi de önemsemeyin.

19. Molotov-Ribbentrop Paktı üzerinden her fırsatta Stalin’i suçlayın; ama bu arada, Amerika’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın savaştan önce Nazi Almanyası’na, faşist İtalya’ya ve emperyalist Japonya’ya verdikleri desteği ve bu ülkelerle işbirliğine gitmiş olmalarını tümüyle yok sayın. Her zaman olduğu gibi, hasımlarınızın, saldırmazlık paktının bağlamını tartışmalarına izin vermeyin.

20. Doğu Avrupa’nın yeni kavuştuğu “özgürlük”ü kutsayın. Göç nedeniyle nüfusun büyük ölçüde azalmasını, doğum oranlarının düşmesini, alkol ve uyuşturucu kullanımının artmasını, siyasal istikrarsızlığı, iç savaşları, etnik temizlik operasyonlarını, kadınların seks ticareti için taşınmasını, çocuklara fuhuş yaptırılmasını, örgütlü suçları, intihar oranlarının yüksekliğini, işsizliği, hastalıkları vb. yok sayın. Konuşma özgürlüğünüz olduktan sonra, bunların ne önemi var?!

21. Her fırsatta, Komünist ülkelerdeki korku kültüründen, gecenin bir yarısında insanların kapısının çalınmasından söz edin. Amerika’da, uyuşturucuyla savaş döneminde, uyuşturucu ticareti yaptıkları kuşkusuyla insanların gece yarıları yataklarından kaldırılmasının, üzerlerine silah dayanmasının normal sayılmış olmasını önemsemeyin.

22. Komünistleri, dine baskı uygulamakla suçlayın. İslamcı köktendincileri, laik olmamakla suçlayın. Ne çelişkisi?!

23. ABD’nin şu anda, Afganistan’daki ilk zaferini finanse ettiği, desteklediği ve hatta yönettiği bir hasma karşı aşırı pahalı ve kaybetmekte olduğu bir savaş yürütüyor olmasındaki ironiyi görmezden gelin.

24. Bugünün dünyasının devam eden ve hatta kötüleşen sorunlarına karşı sizden bir çözüm istendiğinde ne diyeceksiniz? ÖZGÜRLÜK!! (Hasmınız uzaklaşıp gidene kadar tekrar edin.)

25. “Komünist”lerin hiçbir şeyine güvenilemez. Hruşov’un 1956’daki “Gizli Konuşma”sı ya da Trostskiy’in yazdıkları gibi, sizin işinize yarayanları dışında...

26. Komünist liderler, karşı devrimden korunmaya bir sürü zaman ayırırken, “paranoyakça” davranıyordu. Doğu Bloku’nda kapitalizmin restorasyonu da dahil olmak üzere, gerçekten de böyle bir tehdidin bulunduğunu gösteren tonla kanıtı yok sayın.

27. Komünist rejimler halkın desteğini hiçbir zaman kazanmamıştı. Bu söylediğimizin doğru olmadığı örneklerin varlığına ilişkin kanıtlar sunulursa, insanların beyinlerinin yıkandığını savunun. Bunun yapılmasının önündeki mali ve lojistik engelleri hesaba katmaya kalkışmayın.

28. Komünist propaganda, kaba ve ilkeldir. Eğer birileri komünist sanatçı ve yazarların dünyaca ünlü çalışmalarından söz etmeye başlarsa, hemen uzaklaşın.

29. Bir Komünistle karşılaşana kadar, “özgürlük” ve “çoğulculuk” adına laikliği savunun. Karşınıza bir Komünist çıktığında, din kartını kullanın.

30. Komünist olmayan ülkelerde gerçekleştirilen gaddarlıkların ve diğer kötü şeylerin tek sorumlusu, tek tek “kötü insanlar”dır. “Komünist” bir ülkede gerçekleşen her tür kötü şeyin sorumlusu, ideoloji ve sistemdir. Bir de Stalin.

31. Anti-komünist olmak için herhangi bir ideolojik tutarlılık gerekmez. Zamanınızın yüzde 90’ını, sosyal demokrasinin sözde sosyalizmini övmeye ayırın; sonra da kapitalist sistemi “Stalin dönemi Rusyası”yla karşılaştırın (bu konuyu daha önce hiç incelemediyseniz, “1984”ü ve “Hayvan Çiftliği”ni okumanız yeterli). Kapitalizmden sürekli olarak şikayet edin, ama birileri alternatif olarak Komünizmi önerdiğinde oradan uzaklaşın. Aşırı sağdaki bir faşist misiniz? Sürekli olarak, kapitalizm koşulları altındaki kültürel dejenerasyondan şikayet edin; ama bu arada, ırkçılığınız dışında hiçbir anlamlı gerekçe gösteremeseniz bile, Marksizme sonuna kadar karşı çıkmaya devam edin.

32. Eğer anarşistseniz, kendi ideolojinizin tüm tarih boyunca yüzde 100’lük bir başarısızlık oranına ulaşmış olmasına karşın, her fırsatta Marksizmin “başarısızlık”ından söz edin. Bu başarısızlıktan Komünistleri ve silahlanmayı sorumlu tutun. Kendisini gericiliğe karşı savunamadıktan sonra, en mükemmel toplumun bile hiçbir işe yaramayacağını görmezden gelin.

33. Neo-Nazi misiniz? Komünizm, Yahudiliktir. Tartışma bitti.

34. Neo-Hippi misiniz? Komünizm, sizin yücelttiğiniz Tibet kültürünün Çin tarafından ezilmesidir.

35. Mao döneminde gerçekleştirildiği iddia edilen soykırımı her fırsatta kınayın; ABD’nin Nixon döneminde Çin’le kurduğu ilişkileri ve kapitalist Çin’in modern ABD ekonomisinde oynadığı rolü görmezden gelin. Çin hakkında olumlu bir şey söyleyecekseniz, bu ülke kapitalisttir. Eğer eleştirecekseniz, hâlâ Komünisttir.

36. Marksizmin gözlem ve deneylere dayalı olmadığını iddia edin. Neo-liberalizm, “demokrasi” ya da “özgürlük” de gözlem ve deneylere dayalı değildir; ama bunu boş verin.

37. Nerede, hangi ülkede, hangi tarihsel dönemde olduklarından, geçmiş deneyimlerden ve tüm diğer etkenlerden bağımsız olarak, Komünistlerin, Stalin dönemi Rusyası’nın bir kopyasını yaratmak istediğini ileri sürün. Stalin döneminde, sanayileşmenin çok geri olduğu bir ülkenin kalkınması gibi bir sorunla uğraşılmış olmasını, bunun bugüne taşınamayacağını vb. önemsemeyin.

38. Sihirli “totaliter” sözcüğünü kullanmayı öğrenin. Bu sözcük, karşı kutuplarda yer alan iki ideolojiyi aynı çuvala sokmanızı sağlar: Komünizm ve Faşizm.

39. Sosyalist ülkelerin, piyasa reformlarına başvurdukları ölçüde, daha büyük ekonomik sorunlar yaşamaya başladığını görmezden gelin.

40. Sayılar ya da tarihsel bağlamla ilgili eleştiriler aldığınızda, “acımasız zorba”, “vahşi katil” gibi etiketlere başvurun. Stalin gibi insanların, öldürdükleri onca insan nedeniyle kitle katili olduklarını ve kitle katili oldukları için onca insanı öldürdüklerini biliyoruz. İşte bu kadar açık ve net!

J. Slavyanski Çeviren: Erkin Özalp

(*) Özgün Metin Kaynağı :
"Guide to anti-communism" (2007)
http://rationalred.blogspot.com/2007/08/guide-to-anti-communism.html


(**) Çeviri Metin Kaynağı
http://www.haberveriyorum.net/icerik/basarili-bir-anti-komunist-olmak-isteyenlere-40-tavsiye

26 Haziran 2009 Cuma

► Dostoyevski Üzerine Notlar / İsmail (Bukka) Kaplan

[Bu yazı Eylülce Dergisi'nin 2. sayısında yayınlandı. Yazı çok dağınık olduğu için elden geçirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden nasıl yayınlandı bilemiyorum. Yayınlanmış halini ya da redakte edilmiş halini okumadım. Buraya biraz geç de olsa koyuyorum.]

Burada biraz dağınık olmakla birlikte Dostoyevski üzerine notları belli başlıklar altında toplamaya çalıştım.

XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı

Türkiye’de ‘klasik yapıt’ anlayışını 1940’ların başında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülük ettiği “Dünya Klasikleri” serisinin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu serinin özel kitapçıların da ‘Dünya Muharrirleri’ dizilerine neden olmuştur. Sonraki yayıncılarda klasik algısını MEB yayınlarına göre oluşturmuşlardır. Bu klasik algısında öğretmenlerin, öğrencilerine bu yazarları/kitapları önermesinin ve bu yüzden tanınıyor olmalarının etkisi büyüktür. Ama MEB klasiklerinden hepsi tutulmamıştır.

Bugün ‘klasikleri okumak’ dendiğinde akla gelen ilk yazarlar Tolstoy, Dostoyevski, Balzac olmuştur. Mesela Dickens o kadar bilinmez (Dickens kitapları da bu seri içerisinde vardır). Türkiyeli okur klasik okumayı önemser ve küçümsemez. Özellikle XIX. yüzyıl Rus yapıtları Türkiye’de temel klasikler olarak kabul görür. (Gogol, Puşkin, Turgenyev, Gançorov, Çehov’u da ekleyerek) Düzenli okuyan nüfus içerisinde Rus edebiyatı neredeyse başattır. Başlangıçta Rus etkisini Türkiye’ye taşıyan Fransız edebiyatı o kadar yaygın bir şekilde bilinmez. Rus edebiyatında Petersburg ve Moskova’nın taşra ilişkisine dair vurgu, aynı dönem Fransız edebiyatında konu olan Paris-taşra ilişkisinden daha güçlüdür. Rusya’daki şehir-taşra konusunun işlenişi Fransa’daki işlenişinden farklı olduğu kadar (biraz abartılı olsa da) bizdeki şehir taşra ilişkisine yakındır. Bir diğer neden ise Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının yaşadığı geç modernleşmedir. Kanımca bu süreçlerin kimi benzer yönleri ve Rus edebiyatındaki etkisi Türkiyeli okuyucunun daha kolay benimsemesine neden oluyor.

Dostoyevski Okumak
Beardayev, Dostoyevski yapıtlarını okuyanları Dostoyevski’ciler ve onu anlamayanlar olarak ayırır. Birinci grup Borges’in öykülerinde vurguladığı imgesi güçlü olan sözünü çağrıştırır. İmgesi güçlüden kasıt kitapta anlatılanları tam ve doğru anlamak değildir. Tam tersine anlatılanlardan kişinin kendinde yeni bir anlam ve kurgu oluşturabilmesi yani imgenin coşmasıdır. Tabii bunun imgesi güçlü herkes için geçerli olduğunu söylemek biraz güç olacaktır. Diğer taraftan kimi okurlar için Dostoyevski sürekli iç karatıcı bir ortamda hastalıklı ve olayların gelişimine müdahale edemeyen karakterleri barındıran, kasvetli sokaklarda ve evlerde geçen, anlamsız ve uzun diyalogları olan tam bir tımarhaneye düşmüşlük hissi uyandıran romanlar yazmıştır. Dostoyevski’nin okunma zamanını Herman Hesse şöyle açıklıyor:
“Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşamaya baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içerisinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık bir izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değirmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi, teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.” (Hesse, 1995: 11)
Dostoyevski romanları okuyucu için anlamsızlıkla yıkıcılık arasında gidip gelecektir. Dışarıdan hiç ilgi çekmeyen, dikiş tutturamamış ama bununla övünmeyen birisiyle tanışıp konuşurken size şunu demesi tuhaf gelmeyecektir: “Hayatımın hatası 16–17 yaşımda Dostoyevski okumak oldu”. Bununla birlikte Yeraltından Notları’na bakarak Dostoyevski’de yeraltı (isteseniz underground deyin çok albenili olur) yaşantısı aramak yersizdir. Dostoyevski’nin yeraltı tabiri kalabalıkların arasında görünen ama gerçekte ise dışlanmış kişinin psişik sürecidir. Yoksa Dostoyevski’nin dostları az-çok sosyal bir çevresi, yapmayı sevdiği şeyler vardır. (Aynı şekilde bu Kafka içinde geçerlidir) Bu yeraltının dışa vurumu çılgınlık, tuhaf bir giyim-kuşam ya da yasak olanın peşinden koşma olarak değil; ‘yazı’ olarak ortaya çıkar. Çoğu kişi için Dostoyevski’nin günlük yaşamı çok alelade görünecektir. Geceye kadar odasında gezen etrafın sessizleşmesini bekleyen bu nedenle gecenin geç saatlerde işine koyulan yalnızlığı seven biridir. Kendi başına kalmayı sevmektedir. Cezaevinden çıktığında da istediği tek şey insanlardan uzak olmak ve tek başına kalabilmektir. Zaten Perov’un yaptığı tablosunda tek başına ama güçlü bir duruş halinde görünür ve bu tablonun anlatımı yine Perov tarafından yapılan Turgenyev tablosuna göre çok daha güçlüdür. Resimdeki kişi hakkında bilgi sahibi olmasak bile karanlık bir mekânda oturan bu yeşil paltolu dingin görünüşlü adamın birden kalkıp gidecekmiş gibi gelir. Oysa orada oturmaktadır. Ellerini dizlerinde bağlamış kendi içine yolculuğu çıkmıştır. Belki de içinde dönen süreç onu her an harekete geçebilecek bir şekilde durmaya itiyordur. Anna Dostoyevski anılarında bu tablonun hazırlanışını anlatırken etkisinin ipuçlarını da veriyor:
“Aynı kış, [1871–72] Moskova resim galerisinin sahibi Tretyakov, kocamdan, Moskova’dan özellikle bu iş için gelen ünlü ressam Perov’a portresini yaptırmasını istemişti. Çalışmaya başlamadan önce ressam bir hafta boyunca her gün ziyaretimize geldi; her gelişinde kocamı farklı düşünsel ve ruhsal durumlarda buluyor, onunla konuşuyor, tartışmalar açıyor, bu sırada yazarın yüzündeki en belirleyici ifadeleri, özellikle kocamın sanat[ı] üzerine düşünürken yüzünün aldığı ifadeyi yakalamasını biliyordu. Denebilir ki Perov, Dostoyevski’nin yaratıcı anını yakalamayı ve portresinden yansıtmayı başarmıştır. Çalışma odasına girdiğimde, Fiyodor Mihayloviç’in yüzünde hep Perov’un portresindeki ifadeyi görmüşümdür: Sanki kendi içine bakar gibidir; o zaman hiçbir şey söylemeden çıkmışımdır. Düşüncelerinin içine öylesine gömülmüştür ki hiçbir şey görmez, işitmez, sanki odasına girildiğine inanmak istemez.” (2004: 179)
Yer Tarifi

Turgenyev daha hayattayken eserleri Batı dillerine çevrilen ilk Rus yazarıdır. Turgenyev’in Fransızca çevirileri Dostoyevski’ye göre başarısızdı. Çünkü Rus diline özgü birçok şey yok olup gitmiştir. Dostoyevski’nin yapıtları ise Fransızca’ya ölümünden sonra çevrilmeye başlanmıştır. (1888) Turgenyev daha Dostoyevski ile tanıştığı yıl (1845) Paris’ten yeni gelmişti. Oysa Dostoyevski Petersburg’ta bile gezecek paradan mahrumdu (Tabi kısa bir süre babasından kalan mirası harcamasını saymazsak). Turgenyev yurtdışı bağlarını her zaman sıkı tuttu, dönemin ünlü birçok yazarı ile tanıştı. (G. Sand, E. Zola, G. Flaubert, H. James) Hayatının son yirmi yılını Fransa ile Baden-Baden arasında geçirdi. Bu sırada Dresden’de karşılaştığı Dostoyevski’yle aralarında kötü bir buluşma gerçekleşti. Dostoyevski, Cenevre’den yazdığı 16-28 Ağustos 1867 tarihli mektubunda Turgenyev ile aralarında geçenleri anlatır.

Dostoyevski sürekli kavgalı olduğu geçmişinin etkisiyle Turgenyev ile çekişme halinde oldu. Tam bir Batıcı olan Turgenyev’den tiksiniyordu. Ama kumarda paraya sıkışınca ondan borç istediği mektupları yazmaktan da geri kalmıyordu. Küçük meblağlı bir borcu bile yıllarca sorun oldu. Turgenyev’in kendini beğenmişliğini Ecinniler’de büyük yazar Karmazinov ile roman anlatıcısı delikanlı arasındaki bir konuşmada işledi. Bu karşılaşma mektupta anlatılanların benzeriydi. Karmazinov’da, Turgenyev’de kendilerini birer Alman vatandaşı olarak görüyorlar ve Rusya’nın medeniyet içinde yerini varlığı ile yokluğunun bir görüyorlardı. Dostoyevski mektubunda Belinski Okulu’nun ülkenin başına sardığı devrimci demokratlara ve liberallere karşı olan nefretini ifade etmekten kaçınmıyordu.

Orhan Pamuk’un Önsözleri

İletişim Yayınları’nın Dünya Klasikleri dizisi Orhan Pamuk yönetmenliğinde çıkıyor. Bu yönetmenliği ne derece olduğu tam anlaşılmıyor. Orhan Pamuk’un Dostoyevski romanları için yazdığı önsözleri okuyunca bu mektup ilgimi çekti. Şimdi burada bir hinliğin, Orhan Pamuk’u aşağılama düşüncesinin olduğunu düşünebilirsiniz. Şayet öyle düşünüyorsanız önce Orhan Pamuk’un yazdığı önsözleri okumanızı öneririm. Ayrıca eleştirme hakkımız her zaman var. Belinski’nin eleştiri üzerine yazdığı notu daha açıklayıcı olacaktır: “Aslında, eleştiri herkes için korkunç bir silah olabilirdi, eğer kendisi de eleştiriye tabi olmasaydı.” (1989: 130). Herhangi bir yazarın Nobel ödülü alması, ünü, kitaplarının başka dillere çevrilmiş olması eleştirme hakkımızı elimizden almaz. Diğer yandan ırkçı zihniyet ile yan yana düşeceğiz korkusu ile de eleştiriden kaçınmak en büyük körlük olacaktır. (Irkçı zihniyetin aklı yetersiz eleştiri yazıları altındaki öldürme isteklerini biz de okuyoruz ve hiçbir şekilde sevinilecek bir şey görmüyoruz)

Dil ve dilin bir uzvu olarak yazı algıyla düşüncenin durduğu yeri en iyi gösterendir. Bazen anımsadıklarımızla anlamak istediğimizle uyuşmaz. Bazen anlamak istediğimiz şekilde anımsayabiliriz. Bu anımsama kafamızdaki bir şablona göre geçmişi oturtmaktır. Nedense bu şablon hep ‘başka’larında vardır.

Orhan Pamuk dizideki beş Dostoyevski kitabına önsöz yazmış. (Sonradan yayınlanan kitaplara ulaşma imkanım şimdilik yok) Sadece iki önsöze değineceğim. İlk olarak Yeraltından Notlar’dan başlayayım:

Orhan Pamuk yazdığı bu kısa önsözde ilk ve ikinci okumasını karşılaştırıyor. İkinci okumasına dair değerlendirmeler: “Bugün ikinci okumamda, benim için asıl konunun ve kitabın enerjisini veren asıl şeyin ne olduğunu daha rahat söyleyebilirim artık: Avrupalı olamamak kıskançlığı, öfkesi ve gururudur bu” (s. 6) Hatırlamamız gereken ikinci nokta ise Yeraltından Notlar’ın önce bir fikir yazısı olarak tasarlanmasıdır. Dostoyevski’nin ilk niyeti Çernişevski’nin bir yıl önce yayınlanmış olan romanı Ne Yapmalı kitabı hakkında bir eleştiri yazmaktı. Batıcı, modernleşmeci gençleri arasında çok tutulan bu kitap, yalnızca bir roman değil, aydınlanmacı, pozitivist iyimserliğin bir ders kitabı niteliğindeydi. (s. 8) Doğrudan bir Batı karşıtlığı ya da Avrupa düşüncesine düşmanlıktan çok Avrupa’dan gelen düşüncenin kendi ülkesinde kullanılış şekline isyanıdır bu. Akılcılık, yararcılık ya da ütopyacılığın hayalperestliğinden çok, verdiği basit sevince öfkeleniyordu Dostoyevski” (Pamuk, 2000: 8). Okuma niyetinize ya da algınıza göre Notlar’da varoluş tartışmasını da Batıcılığa karşı nefreti de görebilirsiniz. Ama Orhan Pamuk, önsözde, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı adlı romanın Türkçe ilk basımında Dostoyevski’ye dair küçültücü bir önsöz yazıldığından bahsediyor:

“1970’lerin ortalarında Türkçeye çevrilip Dostoyevski karşıtı bir önsözle (gerici, karanlık, küçük burjuva) İstanbul’da yayımlandığında Sovyetler Birliği hayranı genç komünistlerce aynı çocuksu, determinist, ütopyacı hayalperestlikle karşılandığı için Dostoyevski’yi bu kitaba öfke duydurtan şeyin ne olduğunu kendi yüreğimden çıkarabiliyorum.” (2000: 8)
Evet, bende yüreğimden bir şeyler çıkarabiliyorum. Bu kısa alıntı o kadar şeyi anlatıyor ki, sıra ile gidelim. Orhan Pamuk’un bahsettiği kitabın çevirisi Güneş Bozkaya imzasını taşıyor. Birinci baskısı Yar Yayınları tarafından Ağustos 1972 tarihinde yapılmış. Kitapta Güneş Bozkaya imzasını taşıyan Önsöz Yerine başlığıyla bir tanıtım yazısı var. Benim elimde kitabın üçüncü baskısı (1976) mevcut. Kitabın ikinci baskısına çevirmence yeni bir önsöz daha eklenmiş. Bu iki önsözü de okudum. Ama hiçbir yerinde Dostoyevski’ye dair küçültücü ve karşıtı bir ifade görmedim. Yine de yazı içerisindeki en ağır gelebilecek bölümü aktarayım:“Ama ne yazık ki ‘Ecinniler’ başarılı bir eser olmaktan çok, yazarın yaşadığı çağın gerçekten yeni insanlara baştan başa bir iftira, çirkin, iğrenç bir hakaret olmaktan ileri gidemiyor.” (Bozkaya, 1976: 31) Şimdi insan soruyor: “Acaba anladığımıza uygun gelecek şekilde mi anımsıyoruz?”.

Nasıl Yapmalı’nın çevrildiği dönemde Sovyetler birliği hayranı çok genç komünist yoktu. (73 Atılım’ını gerçekleştirenler saymazsak) En azından Türkiyeli okuyucular için bu tuhaf kaçıyor. Anlatmak istediğim 1972 yılında Sovyetler hayranı genç devrimciler diyebilirsiniz. Dönem gençliğine bakarsak ‘komünist’ten çok ‘devrimci’ tanımını kullanılır ve Türkiye’de bu daha anlaşılırdır. Bunda 141. ve 142. maddenin etkisini yok saymıyorum. Genç komünistler biraz çeviri kokuyor. Ama tersinden. Ünlü bir yazarın ülkesindeki Dostoyevski dizisine yazdığı önsözü dilinize çevirseniz biraz bürokrasi kokan genç komünistler deyimi genç devrimcilerden daha derin manalı gelecektir. Türkiyeli okuyucu için basılan bir kitabın önsözü değil sanki okuduğumuz; başka bir ülke okuyucusu için yazılmış. Bir diğeri İstanbul’da yayınladığında diyor Orhan Pamuk. Başka nerede yayınlanacaktır? Türkiyeli her okur şunu bilir: Bu ülkede basılan kitapların büyük çoğunluğu İstanbul’da basılır. İstanbul diyerek malumun ilanına gerek yoktur. Mesela, Andre Gide’nin “Henry Michaux’u Tanımak” adlı kitapçığı 1985 yılında Sivas’ta basılmış. Bu belirtilir ve bence ilginç bir nottur. Alıntıdaki İstanbul vurgusu Türkiye’de yaşayan yabancı bir gazetecinin Türkiye’yi ülkesinin insanlarına anlatmasına benziyor. Herhangi bir kimsenin nasıl yazdığına karışma hakkımız var mı diye sorulabilir. Yazdığı ile düşündüğü arasında bir paralellik görüyorsak eleştirmeye hakkımız her zaman vardır. Peki, İstanbul, bir kitabın yayınlandığı yer olarak belirtilmez mi? Belirtilir, özel durumlarda veya Türkiye dışından okuyucular için. Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin, Nasıl Yapmalı’ya ve Çernişevski çevresine karşı yürekten duyduğu öfkeyi hissettiğini söylüyor. Burada bir yanlışlık var. Orhan Pamuk bu öfkeye hak veriyorsa şu anda durması gereken yer daha çok İsmet Özel’e yakın düşüyor Avrupa’ya değil.

Ve “Cinler”

Cinler’in esin kahramanı Naçeyev’dir. Naçeyev’in organize ettiği ve öğrenci İvanov’un öldürülmesi ile sonuçlanan bir cinayet işlenmiştir. İvanov, Naçeyev’in yalan söylemesinden kuşkulanıyordu. Naçeyev devrim için her şeyi mubah gören birisiydi. Bu cinayet kısa sürede çözülmüş ve ülke de büyük bir yankı yaratmıştır. Yurtdışına kaçan Naçeyev Rusya’ya geri getirilmiş ve Petropavloks’a konmuştur. Burada dokuz yıl kalan Naçeyev 35 yaşında ölmüştür. Kendisini kurtarmak isteyenlere bunun yerine çarı öldürmelerini istemiştir. Naçeyev geç kalmış bir jakobendir. Korkunç bir kahkahası vardır ve karanlıkta insanı ürpertir. Yüzyılların adaletsiz düzenini yaratanlar ondan kopamayanlar için Naçeyev anlatılamayacak derece de çirkin, iğrenç bir yaratıktır. Naçeyev olayı Rusya’da devrimci demokratlara (Narodnikler) karşı kullanılmıştır.

“Dostoyevski bu cinayet aracılığıyla dramlaştırdığı Rus Nihilistlerinin ve Batıcılarının ruh dünyalarına girerken aslında bütün “yeni dünya,” “devrim,” ve “ütopya” hayallerinin arkasında bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik güçlü bir iktidar isteğinin yattığını olanca açıklığıyla gösterdi. Bu yüzden ilk solculuk heyecanlarım içinde Cinler’i okurken sanki yüzyıl öncesinin Rusyasından değil, bana gırtlağına kadar şiddete dayalı radikal siyasete batmış Türkiye ile ilgili bir hikâyeyle karşılaşmışım gibi gelmişti. Bütün o dünyayı değiştirme isteğinin, bir yerlerde bir örgütler olduğu hayalinin, içten devrimciliğin ya da adam tavlayıp kafakola almanın, bizimle aynı dili konuşmayan ve aynı görüşü paylaşmayanları kahredici bir şekilde aşağılama zevkinin gizli dilini, ruh hallerini Dostoyevski sanki bana korkutucu bir sırrı fısıldar gibi öğretiyordu. O zamanlar bu roman hakkında niye konuşulmuyor diye sık sık düşündüğümü hatırlıyorum. Bizim kültürel iklimimiz hakkında bu kadar çok şey söyleyen bu kitap hakkında solcu çevrelerdeki sessizlik bana sanki bu kitabın korkutucu bir sır fısıldadığı izlenimi veriyordu.

Bu korkunun ve kişiselliğin bir başka nedeni vardı. Aynı yıllarda, yani Cinler’in yazılıp yayınlanmasından ve Neçayev cinayetinden aşağı yukarı yüz yıl sonra bir benzeri de Türkiye’de Robert Kolej – Boğaziçi Üniversitesi’nde işlendi. Aralarında sınıf arkadaşlarının da bulunduğu bir devrimci çevre, daha sonraları kayıplara karışan şeytani ve zeki bir “kahramanın” cesaretlendirmesiyle, ihanet ettiklerine inandıkları, ararlındaki bir “haini” kafasına lobutlar vurarak öldürmüşler, cesedin bir bavula koyup bir gece sandala Boğaz’ın öteki yakasına geçirirlerken yakalanmışlardı. Bu devrimci çevrenin cinayete kadar varan radikalizmini, “en tehlikeli düşman en yakın düşmandır, demek ki aramızdan ilk ayrılandır” fikrini Cinler’i okuduğum için kendi yüreğimde hissederek anlamıştım” (Pamuk, 2002: 7-8)
Analoji yapmak tehlikelidir. İklimin diğer öğeleri de Türkiye’de aranabilir. Örneğin yazar Karmazinov’un kim olduğunu düşünebiliriz. Tabii romanda Karmazinov, Dostoyevski’nin Paris’ten ülkesine bakarken bir teleskop almasını önerdiği Turgenyev’di. Ama Türkiye’de kim olabilir?

Türkiye tarihinde olmuş ve hiçbir şekilde savunulamayacak olan kolej öğrencilerin işlediği bir cinayet ile insanlarını adaletsiz bir düzene başkaldırısını hemencecik kesip atmak ne kadar kolay. Bu başkaldırının dili suçlanırken acaba başkaldıranlara yönelik iğrenç ötesi dile / yapılan işkencelere / idamlara ne diyeceğiz? Ne yazık, toplumların / kişilerin eylemleri ağır sonuçlar ya da unutulamayacak yüzkaraları bırakabiliyor. Bunu düşünerek ne kadar eylemimizden kaçınabiliriz? Kaçtığımızda istenilmeyen olaylar olmayacak mıdır? Radikal siyasete karşı devir uzlaşma devri. İnsanları reklâmlara, yalana, yoksulluğa, haksızlığa, açlığa boğan bir dünyada radikal siyaset yokluğu vardır. Görüntü uzlaşma ile değil radikallikle yıkılacaktır. Aklın radikalliğiyle, gerçeğin yetersizliğini radikal düşüncemizle yıkabiliriz. Şimdi Radikal düşünce deyince kimilerinin aklına ele silah alıp dağa çıkmak, kafa göz yarmak dışında bir şey gelmeyecek. Acaba entelektüel şiddet mi demeliydim?

Dostoyevski’nin fısıldadığı başka şeyler de vardır. Bunlar sanırım gözden kaçmış. Kişinin özgünlüğü (aslında yazarın özgünlüğü) çoğu zaman çok kolay görünen aynılığı değil farklılığı keşfetmesidir. Yoksa Dostoyevski kitaplarından birçok Türkiye göndermesi çıkabilir. Bu göndermeleri kullanmak fazlası ile tehlikelidir. Türkiye’nin Batı ile ilişkisi hiçbir zaman Çarlık Rusya’sı ya da Sovyetler Biriliği’ndeki kadar olmamıştır. Türkiye’de dinsel fark Rusya’dakinden çok daha fazladır. Birçok nokta eklenebilir. Ama Türkiye devrimci mücadele tarihine bakarken çoğu Batılı araştırmacının negatif Sovyetler yorumuna sahip bir yazı okumak (özellik Doğulu bir yazardan) rahatsız edicidir. Zamanın da birçok zorluğa katlanmış olan Çernişevki’nin Sovyetler Birliği’nde kahraman ilan edilmesine karşı Çernişevski’yi karşı ağır yazılar ele alan Batılı araştırmacılara bakarak Rusya’yı anlamanın güç olacağı gibi. Ecinniler’e bakarak yenidünya arayışına saldırmak ancak varolan adaletsizliğe gizli ve haklı gören sevgimizden başka bir şey olamaz. Eğer sorun içerdeyse çözümde orada, yakında olacaktır. Siyasi süreçlere müdahale etmek çok zor, rizikolu ve tedirgin edici bir iştir. Böyle bir örgütlenme de kişilerin ertelenmiş kuşkuları varsa, içlerinden geçenleri ifade edemiyorlarsa; O yapı ne kadar kendini başkaca tarif etse bile (liberal, özgürlükçü vs.) ‘baskı’ mekanizmasını kullanacaktır. Biraz da sorun buradadır.


Kaynakça: 
Belinski, V. G. (1989) Yazılar, Çeviren: Mazlum Beyhan, Yön Yayıncılık, İst.
Bozkaya Güneş (1976) “Önsöz Yerine” Nasıl Yapmalı, Yar Yayınları, İst.
Hesse, Hermann (1994) “Dostoyevski Nasıl Okunmalı” Kitap-lık, Çeviren: Ahmet Cemal, Sayı 5, İst.
Dostoyevski, Anna (2004) Fyodor Dostoyevski Bir Yaşam - Anılar, Çeviren: M. Tahsin Yalım, Remzi Kitabevi, İst.
Pamuk, Orhan (2000) “Önsöz - Aşağılanmanın Zevkleri” Yeraltından Notlar, İletişim Yayınları, İst.
___________ (2002) “Önsöz - Cinlerin Korkutuculuğu” Cinler, İletişim Yayınları, İst.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Dostoyevski'den Bir Mektup / 1867 / Cenevre

APOLLON NİKOLAYEVİÇ MAİKOV'a
Cenevre16 – 28 Ağustos, 1867
Beni sevindiren mektubuna, bu kadar uzun zamandan beri, ses etmeyip cevap veremedim, benim sevgili ve unutulmaz dostum, Apollon Nikolayeviç. Sana unutulmaz dostum dediğim vakit, yüreğimin derinliklerinden bunun gerçek olduğunu hissediyorum. O kadar eski ve birbirine alışık dostlarız ki, hayat zaman zaman bizi ayırıp, ayrı düşürdüğü halde, hiç bir zaman, gerçek anlamında “ayırmaya” gücü yetmedi. Bunun tam tersine bizi yakınlaştırdı birbirimize. Yokluğumu, belirli bir dereceye kadar duyduğunu yazıyorsun; oysa benim nişlerim, seninkilerden çok daha fazla. Bütün olayların dışında, her geçen gün biraz daha berraklıkla, aramızdaki düşünce ve hislerin ne derece birbirine benzediğini gösteriyor. Şunu dikkate almanı senden yalvarırım sevgili dostum; seni kaybettikten sonra, öylesine garip bir memlekete geldik ki, burada Rus insanının yüzü, Rusça kitaplar, Rus düşünce ve ilgisi olmadığı gibi, tek bir dost yüz bile yok. Şunu sana bütün kalbimle söyleyeyim ki memleket dışında yaşayan Ruslarda eğer biraz his, biraz zeki varsa, bütün bunların farkına varamayıp, kendilerini nasıl perişan hissetmediklerini, gerçekten anlayamıyorum. Belki bu gördüğümüz yüzler, birbirlerine karşı dost yüzlerdir ama bizlere karşı değil. Gerçekten böyle bu! Memleket dışındakiler nasıl dayanabiliyorlar buna? Tanrım! Memleket olmadan, hayat bir işkence. Altı ay veya bir yıl için, memleket dışına çıkıp seyahat etmeyi anlıyorum, elbette. Ama benim gibi, memlekete ne zaman döneceğini hiç bilmeden ve hatta tahmin bile edemeden, seyahat etmek fena ve keder verici bir şey. Sadece bu düşünce bile taşıması çok güç bir duygu. Çalışmam için, Rusya’ya ihtiyacım var, hayatım için (başka bir hayat değil sadece bu hayat). Tıpkı sudan çıkmış bir balık gibiyim. Bütün kuvvetimi, bütün kabiliyetimi kaybettim...
Memleketi, hangi şartlar altında ve hangi sebeplerden dolayı terk ettiğine biliyorsun. Bağlıca iki sebep var buna: birincisi sıhhatimi, hatta hayatımı kurtarmak. Krizler her sekiz günde bir gelmeye başlamıştı ve krizlerin sinirlerimi ve beynimi nasıl harap ettiklerini hissetmek dayanılamayacak bir şeydi. Bütün aklımı ve duygularımı kaybetmeye başlamıştım - ve bu bir gerçek. Hissediyordum bunu. Bir harabeye dönmüş olan sinirlerim beni çoğu zaman birçok şeylerin tam kenarına kadar çekiyordu. İkincisi, alacaklılarım artık bekleyemeyecek hale gelmişlerdi ve hareket edeceğim gün, mahkemelerden sürü ile davetiye geldi.\
(Burada, borçlarından bahseder)
...Taşınamayacak gibi bir sıkıntıydı bu. Ayrıldığım zaman, ölümün ağırlığı sarmıştı yüreğimi, yabancı ülkelere karşı bir inancım yoktu - daha doğrusu, bana ahlaki yönlerden kötü etkiler yapacağına inanıyordum. Tam anlamıyla tecrit edilmiştim, maddi imkânlarım olmadığı gibi yanımda, benim bu serseri gibi dolaşmamı çocuksu bir sevinçle paylaşan bir de genç yaratık (Not: Yazarın ikinci karısı, Anna Grigorovna, kızlık adı Snitkin.) vardı. Bu çocuksu sevincin kısmen tecrübesizlikten, kısmen gençliğin ayaklandırdığı gayretten gelmesini görmek, bana bir işkence oluyor, beni kederlendiriyordu. Anna Grigorovna'nın, benimle geçireceği hayatı sıkıcı bulacağından korkuyordum. Çünkü bu güne kadar, tamamen yalnız kaldık. Kendimden fazla bir şey umamazdım. Hastalıklı bir kimseyim ve onun benim birçok dertlerimi çekmesini düşünüyor, bekliyordum (Dikkat et! Oysa Anna Grigorovna, bana, kendisinden beklediğimden çok daha kuvvetli, çok daha derin bir kişi olduğunu ispat etti. Birçok bakımlardan, koruyucu meleğim oldu benim. Aynı zamanda o kadar çocuksu, o kadar olmamış, o kadar güzel ve her şeyden evvel o kadar yapmacıksızdı ki, hemen hemen, bir karşılıkta bulunamıyordum. Hareketimizden evvel, bir hayal gibi farkına varmıştım bunun. Ve sana söylediklerime: yani Anna Grigorovna'nın benden, çok daha iyi ve kuvvetli olmasına rağmen; şimdi bile huzursuzluklarımdan kurtulmuş değilim.) Kısacası, bütün eksikliklerimiz, beni büyük endişelere düşürdü. Bir kere çok az paramız olduğu gibi, aldığımız avanslardan, Katkov'a, tam üç bin ruble, borcum vardı. Hareketimizden hemen sonra, kesinlikle, hemen çalışmaya başlamak kararındaydım. Ama geçen zaman ne verdi bana? Şu güne kadar, hiç bir şey başaramadım. Nihayet, ciddi olarak oturup çalışmaya karar verdim. Şunu itiraf etmeliyim ki, hiç bir şey başaramadım demek pek doğru olmaz. Zira öyle şeyler yaşadım ve kafamda öylesine çok şeyler çerçevelenmiş olmasına rağmen; siyah beyaz olarak bu güne kadar ortaya çıkardığım çok az. Siyah ve beyaz olarak yazılmış şeyler ise ancak bir değer kazanıp para kazandırır insana.
Sıkıntılı Berlin'i elimizden geldiği kadar çabuk terk ettik (Sadece bir gün kalabildim orda. Çünkü can sıkıcı Almanlar beni sinirlendirip, huysuzlaştırmaya başladılar. Rus hamamlarına sığınmak zorunda kaldım.) Sonra Dresden'e geldik. Bir yer bulup, bir süre için yerleştik Dresden'e.
Etkisi gerçekten çok basit oldu ve birden bir soru ile karşı karşıya kaldım: Neden Dresden'deyim, neden sadece Dresden de başka bir şehir değil. Ve hangi sebeplerden dolayı devamlı olarak bir şehri terk edip, başka bir şehre gidiyorum? Cevap gayet açıktı (Sağlığım, borçlarım ve saire; Ama en kötüsü, büyük bir açıklıkla şunu anladım ki, artık Dresden veya herhangi başka bir şehirde kalmam, beni en ufak bir şekilde ilgilendirmiyor - bütün yabancı ülkelerde, kendimi büyük bir somundan kesilmiş bir dilim ekmeğe benzetiyorum. Gelişimin ilk günü, kesinlikle, oturup ciddi ve verimli bir şekilde çalışmaya karar vermiştim ama aynı anda orada çalışamayacağımı da korkunç bir şekilde hissediyordum. Bütün fikirlerim, düşüncelerim, tepe taklak olmuşlardı. Ne yaptım o zaman? Bir bitki gibi yaşamaya başladım. Okudum, ara sıra bir kaç satır yazdım, insanı öldürecek kadar büyük bir memleket özlemi içine düştüm ve bir de bunların üzerine sıcak bindi. Değişiklik olmadan, günler aynı şekilde gelip geçtiler...
Sana, bütün hislerimi söylememe imkân yok. Bir sürü yeni görüşler, yeni fikirler topladım. Rus gazeteleri okudum ve ancak tek teselliyi onlarda bulabildim. Sonunda kafamda öylesine yeni fikirler istifledim ki, Rusya'nın Batı Avrupa ile olan ilişkilerine ve Rus yüksek sınıfına dair çok uzun bir makale yazabilirim.
Almanlar son derece sinirime dokundular, ayrıca bizim Rus yüksek tabakasının yaşayış tarzı, onların Avrupa'ya ve medeniyete olan inançlarının içlerine işlemesi de oldukça sinirlerimi bozdu. Paris'teki olay, beni korkunç derecede altüst etti. (Not: Beresovski'nin II. Alexander'e suikast teşebbüsü) Ne etkili değil mi? O Parisli avukatların “Yaşasın Polonya” diye bağırmaları. Ne kötü, ne tiksindirici ne tatsız bir şey. Şunu her zamankinden fazla kabul ediyorum ki, Avrupalıların biz Ruslar hakkında hiç bir şey bilmemeleri ve iğrenç fikirler beslemeleri bizim çıkarımıza bir olaydır. Sonra Beresovski mahkemesindeki ayrıntılar. Ne çirkin, ne boş şeyler. Anlayamıyorum, nasıl oluyor da böylesine, saçmalıklardan kurtulup, yeni bir noktaya varabiliyorlar.
Rusya, buradan, biz Ruslara çok daha fazla, istenilen şekle sokulabilir gibi görünüyor. Bunlardan birincisi, yapılan reformlar karşısında, halkımızın, nasıl beklenmedik bir olgunluk ve bağımsızlık göstermesidir. (örneğin yapılan adli reformlar) öbür tarafta ise, Orenburg eyaletinin Polis Müdürü tarafından dövülen, lonca'ya kayıtlı bir tacir. Apaçık olan, Rus halkının kendi hayırseverleri ve yapılan reformları sayesinde, bu gibi durumlarda, kendi kendisini eleştirmeye ve bu değişikliklere lüzumlu bir şekilde alıştırmasıdır ki asıl önemli olan şey de bu. Tanrım! Zamanımızda yapılacak reform ve değişiklikler, büyük Petro zamanında yapılan reformlar kadar önem taşıyor. Demiryolları nasıl gidiyor? Mümkün olduğu kadar çabuk, Güney'e inmek zorundayız. (Not: Dostoyevski burada, Rusların Boğaza ve İstanbul’a inmek için yaptığı çabaları anlatmak istiyor.) Bundan evvel de her tarafta tarafsız mahkemeler kurulmalıdır. Değişiklik ne büyük olacaktır o zaman! (Ben burada, bütün bunları düşündükçe, kalbimin atışı hızlanıyor.) Buralarda kimseleri gördüğüm yok, oldukça imkânsız bir şey bu. Buna rağmen ara sıra şu veya bu kimseyle karşılaşılıyorum. Almanya’da, devamlı olarak, memleket dışında yaşayan bir Rus'la tanıştım. Yılda sadece üç haftalık bir ziyaret yapıyor Rusya'ya ve sonra yeniden Almanya'ya dönüyor. Ailesi ve karısı burada. Tepeden tırnağa hepsi Alman olmuşlar. Diğer şeylerin arasında, kendisine, memleketi neden terk ettiğini sorduğum zaman, bana son derece ateşli bir şekilde, şöyle cevap verdi: “Çünkü burada medeniyet, orada ise barbarlık var. Bu kibar kişi, Genç İlerici’lerden ama görünüşe göre, kendisini, bir dereceye kadar onlardan uzak tutuyor. Bu dış ülkelerde oturan mülk sahipleri nasıl da, huysuz, kaba ve lanet kişiler olmuşlar.
Sonunda, Anna Grigorovna ile ben, Dresden'de, daha fazla vatan hasretine dayanamayacağımızı anlayarak kışı İsviçre veya İtalya’da bir yerlerde geçirmeye karar verdik. Oysa hiç paramız kalmamıştı. Beraberimizde getirdiklerimizin hepsini sarf etmiştik. Oturup, Katkov'a bir mektup yazarak, durumumu bütün açıklığı ile anlatıp, bana 500 ruble daha avans vermesini rica ettim. Ne olsa beğenirsin? Parayı yolladı. Ne mükemmel bir adam. Böylece İsviçre’ye geldik. Şimdi sana, utançlarımı ve adiliklerimi itiraf edeceğim.
Sevgili Apollon Nikolayeviç, içimden bir his, seni, beni yargılayacak bir hâkim olarak, kabul edebileceğimi söylüyor. Yüreğin ve hislerin var. Ben bunu, gerek eskiden beri ve gerek son zamanlarda da gayet iyi bildiğin için, senin vereceğin kararların bence önemi son derece büyük. Günahlarımı sana açıklamak bana hiç acı vermiyor. Şimdi yazdıklarım, sadece senin için. Bu yüzden, beni yargılamayı diğer kişilere bırakma.
Baden-Baden çevresinde seyahat ederken, yoldan çıkıp, burasını bir ziyaret etmeye karar verdim. Ayartıcı bir fikir, devamlı olarak kafamı kurcalıyor ve beni rahatsız ediyordu. 10 Louis altınını gözden çıkarmak belki de bana 2.000 frank kazandırabilirdi. Böyle bir para, Petersburg'daki masraflarım dâhil, beni dört ay geçindirebilirdi. İşin asıl pis tarafı, daha önceki yıllarda ara sıra kumardan para kazanmış olmamdı. En kötüsü, fena ve son derecede hırslı bir kimse olmam ve yaptığım her işte aşırılığın sınırına kadar gitmem. Hayatımda bu güne kadar itidal denen şeyle tanışmış olmamam. Başlangıçta şeytan benim tarafımı tutarak bütün oyunlarını oynadı ve üç gün içinde, kolaylıkla 4.000 frank kazandım. Şimdi sana her şeyi nasıl berbat ettiğimi anlatayım. Bir tarafta kolay kazanılmış para – 100 frank koyarak, bunu 4000’e çıkarmak. Diğer yanda, borçlarım, mahkemelerden gelen davetiyeler ve bir daha Rusya'ya dönme imkânımın olamayacağı korkusunun verdiği sıkıntı. Bütün bunların dışında da ana nokta olan oyunun kendisi. Bilsen, bu, kişiyi nasıl kendine çekiyor. Hayır. Sana yemin ederim ki, bu sadece kazanma aşkının bir tepkisi değildi. Gerçekte, paraya para olduğu için ihtiyacım vardı. Anna Grigorovna, bana, 4.000 frank'la yetinerek, bir an evvel buradan gitmemiz için yalvarıyordu. Ama daha fazla kazanma ve durumumu düzeltebileceğim düşüncesi, her şeye baskın çıktı. Benim kazancımın dışında, her gün, diğer kumarbazların nasıl 20.000 den 30.000 franka kadar kazandıklarını görüyordum. (Kişi kaybedenleri asla görmez.) Diğerleri neden benden daha iyi kazanıyorlardı? Benim, paraya olan ihtiyacım, onlarınkinden çok daha fazlaydı. Yeni bir rizikoya girdim ve kaybettim. Sadece kazandıklarımı değil, kendi paramı da son meteliğine kadar bitirdim. Aklın alamayacağı bir şekilde heyecanlanmıştım ve devamlı olarak kaybediyordum. Elbiselerimi rehine vermeye başladım. Anna Grigorovna, sahip olduğu son şeyi rehin etti. (O melek! Nasıl teselli etti beni. Daha fazlasını veremediğimiz için, o lanetli Baden şehrindeki, demirci dükkânının üzerindeki, iki ufacık odada nasıl sıkıntılara katlandı.) Sonunda canıma tak etti. Her şeyimi kaybetmiştim. (Ne aşağılık insan şu Almanlar. Ne tefeci, ne alçak ve ne hilebaz kişiler. Ev sahibesi olacak kadın, bizim ayrılamayacağımızı görüp, parasız olduğumuzu anlayınca, hemen fiyatları arttırdı.) Sonunda kurtulabilmemiz için, şu veya bu şekilde Baden'den kaçmamız gerekiyordu. Yeniden Katkov'a yazıp, 500 ruble daha istedim. (Durumum hakkında hiç bir şey yazmadım ama mektubun Baden'den geldiğini görünce, her halde ne olup bittiğini anlamıştır.) Ve istediğim parayı yolladı. Gerçekten yolladı! Şu anda Roussky Viestnik'ten avans olarak 4.000 ruble alınış durumdayım.
Şimdi Baden maceralarım bitti. Yedi hafta bu cehennemde can çekiştik. Buraya iner inmez, istasyonda, Gonçarov'a rastladım. Başlangıçta İvan Alexandroviç, bana karşı gayet ihtiyatlı davrandı. Bu meclis üyesi -ya da meclis üyesi olacak kişi-de vaktini kumar oynamakla geçiriyordu. Ama bunun bir sır olarak saklanamayacağını, benimse büyük ve açık bir rahatlıkla oynadığımın farkına varınca, bana karşı almış olduğu gösterişli tutumunu biraz azalttı. Büyük bir heyecanla oynuyordu (ufak paralar ileri sürerek.) Baden'de kaldığı iki hafta içinde devamlı olarak oynadı ve kaybetti. Sanırsam, oldukça da yüklü bir para. Ama Tanrı bu iyi adamdan gene de razı olsun. Ben bütün paramı kaybedince (beni elimde büyük paralarla görmüştü) isteğim üzerine bana 60 frank verdi. Elbette ki aynı zamanda bana, yarısını değil de bütün paramı kaybettiğim için, dayanılması güç, dersler verip, nasihatler etmeye başladı. Gonçarov aralıksız Turgenyev hakkında konuştu. Turgenyev'i ziyaretimi devamlı olarak geciktirdim ve sonunda gitmek zorunda kaldım. Öğlene yakındı gittiğimde ve kendisini, kahvaltı ederken buldum. Sana dürüstçe söyleyeyim, hiç bir zaman gerçekten hoşlanmadım bu adamdan. İşin en kötüsü 1857'de (Burada bir yanlışlık yapıyor. Bu yıllar yazar Sibirya'dadır, 62 veya 63 yılları olması gerekir) Wiesbaden'de kendisinden 50 dolar borç almıştım (bu güne kadar da hala ödeyemedim.) Onun ikiyüzlü bir aristokratlıkla insanı kucaklayıp, öpülmesi için yanaklarım uzatmasına dayanamıyorum. Korkunç bir hava yaratıyor etrafında. Ama ondan acı bir şekilde şikâyet etmemin asıl sebebi “Duman” adındaki yazdığı kitap yüzünden. Bana kendisi, bu kitabın ana fikrinin ve neye değinmek istediğini kendisi şu şekilde anlattı: “Eğer büyük bir yer sarsıntısı Rusya'yı yerle bir edip dünya yüzünden silerse, bu insanlık için bir kayıp olmayacağı gibi- kimse bu yokluğun farkına bile varmayacaktır.” Ayrıca bana, Rusya hakkındaki temel görüşünün de bu olduğunu ilan etti. Çok sinirli bir hali vardı. Sebebi de, “Duman” adındaki kitabının uğradığı başarısızlık. Sana şunu söyleyeyim ki, daha o zaman bu başarısızlığın bütün ayrıntılarından, benim hiç bir ilgim yoktu. Gelen mektuplardan, Staçov'un O. Z. de yazdığı makaleden haberim vardı ama diğer gazetelerin de onu yerden yere vurduklarını, hatta Moskova’da bir kulüpte, kitabı protesto etmek için imza toplandığını bilmiyordum. Bütün bunları bana kendisi anlattı. Samimiyetle sana şunu söyleyeyim ki, ben bir kimsenin bütün kibirliliğine rağmen, bu kadar saf ve acemice bir şekilde, bütün yaralarını ortaya dökebileceğim hayal bile edemezdim. Tıpkı Turgenyev'in bir zamanlar yaptığı gibi. Ayrıca bu kişiler Ateist olmakla da övünüyorlar. Ayrıca bana, kendisinin dönmez bir Ateist olduğunu söyledi. Tanrım! Zaten bizler Deims'i (Emirleri inkâr eden, fakat Tanrıya inanan kimse) Kurtarıcıya borçlu değil miyiz? Şöyle ki, kişinin fikri öylesine asildir ki kişi bunu bir korku hissine kapılmadan kavrayamaz-ve kişinin, insanlığın ölümsüzlüğünü temsil eden bu fikirden asla şüphe edemez. Peki, mülk sahiplerine ne borçluyuz? Turgenyev, Herzen, Çernişevski? En yüksek ve kutsal bir yere tüküren onlar da bizim, gördüklerimiz, çirkin ve iğrenç bir gurur, utanmaz bir hassasiyet ve gülünç bir kibirdir ki, bütün bunlardan ne umduklarını ve kimlerin kendilerini örnek olarak alacaklarını tahmin etmek bile imkân dışı bir şeydir. Korkunç bir şekilde Rusya'ya ve Ruslara hakaret etti. Ama şunun farkına vardım ki, Bielinski okulunun ortaya çıkardığı Liberal ve İlericiler, Rusya'ya zarar verip, ona hakaret etmekten, adeta zevk alıp kendi kendilerini tatmin, ediyorlar Aralarındaki ayrıntıya gelince: Çernişevski taraftarları, tüm hakaret ve kötülüğe gidip Rusya’nın yeryüzünden silinip yok olmasını gaye edinmişler (hem de, öncelikle.) Diğerlerine gelince, onlar hep bir ağızdan Rusya'yı sevdiklerini haykırıyorlar. Ama gene de vatana, toprağımıza ait her şeyden nefret etmedeler. Onu alaya almak en büyük zevklerinden biri. Ve eğer kişi, onların karşısına, açıklamasını yapamayıp, alaya alamayacakları bir gerçekle çıkacak olursa - kabul etmeleri gereken herhangi bir gerçek- buna canlarının çok fazla sıkılacağına, kederleneceklerine ve hatta çılgına döneceklerine inanıyorum. Turgenyev'de de fark ettim ki- ve genellikle memleket dışında uzun süre yaşayanlar- memlekette geçen gerçek olaylardan (gazete okumalarına rağmen) en ufak bir fikir sahibi bile değiller. Rusya'ya olan sevgi ve anlayışlarını öylesine kaybetmişler ki, Rusya'da olan ve hatta en koyu Nihilist’lerin bile inkâr edemedikleri basit olaylara bile gözleri kapalı, bunlar kendi kafalarına göre, sadece alaya alınacak konular. Bu herifler kavram fikrini kaybetmişler. Bana anlattıklarının arasında, bizlerin Almanlar önünde, yerlerde sürünmek zorunda olduğumuzu -zira medeniyetin evrensel ve inkâr edilmez tek yolu olduğunu- ve Rusya'ya medeniyet ve bağımsız bir kültür getirmek için, gösterilen çabaların, delilik ve ahmaklığın en büyüğü olduğunu söyledi. Rusçular ve Slavcılara karşıt uzun bir yazı yazmakta olduğunu da söyledi. Kendisine, Paris'ten bir teleskop getirtip; görüşlerinin berraklaşması için; kurmasını söylediğim zaman, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Aradaki mesafe fazla uzun da,” diye cevap verdim, “Teleskopunu Rusya'dan tarafa çevirecek olursan bizleri daha iyi görürsün, aksi halde hiç bir şey görmene imkân ve ihtimal yok.” Kudurmuşa döndü. Onun böylesine kızdığını görünce, iyi bir saflığa bürünüp: “Gerçekten de kitabın hakkında yazılan küçültücü yazıların seni bu hale sokabileceğini hiç tahmin etmezdim,” dedim. “Bütün bu şeyleri böylesine önemsemenin hiç lüzumu yok, tükür üzerlerine olsun bitsin.” “Sen ne sanıyorsun yani? Ben bu işlerden hiç mi hiç sinirlenmedim.” diye cevap verdiği zaman, yüzü iyice kızarmıştı.
Sözünü kesip kişisel ve yerli meselelerden konuşmaya başladım. Gitmeden evvel, özel hiç bir fikir ileri sürmeden, sanki laf olsun diye, bu üç ay içinde Almanlardan nasıl nefret ettiğimi ortaya attım. “Biliyor musun?” dedim, “Bu Almanlar ne dolandırıcı, ne adi ve rezil kişiler. Gerçekten de onların avam tabakası, bizimkilerden çok daha kötü ve namussuz. Ayrıca, budalalıkları da su götürmez bir gerçek. Sen durup dinlenmeden medeniyetten bahsediyorsun. Senin bu medeniyetin Alman'lara ne vermiş ki, onları hangi yönlerden bizden üstün görüyorsun?” Kül gibi oldu (hiç aşırırlığa kaçmıyorum) “Böyle konuşarak, kişiliğime hakaret ediyorsun. Gayet iyi biliyorsun ki ben, devamlı olarak buraya yerleşmiş durumdayım. Kendimi bir Rus değil Alman olarak kabul ediyor ve bundan da gurur duyuyorum,” diye cevap verdi. “Senin ‘Duman’ adındaki kitabını okudum ve bir saatten beri burada tartışıyoruz, ama ben, senin böyle bir şey Büyüyebileceğini, tahmin edemezdim. Eğer bundan ötürü, sana hakaret ettiysem, özür dilerim,” dedim.
Ayrılırken, son derece kibar bir şekilde birbirimize veda ettik ve ben kendi kendime, bir daha asla, Turgenyev'in kapısının eşiğinden adımımı atmamaya söz verdim. Ertesi sabah Turgenyev, saat tam onda oturduğum eve gelerek, kartını ev sahibesine bırakmış. Oysa kendisine bir gün evvel öğlene, kadar hiç bir misafir kabul etmediğimi ve genellikle saat on bire kadar uyuduğumu söylemiştim. Saat onda yapılan bu ziyaretten de anlaşılacağı gibi Turgenyev beni bir daha görmek istemiyordu. Bu yedi hafta içerisinde, kendisi ile sadece bir defa istasyonda karşılaştık ama selam vermeden, sadece baktık birbirimize. Belki sen, benim onunla böyle düşmanca konuşmamı ve birbirimize karşılıklı hakaret ettiğimizi duyunca belki üzülmüşsündür, inan bana, beni, bütün bu acayip görüşleri ile öylesine derinden yaraladı ki, başka türlü hareket etmeme imkân yoktu. Ben kendi hesabıma bu işe fazlasıyla üzüldüm. Bir kere o kibirli tavırları ve davranışları, insanın huzursuzlanmasma yeterliyken, bir de memleketine hizmet edebilecek durumda olduğu halde, bir vatan haini gibi konuşup, Rusya'ya böylesine hakaret etmesine dayanamayıp çileden çıktım. Devamlı olarak. Almanlara kuyruk sallıyor. Rusya’dan nefretini de bundan dört yıl evvel fark ettim. Ama Rusya'ya karşı şimdiki, bu kırgınlığının ve kudurganlığının sebebi sadece ve sadece, “Duman” adlı kitabının başarıya ulaşmaması ve Rus halkının onu bir deha olarak alkışlamayı reddetmekte gösterdiği cesaretten ileri gelmektedir… İşin içinde kibirden başka hiç bir şeyin bulunmaması, bunu büsbütün iğrenç bir duruma sokuyor.
Şimdi benim görüşümü dinle dostum. Elbette ki benim, kumarda bu kadar para kaybetmem, çok aşağılık bir şey. Ama aslında kendi paramdan çok fazla bir şey kaybetmiş değilim. Böyle olduğu halde, bu para bize iki ay, hatta bugünkü yaşayış şeklimizle dört ay bile yeterdi. Ama sana daha evvel de, kazanmaya karşı koyamadığımı söylemiştim. Eğer başlangıçta, gözden çıkardığını 10 Louis altınını kaybetmiş olsaydım, muhakkak ki daha fazla oynamayıp, oradan çekip gidecektim. Beni perişan eden 4.000 frank kazanmam oldu. Ama daha fazla kazanmanın dayanılmaz isteği (o kadar da kolaydı ki) bu şekilde bütün borçlarımı ödeyebileceğim düşüncesi, kendimi ve benimkileri –Emille Fyodorovna ve Paşaya karşı olan görevlerim... Çok fazlaydı bütün bunlar benim için. Karşı koyamadım. Ayrıca yanımda, güzel sıcak kalpli, bana inanan ve koruyup barındırmak zorunda olduğum cici bir yaratık vardı. Pek fazla olmamakla beraber elimde ve avucumdakileri, kumara yatırmakla, onu da kendimle birlikte sefalete sürüklememem gerekirdi. Geleceğim çok karanlık görünüyor bana. Sana daha önce bahsettiğim sebepler yüzünden, Rusya'ya dönmeme imkân yok. Ve beni en fazla ezen düşünce, bana güvenen ve dayanan kişilerin halleri ne olacak? Bütün bu düşünceler öldürüyor beni...
Bana karşı sadece sen iyi davrandın sevgili dostum. Sen benim kurtarıcımsın. Bana gelecekte de yardım et. Ufak veya büyük her güçlük karşısında, senin yardımına başvuracağım.
Sen benim ümitlerimin temelleri neye dayanıyor biliyorsun. Sadece tek bir şekilde her şey düzelir ve meyvelerinden faydalanılır. Bu da romanımın gerçek bir başarıya, ulaşmasıdır. Bütün gücümü buna vermek zorundayım. Ah sevgili dostum benim; bundan üç yıl evvel o delice ümitlerimle, bütün borçlarımı ödeyebileceğimi düşünerek o kadar çok borç senedi imzalamam ne kadar, hem de ne kadar kötü ve altından kalkılamayacak bir durum yarattı benim için. Bütün bu kuvveti ve canlılığı nereden bulacağım? Tecrübelerim, bana başarılı olabileceğimi gösterdi. Ama şartlar nedir? Sadece şu: Eserlerimin hepsi, ya halkın son derece ilgisini çekti, ya da bunun tam tersi. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bunu kabul etmek bir fayda sağlayabilir mi?
(Mektup bir borç isteği ve Dostoyevski’nin umutsuz durumunun yeniden tarifi ile son bulur
* Dostoyevski, F. M. (1973), Dostoyevski’nin Mektupları, Çeviren: Zeyyat Özalpsan, Ararat Yayınevi, İstanbul

17 Haziran 2009 Çarşamba

Turgut Uyar - Edip Cansever

Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu
İçindeki bomboş avluya bakarak
Gökyüzünden arada bir oraya
Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.

Görseydi içinin olmadığını
Çekip onca çelenkten bir sap karanfili
Koymak ister miydi hiç
Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.

Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de baksa mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh'un bakışıyla.

Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan
Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.

Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan'a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta
Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
- Garson! bize iki tek votka daha.

Edip Cansever Gösteri Dergisi Ekim 1985
Gül Dönüyor Avcumda • 1987

6 Haziran 2009 Cumartesi

• Denize dönmek istiyorum*

*Nazım Hikmet'ten
Aman canım bakmayın…
Kötü değilim.
Yine de [denize dönmek istiyorum]… Demem o ki Türkiye’den biraz daha iyiceyim. Çünkü düşünmeye çok zamanım olmuyor. Yaşamam için yapmam gerekenler var. Ama bir an düşünüyorum. Evet, giderek daha kolaylaşıyor. Dil değil bu ama nedir onu da bilmiyorum [boy verip aynasında suların görünmek istiyorum] Daha da kolaylaşacak ve ben artık geri dönmenin zamanı geldi diyeceğim. Bir şey yapamıyorsanız düşünmek insanı yıkıyor. Ama şimdi yapmam gerekenler var. [gemiler gider aydın ufuklara]

Bir dostu ziyaret etmeliyim. Size uzak bana yakın bu dost. Nasıl yaparım bilemiyorum?
[gemiler gider aydın ufuklara] Oturmuşum geçişlerini izliyorum. Geçişleri 90’lı yılların başında bana 80 sonlarındaki öğrencilik hayatını anlatan bir insanmış gibi geliyor. [Gemiler gider]

En son koyduğum şiire dair şerhlerimi koymadım. Bunları burada yapmam neredeyse imkânsız bir gün bunu da yapacağım. Bu şerh mevzu bazılarını sıkacaktır. [Derdim beyaz yelkenleri doldurmaz keder] Fazlası ile başka bir şey lazım, bilmiyorum. Ama öğrenmeyi istiyorum. Hiçbir yeri benimsemeyin. Terk edebilin. Bizim işimiz insanların konformizmleri iken bizim birer konformist olmamız dünyanın aptallığıdır. Ve geçelim bunları. Herkesin geçmişi kendi kutusudur. Bir gün bir yerde oturur ve açar. Ben o anıları dinlemek istemiyorum. Şimdi mesela 90’lardayım. Gidenleri izliyorum. [Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter]

Saat: 4.05 gece. Ama sabaha donuyor hava aydinlaniyor simdi. Ben bir ‘café’ de oturmuş kahvemi içip bunları yazıyorum. Japon arkadaşlarlaydık. Çok ilginç insanlar. Ama “batılılardan” daha çok onları anlıyorum. (Ve neden aklıma Japon bir yazarın bir kitabı geliyor. Cengiz okumuştu. Oku demişti) Bu dostlar basit bir internet oyunu gösterdiler. [Ve mavilik bir gün ölüm yakalar gider] Ben de ne para ne zevk ne yemek ne de benzer bir şey çıktı. Benim koca beynimde iki şey/yer varmış: Gizli olan ve Sorunlu olan. [Ben sularda batan bir ışık gibi sular da sular da sönmek istiyorum]
Bir de... Dünyanın bütün konformistlerini kahrolun. Hepsi ciddi şeylerdir. Gülünç bir yanları yoktur. Hepsi yaşayacağını yaşamıştır. Geçmişleri vardır. Artık uslanmışlardırlar. O aptal geçmişlerini anlatırlar. Gelecek yani uzun bir yol var ama nedense onlar hala vardıkları geçmiş durakları anlatırlar. Ne kadar deli ve çılgındırlar… Budur ki her yanımız yıkamayacağı baştan belli bir konformizdir. Ve solcuların bunun lafta en büyük düşmanı gerçekte en büyük destekçisi olması canımı sıkıyor. Bırakın… Bırakın… Bırakın… Korumak, savunmak bizim işimiz değil hiçbir yer bizim değil… [Denize dönmek istiyorum] Aklınızdır özgür olacağınız yer orada veremediğiniz kavga sokakta bir iş yapmıyor ya da tek başına iş görmüyor. Konformizminiz bu aptal düzeni savunanlara birer rant kapısı açıyor ve siz de kurbanı oluyorsunuz.
...

Çalışıyorum. Okula gidiyorum. Zaman buluyorum, kahvemi içiyorum. Kadınlara da bakıyorum. Onlarda bana bakıyor. Güzeldir. Ama kolay olduğunu söyleyen yalancının en utanmasıdır. Yine de kendi yolumuzdur. Her şeye bedeldir.