Sayfalar

30 Temmuz 2009 Perşembe

• Küba Devrimi

"- İdris sen ne yapıyorsun kuşların yanında
- İdris'le konuşuyorum"
Edip Cansever, İdris'le konuşma

Buraya ilk geldiğimde skytrain'de orta yaş üzeri bir adam görmüştüm.
Adamın şapkasında 3, 5 rozet takılıydı. Çevresindeki bir kaç kişi ile siyaset konuşuyordu. Şapkasındaki rozetlerde "Canada out of Afghanistan" "Cuban fives" "Canada out of Nato" yazıyordu. Sonra bu adamı birkaç kez daha gördüm. Commercial Drive'ya giderken istasyonda bildiri dağıtıyordu ve bende bir tane aldım. Bildirinin görsellerini koydum. Oradan okuyabilirsiniz. Dünyanın bütün örgütlü grupları benzer şekiller de davranıyor. Yani bu kadar diyorsunuz. Birbirimize ne kadar benziyormuşuz. Çünkü bu bildiriyi aldıktan sonra bildiriyi dağıtanlar benim çalıştığım yere geldi. Çoğu genç... Paralarını toplayıp en ucuzundan karın doyuracak bir şeyler aldılar. Sanki bir şeyleri anımsadım. Bir şeyler sormak istedim ama yer o kadar küçük ve kalabalıktı ki imkan olmadı. Bende başka bir bahara dedim.

Commercial Drive şehrin merkezinin dışında ve buranın alternatif mekanı sayılır. Aileleri çocuklarıyla entresan bisikletlere ve ya taşıtlara binerken görebilirsiniz. Ya da hemen her hafta sonu bir yerlerde garaj satışlarını da... Sonra yürüdükçe Havana Cafe'den, girdiğiniz çamaşırcının duvarlarına asılmış Küba posterlerinden, latin amerika fotoğraflarına, Türkiye'den bir çok ürünü bulabileceğiniz marketlere, kitapçılarından, ilginç kahvecilere, İtalyan bayraklı kafelere, portekizlilere, korelilere, meksikalılara, afrikalılara, latinlere ve sokakta orak çekiçli tişört giymiş insanlarına kadar geniş bir yelpaze. Buna ek Commercial Drive genelde lezbiyenlerin kullandığı cadde olarak biliniyor. Kimi lezbiyenlerin tam bir erkeğe benzediğini söyleyebilirim. Diğer taraftan "gay"lerin mekanı ise Davie street. Davi st. Downtown (şehir merkezi) içinde. (Bu arada herkes her tarafa renkli eşcinsel bayraklarını asmaya başladı. Ünlü eşcinsel yürüyüşü yaklaşıyor. Davie st. olduğu mahalleyi temsil eden bayrakta bu.)
Buna rağmen insanlar da bir tür sürgünlük seziliyor. Küçük bir alanda insanlar kendilerini var etmeye çalışıyor gibi geliyor.

***

Buradaki siyaset algısı ya da tepkisi biraz farklı. Çünkü burada bizim bildiğimiz klasik Amerikan aptal tipinin dışnda günlük yaşamda kendi uğraşları dalmış bir toplam da var. Yani kitabını okuyan, popüler kültürü çok sevmeyen, düzenli bir hayatı olan insanlar, spor yapsa bile bunu başkaları için yapmadığı belli olan insanlar. Ne giyimleri ne de başka şeyleri ile insanın gözüne batıyorlar. Çok sıradan bir halleri var. Büyük bir kısmı eğitimli ve çalışan insanlar. Gittiğiniz kütüphanede, devlet ofisinde, okulda... bu insanlar çalışıyor. Genelde Kanadalı oldukları vurgusunu kendilerini ABD'den ayırmak için yapıyorlar. Bu insanlar öyle barda gece hayatında sokakta çok görülmese de Vancouver'ın bir çok hoş yanını yaratıyorlar. Toplu taşıma planına dair kendi yorumlarından, farklı dillerde yayın yapan radyolara, kış olimpiyatları için harcanan para ile yapılabilecekler hakkında ve ormanların bunun için yokedilemsine karşı taraf olduklarında, şehir yaşamının daha da insanileşmesine, sağlık sisteminin daha nitelikli olmasına (bu arada ambulansların üzerinde uzun süredir "on strike" yazıyor) dair bir çok iş yapıyorlar. Ama şehirden biraz uzaklaştıkça aslında onların da ne kadar az olduğunu anlıyorsunuz. O taşra denen daha şehrin içinde başlayan sefilliği görüyorsunuz. Kocaman pick up truck (kamyonet) binerek gezen, tam bir ot olarak yaşama gayreti içerisinde olan "real" Canadian muhteremler. Renkli aptal dergilerin, aptalca gösteriş budalılıklarının, tüketmek dışında bir şey anlamayan kafalarının yanından diğer insanların tercihi ile siyaset algısı farklı dediğim şey görünüyor. Yani yaşama dair tercihler... Taşralı adam pick-up truck'a binerken diğeri şehir de toplu taşıma ve bisiklet kültürünü geliştirmeye çalışıyor. Birisi evinin balkonuna ABD, Kanada, İngiltere bayrağı asarken diğeri sadece Kanada bayrağı asıyor ya da hiçbirini asmıyor. Yani bu bir yerde kısıtlayıcı bir durum gibi görünürken diğer taraftan yaşantılarımız üzerindeki hegemonya üzerine insanı düşündürtüyor. "Yaşamımız içinde olanları niçin ve neden tercih ederiz ve gerçekten o şeyler bizim içten birer tercihimiz midir"i sordurtuyor.

***

İşyerine bir Meksikalı çocukla Meksikalı yerli bir adam geldi. Elbisesi Şile bezi gibi ve üzerine güzel nakışlar işlenmiş. Aynen bizdeki eski köy kadınlarının işlemelerine benziyor. Adam İngilizce bilmiyor ama İspanyolca da bilmiyor. Yani adamın kendine ait bir dili var.(*)Yanındaki çocukla birlikte yaptıkları boncuk işlerini satıyorlar. O an unuttuğum bir şey geldi aklıma; İspanyolca'nın da sömürgecinin dili olduğu. Ve bu açıdan Küba devrimi dilin yönünün nasıl değişebileceğini gösteriyor.
(*)Meksikalı eski iş arkadaşımın (Miguel) babası üniversitede öğretim üyesiymiş. O babasının yerli kültürünü araştırdığını söylemişti ve yanlış anlamadıysam Meksika'da 15'e yakın farklı dil konuşuluyormuş.

***

Bunları bir daha görür müyüm? Sanmıyorum.
Burada havalar iyice ısında. Ve havaların kararması akşam 9 buçuğu geçiyor.
Şu an denize baktığımda bile buharlaşmanın ne kadar hızlı olduğunu görebiliyorum.
Artık rutine binen park yürüyüşünde daha iyi görürüm.
Yeni bir yerler de buluşma dileğiyle.

***
"yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı"
Edip Cansever, İdris'le konuşma

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Yaz Mutluluğu / Edip Cansever

Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilimin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfil kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizim kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir raslantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.

Edip Cansever • Sonrası Kalır • 1974 • Cem yayınevi

26 Temmuz 2009 Pazar

Kötü Bir Şaka (1926) / Italo Svevo (1861-1928)


Mario Samigli altmışına merdiven dayamış bir yazardır. Kırk yıl önce bir roman yayınlamıştı, şimdi ölü denebilecek bir roman –eğer hiç yaşamamış bir şeye ölü denirse. (...) Mario’nun hayatına tat katan da gururunu okşayan hayalleriydi: Kendisi için hala parlak bir gelecek düşlüyordu, yaptığı ya da yapmayı umduğu bir şey olduğundan değil, miskinliğinden; çünkü onun yazgısına başkaldırmaktan alıkoyan miskinliği, nicedir içinde yaşattığı bir hayali yok etmek gibi sıkıntılı bir işten kurtarıyordu kendisini.(...) Hayat birkaç kemiği kırmıştı kırmasına, ama çok önemli iki organına dokunamamıştı: kendine saygısı ve başkalarının ne düşündüğüne duyduğu saygı.
...
Onunu böyle ustalıkla gizlediği bir ün tutkusu olduğunu tahmin edecek pek az kimse çıkardı, çünkü Mario düş kuranların içgüdüsünü taşıyordu: düşünü hayatın katı gerçekleriyle karşı karşıya getirmeme içgüdüsü.
...
[Mario günlük yaşantısındaki sıkıntıları fabllar olarak yazar. Başta bilmediği hayvanları yazmaktadır. Gittikçe bilmediği yabani hayvanlardan evcil (çevresinde) olanlara geçti.]

Örneğin sinek, çokluk sanıldığından daha yararlı bir hayvan olduğunu gösteren bir dizi fabla esin kaynağı oldu. Bunlardan birinde sineğin hızına hayranlık duyuyordu, ne var ki, boşa gidiyordu bu hız, çünkü ne avını yakalamasına yarıyordu sineğin, ne kendi güvenliğini sağlamasına.(...) Bir başka fablda, sineğin pek sevdiği pisiliği yiyip yok edişini övüyordu. Bir üçüncüsünde, sineğin göz sayısı bakımından bütün hayvanlardan daha zengin olmasına karşın, görme duyusunun niye böyle zayıf olduğunu soruyordu. Bir başka fablda, kendisini rahatsız eden bir sineği öldüren adam ona şöyle sesleniyordu: “Sana iyilik yaptım, artık sinek olmaktan kurtuldun.”
...
Bir süre sonra iyice değişti hayvanlar. “Egzotik fil ve boş boş bakan sinek kayboldu, yerlerini, bahçesinde ekmek kırıntılarıyla beslediği (...) küçük serçeler aldı.
...
[Mario kuşlarına yem atarken günlük yaşantısındaki olayları yorumluyordu. Hatta yem verdiği kuşlarla ilişkisi üzerine de yazdı.]
Bir adam yıllarca kuşlara cömertçe yem saçıp durmuş hep, kuşların yüreklerinin de ona karşı minnet dolu olduğundan eminmiş. Ama gözlem gücünden yoksun biriymiş; kuşların kendisine, onca yıl ekmeğini çalmalarına karşın, içlerinden hiçbirini yakalamayı beceremeyen şapşalın biri diye baktıklarını fark etmemiş hiç.
...
İnsan yaptığı iyilikler üstüne bu alaylı sözleri yazanla, dünyaya gülümseyerek bakan, şen şakrak Mario aynı adamdı. Nerede yaşam filizlenip boy veriyorsa, orada az sonra ister istemez oluk oluk kan akacağını anlatmak istiyordu. Üstelik bu onu hiç rahatsız etmiyordu sanki.
...
(...) Aptalın birinden yardım görmek bir felaket sayılır.
...
Giulioi kalbinden rahatsızlığa yol açma tehlikesi gösteren gut hastalığına karşın yıllardır başarıyla savaşıyordu. “Bir türlü anlayamadım gitti,” diyordu gülerek, “erken yatarak, yediğim her lokmaya dikkat ederek, aslında hayatı mı aldatıyorum, yoksa ölümü mü?”
...
Brauer’e göre yazar doğmak talihsizlikti, hiç günahları olmadan kaderin böyle bir oyununa gelen kimseler, daha talihli kişiler tarafından her bakımdan desteklenmeyi, kollanıp gözetilmeyi hak etmekteydiler. Beri yandan, Mario’nun da en küçük bir ticari hırsı yoktu.
...
[Gaia insanlarla dalga geçen bir pazarlamacıdır bir zaman şiir ile uğraşmıştır. Ama artık bırakmış olmasına rağmen şiirle uğraştığı günlerden içinde bir şeyler kalmıştır. Hala kırk yıl önce yayınlanmış tek romanı ile Mario’nun yazar geçinmesine]
Gaia, Mario’nun gözlerinin içindeki ışıl ışıl düşü, o gözleri kör etmek pahasına da olsa, yok etmek için elinden geleni ardına koymazdı.
...
(...) Tembel okur yığınlarının, önce, onların okuyacakları kitapları seçen bir ya da birden çok üstün beyinden etkilenmesi gereklidir. Saçma gibi geliyor insan, ama başka yolu da yok bunun.
...
Kitap ticareti yapan bir kimse, şarap ticareti yapan bir kimseye niye benzemesin ki?
...
Sözlük okumak dikenli bir çalılıktan içeri doğru araba sürmeye benzer.
...
Mario, kuşkusundan kurtulmaya çalıştı, bunun nedeni kuşkusunun kendisine nedensiz görünmesi değil, daha çok acı çektirmesiydi.
...
[Mario, Gaia’nın kendine oynadığı oyundan sonra fabllar yazdı.]
Bir kuş kurşun yarası almış. Kalan son kuvvetini, büyük bir patlamayla vurulduğu yerden uçarak uzaklaşmaya harcamış. Uça uça karanlık bir ormanın ta ortasına varmış, orada son nefesini verirken şöyle mırıldanmış: “Kurtuldum.”
...
(…) yenilik ise normalden sapmaların kural haline gelmiş olmasıydı.
...
Mario, (…) Aklı karışmış şöyle mırıldandı: “Serçelerin hayatını anlamak bizimkini anlamaktan kolay. Kim bilir, belki bizim hayatımız da, serçelere bir fablda anlatılacak kadar basit görünüyordur.”
...

Kötü Bir Şaka
Una Burla Riuscita, 1926
Italo Svevo
1861–1928
Kısa Roman
Çeviren: Nihal Aral, Can Yayınları, Modern Klasikler, 1. Basım Mart 2007, İstanbul, 92 s.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

• Rom ve Kahve

Şimdiye
Rom'a ve Kahve'ye

İnsanın tam ne yazacağını bilmesinin imkanı var mıdır?
*
Rom ve yanında kahve içerek sabahın ışımasına bakmak.
Sonra korkunç albotros ve raven (bir çeşit karga) sesleriyle devam etmek.
*
Bir şeyleri söylemek için çok mu erkendir?
İnsan söyleyeceklerini bile anımsayamayabiliyor.
*
Aklıma takılıyor. Başkalarının hep bir şeylere atgözlüğü ile baktığını söyleyip kendilerini laf dokundurmayanlara ne söylenebilir?
*
İnternetten haberleri ve yazıları okuyunca Türkiye'nin hali tuhaf geliyor.
Herkesin şikayet ettği bir kocakarıymış gibi.
Ama bunu hissetmediğim tek yer genelde "örgütlü" yayınlar oluyor.
Bu bana hemen Gramcsi'nin sözünü anımsatıyor.
"Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği"
Kendimi kötümserliğin sınırında iyimserliğin uzağında buluyorum.
Belki de buna sebep insanların politikasız bırakılmalarıdır. Çünkü iradenin iyimserliği örgütlü olmanın ötesinde politikanın alıcısı bir toplamla oluşabilir. Eğer böyle bir durum yoksa işler sarpa sarıyor. Dünyada politika yapılmıyor ve bu kadar alçaklık yaşanıyorsa burasının bir çöl olduğunu görebiliriz. Ve iyimserlikte sakatlanıyor.
Okuduğum yayınlarda kendi akıllarının kötümserliğini bir orjinallik olarak savunuyor bazıları. Yazıları okuyorum ve bunu hissetmek tuhaf geliyor. Örneğin sosyalist bir hareketin yaptıklarını eleştiren örgütsüz bir yazar. O eleştirdiği örgütlerden daha çok çözüm önerisi getirebiliyor. Peki kim yapacak bunları?
Öte yandan bir de aykırı olanlarımız var. Ve "aykırılık" olanın dışını bile içeride işaret ediyorsa o da büyük bir başarı olmalı efendilerce. Ve "aykırı" zat-ı muhteremlerin en büyük hedeflerinin sadece "akademik" güvence olması da gülünemeyecek derecede sıradandır. Ona umut bağlayıp ondan bir şey beklemeleri ne kadar korkunç. Ama kolay gelsin hepsine süslü alıntılar yapıp içinde olduğumuz bu şeyi açıkladıklarını düşünsünler. Ve kavramlarını okuyalım. Ve efendilerin akedemik evlatlarının salyalarına ve onların şapşallıklarına bakalım. Alıntılarını "der ki" diye başlatsınlar. Sanki birer din adamları... Ama öte yandan bütün kutsal kitapların kutsallığı kutsanırken, iş bizimkilere geldiğinde kutsal olmakla itham etsinler. Olacak iş mi?
*
Edebiyat Dostları dergisinin son sayısı 1990 yılının (sanırım) şubat ayında çıkmış.
Girişteki başlık beni çok etkilemişti. Dergini çıktığı dönem düşünülünce; Cemal Süreya ölmüş; Sovyetler çökmek üzere.... o başlık bana çok anlamlı gelmişti:

"Sosyalizm bazen bir yalnızlık biçimidir."

Ve benim için hala öyle.

- Neredeyiz Alim?
- Durağa gidiyoruz abi.
- N'olcak durakta.
- Bizi bekleyenler varmış.
- Ama Alim bu insanlar niye yaşlı...
- Abi bizde... Belki "express"teyiz ondandır.
- Ne alaka Alim?
- Bazı şeyler hızlı geçiyor abi
- Hayatta mı?
- Heralde...
...
- Daha gelmedik mi; inmeyecek miyiz Alim?
- Daha var abi. Bekleyelim.
- Beklemeyelim Alim beklersek...
- Bir yolda gitmenin anlamı ne abi?
- Ne Alim?
- Beklemek abi.
- Neyi Alim?
- O günü abi.
- ...
- İçelim abi.
- İçelim Alim.

Bir bağlantı Ertem Eğilmez yönetmenliğinde (1972) Canım Kardeşim

21 Temmuz 2009 Salı

Mavi Kuzgun Kanadı (Roller) / Albert Dürer 1512


Tam çevirisi nasıl yapılır bilmiyorum: Mavi kuzgun, gök kuzgun ya da takla atan güvercin kanadı. Bilimsel adı Coracias garrulus. Bana sadece tüyleri ve renkleri lazım... Belki çok "gerçekçi" olduğu için seviyorum. Biliyorum ki bunda kanadın tüylerine bulaşmış kanın etkisi çok. Eğer sadece renkleri göstermek için yapılmış olsaydı ve kan olmasaydı hoş derdik. Ama işin içinde kan olunca. Sanki dün ya da öbürsü gün olmuş bir olaydan kaldığını; sonra kurumuş kanlı tüyleri görünce uzun bir yoldan getirildiğini düşünüyorum. Kuşun yakalandığı ya da bulunduğu yeri vs... Ve hemen bir hikayesi yazıyoruz kafamızda. İşte gerçeklik dediğimde sanırım bundan peyda oluyor. Bu günlerden bir resim o. Yıl 1512.

19 Temmuz 2009 Pazar

Geçenlerden Anı

giden sarı yapraklar eşi
sen geldiğinde
bir benzerimin
bir benzerini
yaratmaya çalıştığı
benzersiz hayat
oyunlar arasında
yolu çizgili sanılan,
sanıldıkça yanılan sor şimdi
-gömlekleri yalın, makasları kırık-
sor şimdi, sonra susacak...

* * *
koridora
Razı hayatla
lüks yaşar bekçi
babası satık
kamburlar arasında
Yaşlı ve kanlı
günlerce geçerken
yolcu
sıkılmak ölüm
hayat kalımdır
şimdi hayattayken ölüm
sarkan yaşamaya
kalıttır bekçi
geçenlerden anı.

2006-2007 Kış Ankara Koridor

Kuş Vakti

Bir kutu şişe dibi,
açar vaktinden önce içini
Küldöken sakar kedi
Yeni biterken sigarası girdi içeri
Renkli parlak bir iş şimdi
Çok gizli ve şeysi

Nedir olmak dediğin?
Zaten yoksa saatim an’laman
Ölürken bir kin yavrusu
Düşle sözlü bir falcı
Kendi kınasını yakıyor kâğıtlara
Dönerken işten eve bekçi
Sokaklara hayretle bakıyor
Külkedisi, kına işi ve kuşluk vakti
Sönerken sigara ışıyor hava
Hayal kuran falcı uymak ne kadar gecikti
Demek ki duyduğum kuş sesleri
Bu uçuşanlar kimin şeysi
Bu uçan kuş’luk vakti
Saatimdeki ne şimdi?
Kağıdın kınalı külü
Belki diyorum saatimde parlayan hayatın şeysi
ve
Esas şimdi uyku vakti

07-08 Nisan 2007 ankara

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Eski Bir Takvim İçin Şiirler / Edip Cansever

I

Evlerin saat beş olma hali
Ben yorgunum anlamaktan
Bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

Ve akşam
Alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
Üstümü başımı bilmediğim bir akşam
Ne yapsam
Alkollere gitsem. Giderim alkollere bir mektup gibi
Alkollerden gelirim bir mektup gibi
Bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
Islanırım ıslanırım anlamam
Sanki nedir bir yağmurun güzel olması
Sahi bir yağmurun güzel olması
Yağarken kendine severek bakmasından.

II

Duran ben değilim ki ayakta
Gövdemden daha büyük ve akşama doğru
Görünmekte olan bir sıkıntı var
Dönüp arkama bakamam.

Su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
Ben işte günün birinde belli olurum
İki olmam, bir olurum günün birinde
Hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
Cep defterime bir şeyler de yazarım
Bir gün bir akşama doğru bulunurum da
Bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
Hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

Ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!

III

Çimen kokusundan hızlı
Bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
Nedir bu benim yalnızlığım?

Neyiz ki bu karanlık kar yağışında
Ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
Ölüler, diriler, daha doğmamışlar
Toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
Ve nedir bu benim yalnızlığım?

Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
Söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
Kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

Masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
Bir uzun yoksul, bir başka yoksul
Düşer ellerim bir çağın artıklarına
Çatalımda kemikler, ölü gözleri
Ve iniltiler, çığlıklar
Benden bir şey sorulamaz gibiyim. Biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
Çatalımı da
İğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
İki eşya arasında bir hiçlik
Ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

Bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
Sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.

Edip Cansever • Kirli Ağustos • 1970 • de yayınevi

17 Temmuz 2009 Cuma

• Ondan Bundan Şundan


Yine gereksiz şeylerden bahsederek günü geçiştirelim.
***
Geçen gün evin yanında açılan çifçi pazarına gittim. Öylesine bakıyordum. Peynir satan bir kadının standında tanıdık bir şey takıldı gözüme. Kendi kendime "otlu peynir" gibi dedim. Ama otlu peyniri en son ortaokulda yediğimi hatırlıyorum. Muhtemelen arada yine yemişimdir ama aklıma gelmiyor. Sonra kadın peynirlerin tadına baktırıyor. Peynir sarımsak ve salatlık katılarak yapılmıştı. Sonra kadın Türkiye'den olduğunu söylediğinde baktığım küçük kağıtta "Otlu Peynir" yazısını okudum. "Yuh" dedim. Ben Ankara'da zor buluyorum. Ta buraya evin dibine kadar gelmiş.
***
Burada Türkiye'den gelmiş bir çok şeyi bulabilirsiniz. (İlk geldiğim günlerde "mavi" nin şubesini görünce bir "yuh be" daha demiştim) Rakıdan, biradan (en ucuz bira Tuborg kutu bu arada 2.50), ülkerden, halktan, çaydan, kayısıdan... lokumu filan unutmayalım bu arada, geçen acı badem yedik bu da bir yana... Bir süre sonra şehre ısınıyorsunuz. Yolları öğrendikçe bir zamanlar insanın canını sıkan her şey ilginç geliyor. Artık rahatça sorular sorup ya da sormaya çalışıp konuşuyorsunuz. Bunu yeterliliği bir yana burada yıllardır yaşıyorum gibi geliyor. Kitapçılara gidiyorum. tabii zaman olursa. İnsanların buraya neden bağlandıklarını anlıyorum. Çünkü hiçbir şekilde büyük şehirlerin çaresizliğini göstermiyor. Yani küçük bir şehir havasında "urban" içinde yaşıyorsunuz. Bununla birlikte Türkiye'den geldiği kadar dünyanın dört bir yanından gelen onca çeşit ürünü de görebiliyorsunuz. İki de bir mahallelerde sokaklarda bilmem ne festivali, bilmem ne satışı derken bu kasaba görünümlü şehir coşuyor. Yine de belki bunları çekilir kılan şey hoşluğundan daha çok alışmamdır. Türkiye'de ve ya başka bir yerde yaptığımız gibi bir süre sonra her şey aynılaşıyor. Sonra bağlanıyoruz filan. İnsan bunu anladığı ana nefret etmesi gerekirken zevk alabiliyor. Anlamamak gerekiyor. Gerçekte istediklerimizi alıştıklarımızın kurbanı yaparsak hiçbir eleştiri hakkımız olamaz. Sonra oturur hikaye anlatırız birbirimize. Belki ben şimdi bunu yapıyorum. Ama daha yapacaklar var.
***
Uzun hikayeler olarak anlatılacak çok şey var ama benim zamanım kısıtlı. Öte yandan bendeki atalet başlayınca bitmek bilmiyor. Sonra bir çalışma azmi geliyor o da durmak bilmiyor. Tembelliğim de ortada olmayan her iş çalışırken önüme çıkıyor. Şimdi tembellikten kurtulmaya çalışıyorum.
***
Bu arada bu Çin - Uygur olayına bir kaç küçük katkı yapayım. Ahmet abinin bana anlattıklarından anlatayım. Yirmil yıl öncesine kadar Uygurlar latin alfabesi kullanırken şimdi Arapça kullanıyorlarmış. Çinli bir bakan yakın zamanda okullardaki Uygurca derslerini kaldırmış. Bayağı bir öğretmen işsiz kalmış Ve Ahmet abi ya bizim silecekler ya da biz onları diyor. Arası olmadığını 60 yıldır süren bu derdin başka çözülmeyeceğinden bahsediyor. Bunlar da olaylarda etkisi olan şeyler. Her şeyi emperyalizm bağlamak aptallık geliyor. Önemsiz görmüyorum. Ama örneğin islamcıdan milliyetçisine herkesin bir Orta Asya'ya politikası varken bizim oturup gevezelik yapmamız kadar bir saçma durum olamaz. Bir bu kadar "doğuculuk" gizemine kapılmışken. Dün akşam üç kişi Türkçe konuşuyoruz birimiz Çinden, birimiz İrandan ve birimiz Türkiye'den bunun önemli ve kullanılması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Yoksa Ahmet abinin bizim faşistlerin / dincilerin kafasını sırf onları destekledi diye nasıl sahiplendiğini görünce emperyalizmin oyunu lafı bana lakırtı gibi geliyor.


Yapılması / yapmam gereken şeyler var. İzninizle...

Naci ile Turgut'un Akşamı / Edip Cansever

Saçlarını taramayı unutma
Yüz yıl sonra böyle kalacaksın saçlarınla

Akılda olmayan her mevsimin yazarıdır
Yeni açılmış sigara paketi gibidir her şey ona
Elini ve ağzını karıncanlandırır

Üç yılda bitirdi bir şemsiyeyi
Kendini yerleştirdi sapına
Bir de gökyüzünü hiç mi hiç anlamadığına

Akşamı nasıl istersiniz -nasıl istenir akşam-
Bir kaşımayla kanar yaranız
Bu sizin akşamınız. Sonra…

Bir odam var, diyordun, yeni bir kalem almıştın
Akşamını sakladığın

Onun o kış yürüyüşleri yok mu
Hemen tanıdın
Yürüyüp kayboluncaya kadar içinde bir kasımpatının

Ey uzak ülkelerden gelen kartlar
Dünyalı ve dünyasız bütün mektuplar

Ey yağmur oldukları, ey pencereden
Bazı kâğıtları atan adam
Akşamını yollamak için
Yolculukta ondan bundan adresler alan

Konyağın, yeşil koltuğun.

Edip Cansever • Kirli Ağustos • 1970 • de yayınevi

14 Temmuz 2009 Salı

Haziran 2009 Vancouver


...
bir şey var...
...
sorulara bir sorusu
...
sustuğunuzda sonsuz bakışı
...
yorulduğumda bir eli olan
...
durduğunda anısız
...
tarihleri silinmiş
...
zamandan öte
...
bütün geçişlerin
...
kıyı bendinde
...
geliple gitmek derdinde

12 Temmuz 2009 Pazar

Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez

[ Bir kitap bu kadar geç mi okunur? Geç izlediğim filmler gibi geç okudum. Hem de bilgisayardan. Yıllarca birinci baskısını bulup okumayı düşündüm. Bunda kapağının etkisi tartışılmaz. Ama ben temiz kalmış bir birinci baskı bulamadım. (Aslında buldum ama kitapçı satmadı) İkinci baskıları aldım okumak için sonra paraya sıkışınca Sergi'ye koydum. Son aldığımı ise okuyamadan kütüphaneye koymuştum. (Geç demişken; neredeyse 10 yıldır müziklerini dinlediğim "Sonsuzluk ve Birgün"ü izledim. Ve otobüs sahnesi benim etkiledi diyeyim.) Bunun dışında bu kitabı okurken onca yorgunluğu rağmen okumak isteyişim beni sevindirdi. Her zaman okuyabilirmişim dedim. Ama şimdi tam zamanıymış. Gece işten gelip yorgunluk içinde yatmadan bir iki sayfa derken bayağı bir okuyup gün ışırken yorgunsuz yatmak güzel oluyor. Alkolde ve kitapta durmayı tam bilemiyorum. Alkolden kurtulmanın yolunu biliyorum. Ama kitapların verdiklerinden kurtulmak zor oluyor. Alkol demişken burada çok içtiğimi filan sanmayın. Aman bir yanlış anlaşılma daha olmasın. Ben ölçümü biliyorum. Burayı geçeyim. Marquez'in ilk olarak "Yaprak Fırtınası"nı okumuştum Yankı yayınlarından. Kitapta baskı hatası olduğu için bir adım ileri iki adım geri bitirmiştim. Şimdi bulabilirsem "Koleri Günlerinde Aşk" beni bekliyor. Umarım internette bulabilirim. Evet, haksızlık var biliyorum. Ama burada başka şansım yok. -Bu arada "Bir Avuç Dolar İçini" (For A Few Dollars more) tekrar izledim tekrar sevdim. Ve bir de Şili sinemasından "Machuca"yı (2004) izledim. Şiddetle öneririm. Şili ile Türkiye ne kadar yakınmış diyeceksiniz. Ve bu arada küçük bir not daha: Ev arkadaşımı değiştirdim. Artık ev arkadaşım Şili'li ve adı da Fransizco (Yanlış yazmış olabilirim) yani gitti Francois geldi Fransizco. Ve Machuca'dan son bir söz: "Çocuklar ve sarhoşlar yalan söylemez" Sevgilerle...]

Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir kerpiç köydü. Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekti. Her yıl Mart ayında, paçavralar içinde bir Çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı. Önce mıknatısı getirdiler. Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir Çingene, Makedonyalı bilge simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti.

İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades'in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti. Çingene, kaba şivesiyle, Eşyanın da canı var, diye ilan etti; Bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte. Dizginsiz düş gücü, değil doğa harikalarının, en olmadık mucizelerin ve sihirlerin bile ötesine taşan Jose Arcadio Buendia, bu yararsız icadın toprağın bağrından altın çıkarmaya yarayabileceğini düşündü.

(…)

Ursula,
-Hiçbir yere gidecek değiliz, dedi. Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız.

Jose Arcadio Buendia,

-Ama daha hiç ölen olmadı, diye karşılık verdi. İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

(…)

… Yılgınlığa düşen Jose Arcadio Buendio, bir zamanlar çingenelerin eşsiz buluşlarını unutmamak için yapmayı tasarladığı bellek makinesini yapmaya karar verdi. İnsan eliyle yaratılan bu harika, ömür boyunca edinilen bilgilerin tümünün her sabah baştan sona tazelenmesi görüşüne dayanıyordu. Bunu bir döner sözlük biçiminde tasarlıyordu. Sözlüğün eksenine oturan, kolu çevirerek çarkı döndürecek ve insan yaşamındaki en gerekli bilgiler birkaç saat içinde gözünün önünden geçecekti.

Hemen hemen ondörtbin maddenin yazımını tamamladığı sırada, bataklıktan gelen yoldan elinde iple bağlanmış tıkma tıkış bir bavulla üzeri siyah bez örtülü el arabasını çeke çeke ve uykucuların o hüzünlü çanını çalarak tuhaf görünüşlü biri çıkageldi.

Ama ziyaretçi, bu yapmacıklığı farketti. Yüreğin o giderilemez unutkanlığıyla değil, çok daha amansız ve hiç dönüşü olmayan bir başka çeşit unutkanlıkla unutulmuş olduğunu anladı. Bu unutkanlığı iyi bilirdi, çünkü ölümün unutkanlığıydı bu. İşte o zaman ayıldı.

(…)

Muhafazakar rejimin yıkılması gerektiğine inanmakla birlikte, tasarlananlardan ürktü. Dr. Noguera, aklını suikastlara takmıştı. Tek tek kişilerin öldürülmesi planlanacak, bir düğmeye basışta harekete geçirilecek bu eylemler sonunda rejimi yürütenler aileleriyle, özellikle çocuklarıyla birlikte yok edilecek, böylelikle de bütün ülkede Muhafazakarlığın kökü kurutulmuş olacaktı. Don Apolinar Moscote, karısı ve altı kızının da bu listede olduğunu söylemeye gerek yok, tabii.

(…)

Dr. Noguera'yı sürükleye sürükleye alana getirdiler, bir ağaca bağladılar ve sorup soruşturmadan kurşuna dizdiler. Peder Nicanor, uçma mucizesiyle askeri yetkilileri etkilemek istediyse de, askerlerden biri tüfeğin dipçiğini indirdiği gibi, kafasını ikiye ayırdı. Liberallerin coşkusu sessiz bu dehşete dönüştü.

(…)

-Hangi silahlarla? diye sordu.

Aureliano, Onların silahlarıyla, diye karşılık verdi.

Salı gece yarısı yapılan çılgınca bir hareket sonunda, Aureliano Buendia'nın komutasındaki otuz yaşına varmamış yirmi bir kişi, mutfak bıçakları ve ucu sivriltilmiş aletlerle silahlanarak garnizonu bastılar, silahlara ekoydular, yüzbaşıyı da kadını öldürmüş olan dört askeri de bahçede kurşuna dizdiler.

(…)

Aureliano, Çılgınlık değil, savaş, dedi. Bir daha da bana Aurelito deme. Ben artık Albay Aureliano Buendia'yım.

(…)

Crespi'nin kardeşi dükkanı açtı. Bütün ışıklar yanıyordu. Bütün müzikli kutuların ağzı açıktı. Bütün saatler sonsuz bir saat başını çalıyordu. Ve bu çılgın müzik sesleri arasında, Pietro Crespi'yi dükkânın arkasında bileklerini usturayla kesmiş ve ellerini bir tas aselbende batırmış olarak buldu.

(…)

Bir gece Albay Gerineldo Marquez'e,

-Sana bir şey soracağım, arkadaş, dedi.

-Niçin savaşıyorsun?

Albay Gerineldo Marquez,

-Niçin olacak? diye karşılık verdi, -yüce Liberal Parti için tabii.

-Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana gelince, ancak şimdi kafama dank etti: ben yiğitliğe kara çaldırmamak için savaşıyorum.

Albay Gerineldo Marquez, -Bu kötü işte, dedi.

Albay Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmıştı.
-Doğru, dedi. -Ama yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir. Arkadaşının gözlerinin içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: -Ya da senin yaptığın gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir.

(…)

Ursula mahkemeye gitmekle yetinmedi, Macondo'daki bütün devrimci subay analarını da tanık olarak getirdi. Kasabanın ilk kurucularından olan, içlerinden birkaçı dağları aşmak yiğitliğini göze almış bulunan yaşlı kadınlar teker teker çıkıp General Moncada'nın erdemlerinden özettiler. Ursula en son konuştu. Onun yüreklere burukluk veren onuru, adının ağırlığı, söylediklerinin inandırıcılığı, adalet terazisini bir an sarstı. Ursula, yargıçlar kuruluna, Bu korkunç oyunu çok ciddiye aldınız ve başarıyla da yürütüyorsunuz. Çünkü ödevinizi yapıyorsunuz, dedi. -Yalnız şunu unutmayın ki, Tanrı bizlere ömür verdiği sürece ana olarak kalacağız ve sizler ne denli büyük devrimciler olursanız olun, saygısızlık yapmaya kalkıştığınız anda donunuzu sıyırıp bir güzel kötek atmak hakkımızdır.

(…)

General Moncada, kalın bağa çerçeveli gözlüklerini gömleğinin eteğine silmek için ayağa kalktı.
- Olabilir, dedi. Üzüldüğüm, beni öldürmeniz değil, çünkü kurşuna dizilmek bizim gibi insanlar için bir bakıma eceliyle ölmek sayılır. Gözlüğünü yatağın üzerine koydu. Saatiyle kösteğini çıkardı.
-Beni asıl üzen, diye sözünü sürdürdü,
-askerlikten onca nefret ettikten, askerlerle onca çarpıştıktan ve onlar üzerine onca düşündükten sonra, sonunda senin de onlardan beter olman. Ve dünyada hiçbir ülkü bu denli alçalmaya değmez. Nişan yüzüğünü ve Kutsal Meryem madalyonunu çıkardı, onları da gözlüğüyle saatinin yanına koydu.

(…)

Albay Marquez, -Yüreğini kolla, Aureliano, dedi, ölmeden çürüyorsun.

(…)

… Papaz efendi o tarihlerde bunamaya başlamıştı. Bu bunaklığı giderek artacak ve yıllar sonra papaz, şeytanın Tanrıya başkaldırışının belki de zaferle sonuçlandığını ve gaflet içindekileri faka bastırmak için gerçek kimliğini gizleyerek, gökler katındaki taht'a şeytanın oturduğunu ileri sürecekti.

(…)

Sayısız ve akıl almaz buluşlarla başları dönen Macondolular şaşkınlıklarının nerede başladığını bilemediler. …

(…)

-Babam ne diyor? diye sordu.

Ursula, -Çok üzgün, dedi. -Senin öleceğini sandığı için üzülüyor.

Albay gülümseyerek karşılık verdi: -Ona de ki, dedi, insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.

(…)

… Kendilerinden para istediği eski partili arkadaşları, albayla görüşmemek için kendilerini evde yok dedirtiyor, bucak bucak gizleniyorlardı. İşte o sıralarda Albay Aureliano Buendia'nun -Bugün Liberallerle Muhafazakârlar arasındaki tek ayrım, Liberallerin saat beşte, Muhafazakarların ise saat sekizde kiliseye gitmeleri, dediği duyuldu.

(…)

Odasının karanlığında iğneye iplik geçirip düğme dikebiliyor ve sütün ne zaman kaynayacağını kestirebiliyordu. Her şeyin yerini öyle bir şaşmazlıkla biliyordu ki, kimi zaman kör olduğunu kendi de unutuyordu. Bir keresinde Fernanda, nişan yüzüğünü yitirdi, evi ayağa kaldırdı, altını üstüne getirdi, bulamadı da, Ursula çocukların yatak odasındaki bir rafın üzerinde yüzüğü buldu. Bunun nedeni de basitti. Ötekiler ne yaptıklarına dikkat etmeksizin evin içinde gezinirken, Ursula boş bulunmamak için dört duyusunu da olanca gücüyle seferber ediyordu. Çok geçmeden, ailede herkesin bilinçsiz olarak her gün aynı hareketleri yaptığını, aynı yolu izlediğini ve hemen hemen aynı saatlerde aynı sözleri yinelediğini fark etti. Ancak günlük çizgilerinden saptıkları zaman, bir şey yitirme tehlikesiyle karşılaşıyorlardı.

(…)

Ursula söylediğinin doğruluğuna güveniyordu. O gün, ötekilerin farkına varmadıkları bir şeyi sezinledi. Mevsime göre güneş yer değiştiriyor ve verandada oturanlar da bilmeden güneşe göre kendi yerlerini ayarlıyorlardı. Ondan sonra Ursula, Amaranta'nın nerede oturduğunu kestirebilmek için hangi ayın, hangi gününde olduklarını düşünerek doğruyu bulmaya başladı. Ellerinin titremesi her gün biraz daha göze çarpar hale geldiği ve ayaklarını zorlukla kaldırıp yürüyebildiği halde, Ursula'nın ufak tefek gövdesi evin her köşesini dolanıyordu. ...

(…)

… Bu işi, yalnızlığını unutmak için değil, tam tersine, yalnızlığını yoğunlaştırmak için yapıyordu.

(…)

… Amaranta için dinin yaşamla bağıntısı olmadığını, Katolikliği, bütün töreleri, bütün törenleri ölüm üzerine geliştirilmiş, salt cenaze törenlerini sürdürmek için var olan bir şey olarak gördüğünü söylüyordu.

(…)

… Evdekilerden hiçbiri Amaranta'nın özene bezene Rebeca'ya kefen diktiğini anlayamadılar. …

(…)

… Amaranta, Albay Aureliano Buendia'nın süs balıklarıyla yarattığı kısır döngünün nedenini işte o zaman anladı. Dünya, Amaranta'nın yalnızca teninde sürüyordu artık, iç benliği tüm kötülüklerden arınmıştı. Amaranta, bunu yıllarca önce kavrayamamış olduğuna üzülüyordu…

(…)

… Tabuta girerken saçlarını böyle yapmasını, ölüm öğütlemişti. Sonra Ursula'dan ayna istedi, kırk yılı aşkın süredir ilk kez suratını gördü. Yaşlılık ve acıdan çökmüş yüzünün, kendi kurguladığı yüze ne denli benzediğini görünce şaşırdı. Ursula, yatak odasındaki sessizlikten, havanın kararmaya başladığını sezdi.

(…)

-Ne tuhaf bir adam, dedi. -İnsan yüzüne bakınca yakında öleceğini anlıyor.

(…)

Gülümseyerek, -Çocuğu nehirde yüzen sepetin içinde bulduğumuzu söyleyeceğiz, dedi.

Rahibe, -Buna kimse inanmaz, diye karşılık verdi.

Fernanda, -Madem İncil'de yazdığı zaman inanıyorlar, ben söylediğim zaman neden inanmasınlar, dedi.

(…)

Ama çok geçmeden onun çarşı pazardaki malların fiyatı gibi ansiklopedide olmayan şeyleri de bildiğini anladı. Bu bilgileri nereden aldığını sorunca, Aureliano, -Her şey bilinir, demekle yetindi…

(…)

-Aureliano' dedi. -İyi bir yarasa olamayacak kadar kuşkulusun.

(…)

Orada öylesine mutluydu, kendini kusursuz arkadaşlığa öylesine yakın buluyordu ki, Amaranta Ursula düşlerini yıktığı gün sığınmak için oradan başka yer aklına gelmedi. Göğsünü tıkayan düğümleri biri çıkıp da parçalasın diye içine dökmeye, her şeyi anlatmaya hazırdı, oysa Pilar Ternera'nın kucağına kapanıp uzun uzun ağlamaktan başka bir şey gelmedi elinden. Pilar Ternera, parmaklarının ucuyla onun başını kaşıyarak ağlamasının kesilmesini bekledi ve Aureliano daha aşk acısıyla ağladığını açıklamadan Pilar insanlık tarihinin en eski gözyaşlarını tanıdı.

(…)

-Demek sen de inanmıyorsun, dedi.

-Neye inanmıyorum?

-Albay Aureliano Buendia'nın tam otuz iki iç savaşta çarpıştığına ve hepsinde yenildiğine. Askerlerin üç bin işçiyi istasyonda kıstırıp makineli tüfekle biçtiğine ve cesetlerin iki yüz vagonluk bir katara yüklenip denize döküldüğüne.

Papaz acıyan bakışlarıyla onu süzdü.

-Ah oğlum, diye içini çekti. -Şu anda senin ve benim varolduğumuzu kesinlikle bilebilmek yetiyor bana.

(…)

… çünkü yüzyıl içinde tohumu aşkla atılmış tek insan o
oluyordu.

(…)

Dehşetten donakaldığı için değil, Melquiades'in son ipucu o anda aydınlandığı için yerine çakılı kalmıştı. Elyazmalarındaki son cümle, insanın zaman ve mekan düzeni içindeki yerine yerli yerinde oturuyordu. -Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer, diye yazmıştı Melquiades.

(…)

Aureliano çok iyi bildiği olaylarla zaman yitirmemek için on bir sayfa birden atladığı anda, Macondo Kutsal Kitapta yazılı kasırganın gazabına kapılıp dönmeye başlamış bir toz ve taş girdabı haline gelmişti bile. Aureliano içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olayları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için bir sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan bir daha çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü elyazmalarında Aureliano Babilonia'nın şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) kentinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.

3 Temmuz 2009 Cuma

• İnsan Yüzleri

Burada yapabildiğim çok bir şey yok. Zaman bulunca da ne yapacağımı tam bilemiyorum. Genelde dışarıda olursam ‘Art Galeri’nin önündeki merdivenlerde oturuyorum. Bir şeyler okuyor ya da gelip geçenlere bakıyorum.

Böyle birgün otururken bir çocuk dikkatimi çekti. Aslında çantadan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum. Üç dört yaşında ancak var. Zayıf, sarışın bir çocuk üzerinde ekose bir gömlek var. Elini yukarı kaldırınca göbeği ve altına takılmış olan pedi görülüyor. Gelip geçenlerin önüne gidiyor; elini yukarı kaldırıyor: “Hi!” deyip kaçıp annesinin yanına gidiyor. Sonra başkalarının yanına gidiyor. Annesinden bağımsızlığını almak istiyor ama her bağımsızlık hareketinde ona geri dönüyor. O çocuk hem eğleniyor hemden bundan korkuyor. Annesini kaybedip bir daha bulamayacağını düşünüyor. (kendimden biliyorum ve çoğu çocuk bunu yaşar) İki de bir koşarak yanına gittiği annesinin durumu çok iyi görünmüyor. Oğlunun arabasını çekip merdivenlere oturmuş. Bir yandan sigarasını içiyor, üzerine giydiği elbiseler aldığı kiloları ve artık kiloları arasında bir tuhaf şekil almış dövmeleri ile çok dalgın görünüyor. Birkaç adam kadına asılıyorlar. Kadınla konuşuyorlar. O da onlarla konuşuyor. İkide bir çocuk geliyor ve konuşma kesiliyor. Ama sanırım adamlar buna takılmıyorlar. Kadınla daha çok konuşmaya çalışıyorlar. Kadın ilgiden memnun sanırım konuşuyor. Konuşan adamlarda utanmazca alay eder gibiler kadınla. Sanırım kadının durumundan dolayı “kolay” görüyorlar. Bu arada bu küçük alana orta yaşlı bir karı koca geldi. Yanlarından erkek çocuğundan bir yaş ancak büyük bir kız ‘çocuğu’ var. Sanırım şehri geziyorlar. Kız çocuğu bir model gibi giyindirilmiş ve çantasını koluna asıyor. Gözünde albenili güneş gözlükleri ile ailesi fotoğraf çektirirken bir çocuk değil de magazin dergisine fotoğraf çektiren bir modelmiş gibi davranıyor. Bizimki onun görünce hemen onun yanına koşup önüne geçiyor: “Hi, Hi” diyor. Kız ise hala fotoğraf çektirme derdin de… O aldırış etmeyince bizimki başkalarına selam vermeye gidiyor. Biraz bozuldu ama sanırım buna alışması gerekecek. Gelecek her iki üç yılda ruhları değişecek ve sorunları da. Ama annesine gitmeye çalışan bir çocukla mutlu ailesiyle gezen bir manken çocuk arasında uçurumun şimdiden başladığını görüyorsunuz. Sonra ne olacağı üzerine olasılıkları yazmıyorum. Ama ben tarafımı biliyorum.
*
İşte çalışırken içeri ağzının dişleribir kısmı dökülmüş, yüzü iyice kararmış bir adam girdi. Bir şeyler içmiş ve ya kullanmış; ayakta duramıyor sallanıyor. Bize otobüsün kaçta geçtiğini sordu. Genelde buradaki otobüs duraklarında geçiş saatleri yazılı oluyor. Ama bizim oradaki otobüs durağında herhangi bir bilgi yok. Arkadaş, adama beklemesini söyledi. Saat 11 buçuğa geliyordu. Biz tabii işe daldık. O arada otobüsler geçti. Saat gece yarısını geçtikten sonra adam bir daha gelip otobüsün kaçta geçtiğini tekrar zordu. Biz de arada birkaç otobüsün geçtiğini ve beklemesini söyledik. Sonra durağa gitti. Oturdu, yanına çantalarını koydu ve uyudu. Otobüsler geçtikçe o uyumaya devam etti. Arada bir daha geldi. Sanırım bizden umudu kesti. Girdiği gibi çıktı. Sonra biz dükkânı kapattık çıktık. Adam hala durakta uyuyordu. Son gece otobüsü geldiğinde arkadaşım “uyandırma” dedi. O orada uyurken bizde otobüse bindik. O adam hala orada oturmuş ve başına önüne eğmiş uyuyor gibi geliyor bana.
*
Gece bindiğim otobüslerde ağır bir koku oluyor. Genelde eski otobüsler gece servisinde oluyor. Otobüs Hasting Caddesi üzerinden geçtiği için “junk”lar bu otobüsü kullanıyor. Bir gece gelirken iki kişi otobüse bindi. Birisi kısa boylu bir adamdı. Diğeri ise zenci, uzun boylu ve sıska biriydi. Uzun olan belki bir basketçiden daha uzundu ama cinsiyetini anlayamadım. Otobüsün içinde başını eğerek ilerledi. Yani kadındı, kaşlarını filan aldırmıştı. Ama bugüne kadar böyle bir görünüşe sahip insan görmedim. Erkek yapılı kadın gibi giyinmiş… Ayağında başkalarının pabuçları, kısa gelen pantolonu, deri ceketini belinde sarıp bağladığı yıpranmış deri kuşağı, saçının başının tepesinden toplaması… Bize çok tuhaf baktı. Bizde ona tuhaf baktık. Dediklerinden sadece “long night”ı anladım. Sonra yanındaki ilgilenme anlamında bir şeyler yaptı. Ama o bize bakmayı kesmedi. Sonra Hasting’te indiler. Onun ilginçliği dışında bizim gibi insanları hayatında ilk kez görüyor gibiydi. Ve ne kadar ürkünçte görünse de bakışında bir merak vardı. Birçok şeyi merak ediyormuş gibi geliyordu. Örneğin gördüğüm birçok travestiden çok farklıydı. En azından sakalı çıkmış artık eski günleri geçmişte kalmış gibi değildi. Sadece o günleri hiç olmamış gibiydi. Ve bunda boyunun orantısızlıuğının bir sonucu da olabilir. Merakla baktık işte yüzlerimize.

Kemal Özer
Kemal Özer’in hakkındaki haberleri okudum. Kemal Özer’le tanışmamı hatırlamıyorum. Eski kitaplarından iki şiir kitabı, “20. Yüzyıldan Duvar kabartmaları” (seçme şiirler, iki cilt, yordam yayınları), bir de “yeni a” dergisi sayıları ve başka dergilerdeki kimi yazıları var. Ama Kemal Özer deyince aklıma Yazko’dan 12 Eylül sonrası çıkan “Kimlikleriniz Lütfen” kitabı ve onun kapağı gelir.(Yine Yazko çıkan "Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya" adlı kitabın kapağına ulaşabildim. 12 Eylül sonrasın da yayınlandığını düşünürseniz... Bu da en az öteki kadar güçlü gelir.) Bir de Bulgarca’dan yaptığı çevirileri vardı. Kitapların kendine ait Yordam Yayınevi'nden bastırıyordu. Bugünkü Yordam Kitap'ta aynı kökten geliyor. Şiirlerini neredeyse yedi yıl önce kendi seçtiklerinden okudum. Çok sarmadığını o gün için söyleyebilirim. Bir de o dönemde Cebeci de 1 Mayıs çalışması yaparken bir şiirini bütün afişlerimizin yanlarına asmıştık. (Kemal Özer'in kişisel web sayfasında eklediği son şiir buydu. Astığımız tarihi yanlış anımsıyor olabilirim. Bunu 16-17 Haziran afişleri ile de asmış olabiliriz. Yine de yanlışta olsa yazdığımı değiştirmek istemiyorum) Ha unutmadan Denizcan’ın cüzdanında da bir şiiri geziyordu bir aralar. Yani ben kendimi ne kadar ilgisiz görsem de Kemal Özer şiirinin takipçisi olan birkaç adam tanıdım. Altı yıl (2003) önce kitapçıda bir arkadaş için kitaplarını ayarlamıştım. Arkadaşımız çok sevdiği için kitapları alamamıştı. Daha doğrusu unutmuştu. (Sonra o kitaplardan seçmeler benim kütüphaneme girdi) Umarım komik bir fiyata satılan kitapları (bir de bulamadığından şikâyet edip) hiçbir açıklama yapmadan unutan arkadaş sonradan içten bir Kemal Özer okuru olmuştur; yoksa o da “Kemal Ağabey” öldü ne yazık diyorsa. Vay halimize...

***
Radikal kitap ekine bakarken soba yakılmasını anlatan bir kitap hakkındaki yazı okudum. Bu kitabı çok iyi biliyorum. Ankara’da bazı kitapçılarda gördüğüm ve sahaf değeri olan bir kitap. Baskısı dönemine hatta bugüne göre bile güzel. Yazıyı okuyunca aklıma soba yakmayı bilmediklerinden ya da yanlış yakmaları yüzünden okulda çıkan yangında ölen öğretmenler geldi aklıma. Sanırım 2003-2004 sezonuydu. Atandıkları okulda sobadan çıkan yangında öğrencilerini kurtarmak isterken yanmışlardı. (Bir öğretmende olabilir tam anımsamıyorum) O kitabın basılmasını ya da varlığını aptalca bulan çok insan olacaktır. Hatta sahafta görüp “olum bunun bile kitabını basmışlar” diyen “entelektüellerimiz” olacaktır. Ya da saçma bir ayrıntıcılık olarak görenlerde çıkabilir. Ama basit bir bilginin bile ne kadar önemli olabileceğini ve kullanılabileceğini düşünmeyeceklerdir. Muhtemelen düşündüklerinde ise acı bir bedeli olacaktır.

***
Şimdi uyanmalıyım. Sanki birisi çantamı çekiştiriyor ve bana “... …” diyor.