Sayfalar

12 Şubat 2010 Cuma

• Dana Katilleri

Bütün hepsiyle yakılabilirsiniz. Sadece kefen yerine bedeninize "onları" saracaklar ve ateşleyecekler.
Bu korkunç değil. Korkunç olan bunlar için bazılarının "güzel" demesidir.

Güzel... Bunu yazalım...

***

Bir ara gazetelerde geçen yüzyılda ölen bir ressamın neden kulağını kestiği ya da kimin kestiği üzerine haberler çıktı yeniden.
Sanırım herkes bir açıklama bekliyor. "Güzel" şeylerin yaratıcısı üzerine derin "entelektüel" dökmeler görelim.
Nedense nedenlerin herkesin anlayabileceği nedenler olduğunu düşünsünler. 'Belki, Efenim, borçlarından kesti kulağını adam, borçlarından'.
Hey be yavrum.
Açıkça soruyorum bunu diyene:
-Sopa yok mu, sopa?

***

Arthur Koestler anılarının bir kısmını yazarken 30'ların alman Komünist Partisi'nin seçme entelektüel üyelerinin kaldığı bir komünü anlatır. İçlerinde bizim bildiğimiz ve kimilerinin kitapları ile dalga geçtiği Wilhelm Reich vs. de vardır. Bir de Koestler entelektüel kızlarımız der oraya gelip giden kimileri için. Bu lafa çok gülmüştüm. Böyle bir anlatım olmaz gibi geliyor, ama olmalıdır. Oluyor. Koestler'in zihni karmaşık bir makina gibi çalışmakta. Evet, Koestler bir hain bunu asla inkâr etmedi. Karşı taraf için çalıştı. Hem de öyle böyle değil cidden çalıştı adam. Parada aldı. Keyfiyle de yaşadı. Emeğinin karşılığı. Kızmıyorum.  Ama ben Koestler’in bizim taraf için çalışması uğruna 40 tane entelektüel kızımızı ve oğlumuzu hibe edebileceğimizi düşünüyorum.  Hadi sayıyı birkaç katı arttırabiliriz. Hatta ben Koestler ile birşeyler içme pahasına 3 tiyatrocu bir ressam 2 yazar adayını 4 şair kızımızı / oğlumuzu sokağa atmalıyız diyorum. Gidip bir yerlerde çalışsınlar.

- Koestlere karşı 40 tane Brecth verelim. Sayı düşmez duruma göre arttırabiliriz diyorum. Nedense bugün sosyalizm ortada yok ama Brecth gündemde. Bu nasıl “yabancılaş’tır’ma” “aydınla’t’ma” “sorgula’t’ma” anlamıyorum. Ulan adam burjuvaziye çalışmış be. Hep yanlış kişiler ihanet ediyor zaten. Ya da karşı taraf kimi kafalayacağını iyi biliyor. Diğeri zaten bizden diyorlardır.

***

Bazı filmlerde kendimi bir "sahne" izliyormuş gibi görüyorum. Sahnede her şey “güzel” sanatsal. Mesela, köy evinde piyano bile var. Ne kadar dramatik. Hele tuşları düşününce. O sahneye çıkıp hasbelkader birine sorsak “hadi bir kulağını kes! Görelim!” desek. Adam bize tuhaf abartılı hareketler yapacak. Kesemeyecek, amma kesiyormuş gibi yapacak. Bu yüzden kendi kulağını kesme rolünü bile bir danayı kesiyormuş gibi gösterecek. Bundan bazen sahnede dana izlediğimiz oluyor diyorum. Bildiğiniz dana, bazen tosun, inek, eşek filan çeşitli şeyler. Hadi bir kulağınızı kesin bakalım desek. Biz demeyelim yine kan gölüne döner burası. O da yine abartılı içi boya dolu kanımsı göl olur. Aha onu da tersten anladıkları içindir diyelim. Gerçekleri gizleyelim biraz. 'Abi adam zaten kulağını gösteriş, çılgınlık için kesti'. Verelim bunları alalım Arthur Koestler’i ne işimize yarıyorlarsa.

- Evet, bazı sanatlara ihtiyacı yok insanların. Örneğin o sahnedeki adam beni niye "yaban"cı"laş"tı"rı"yor. Brecth’in en sevmediğim yanıdır. Bütün yöntemi “tiyatro”cunun her şeyi bilip; izleyicinin hiçbir şeyi bilmediği üzerinedir. İd ötesinin daniskasıdır. (Siz bildiğinizi sanın diyelim) Çoğu görüşü ve şiirleri gibi. Ciddiye aldığım çoğu kişi kitaplarında brecth’ten bahsetmez bana. Bu hiçte takılmaz kafama. Bizden (izleyici adayından) daha çok mu şey biliyor? Ne kadar sorgulamış boktan hayatını ki benim bir şeyleri sorgulayacağımı düşünüyor. Savaşta Avrupa’dan uzakta değil mi be Brecht? Eğer, kulağını kesebilseydi. Kesmezdi elbette Avrupa’ya girmeye çalışırdı. Aman, demeyin ve alkışlamayın. Siktir git lan oradan diyelim. Arthur’u yolla sen. Git kendi “ego”nu sorgula. Bana bir şey mi "sor"gu"la"ta"cak". Yapmasın! O kulak kesişinden bile bir bok çıkmayacağını anlaşılıyor. Bunlardan nasıl kurtulabiliriz diyorsak söyleyeyim. Ün verelim. Hafifleyip siktir olup gitsinler. Hadi el kadar köy işi taburelere oturup, tavla oynayıp Brecht konuşalım ve ne kadar entelektüel olduğumuzu gösterelim. Sonra güzide işçi sınıfımızdan bahsedelim. Hepsi kokmuyor mu?

-Kim koyuyor bunları buraya. Gönderelim be. Bize lazım değil.

***

Bakıyorum. Yorgunum. “Patetes yiyorlar” ve sanırım ya çay ya da kahve koyuyor birisi bardaklara. Günün muhtemelen tek öğünü... (Brehctyan biri gelip anlatsın desek hemen ağlak surat yaşlı bir adam ve bir piyona koyar oralara bir de görüp geçirmiş bir kadın çıkar. Aman uzak dursunlar.) Kimse kendini acındırıyor görünmüyor. Herkes aynı bir soylu ailesi kadar onurlu ve içten; evet yoksullar ne kadar kötü değil mi? Hem de kimsenin anlamayacağı kadar yoksullar. Acınmış değiller: İnsanlar. Bununla mutsuz olmuyor gibiler. Üzerlerinde “ego”larını tatmin edecek kimseleri de yok tabi. Ben bu resmi ve bu çirkin yüzlü insanları çok seviyorum. Bilebilsem kabul görecek, gitmek istiyorum. Yalancı dana eti görmek değil patates yemek istiyorum. Çayım bitti dediğim de birisinin "biliyorsun herkesin bir bardak hakkı var" demesini ve benim bunu çok normal karşılamak istiyorum. Aman o danayı uzak tutun.

Sıradan bir odaya bakıyorum. Daha o büyük Picasso yok ama evin odası bir tuhaf. "Şekilsiz değil" lan Dana. Hep alkollü bir bakış. Kim kalıyor burada demiyorum. Şeker bitmiş şeker almak için odanın sahibini bekliyorum. Muhtemelen o masanın çekmecesinde az bulanan pahalı bir şey vardır. Çalmıyorum. Hemen kendimi “yabancılaştırıp" sorgulamaya sokmuyorum. “Allah korusun.” Öyle bilgiçliklerden uzak duruyorum.

Bilardo oynayamayan gözleri bozuk bir adamım ama bir bilardo salonuna bakıyorum. “Abi karı bunu aldatmış adam ondan kesmiş kulağını”.

- Ulan diyorum bilardo salonunu ahırın yanına yapmışlar, dananın sesi geliyor.

Bilardo oynamak elbette istiyorum ama param yetmiyor. Sadece bakıyorum. İçecek almak istiyorum. Para yok. Sarhoş değil ama miyop’uz bi’ de astigmat var, odanın rengi ve cazipliği bundan. Tarlada çalışan insanların varlığı "güzel". Çünkü onlar kışın patates yiyebilecekler. Ama yine de açlık var. Yokluktan ölüm var. Dünyanın birçok bilinen rengi var. Nedense, insanların yaşamında bir renk yok. Hepsinin işi bitiyor erkenden. Başkaları için yok olup gidiyorlar. Bunca renk gerçeğin zoruna karşı geliyor. Bunca esintinin varlığı, o güzel sarı rengin işlenişinde de bir şeyler var. Ayakkabılarının giymeye giden bir adam onlara baktığında gördüğü bir gerçek gibi. Dışarıda tarlalarda insanlar ve hayat var. Sonra sıkıntılar. O an oda da masanın üzerinde bir bıçak var. Ama şeker yok. Olan, rengini zor gösterdikçe tuvaller o kadar renkli oluyor ki. Bir yerde insan gerçek renkleri ve hayatı özleyebiliyor. Biz en güzel rengi içimizde taşıyoruz. Bize verilene inat rengi kaybetmek istemiyoruz. Onu kaybetmeye başladığımızda onu görmek için o bıçağı alabiliyoruz. Bunun var ve gerçek olduğunu unutmamak için o anı işliyoruz.

***

Şimdi sizlere bir ressamın neden kulağını kestiğini kim anlatıyor söyleyeyim. Bizim entelektüel kızlarımız ve oğullarımız. Bir kısmı da oynuyor. İnsanların çılgınlık için kulağını kestiğini düşünen; farklılığı “en çılgın” şeyi yapanlar olduğunu düşünüyor. Var olmanın bir tuhaflık barındırdığı hiç akıllarına gelmiyor. Aldıkları eğitim onlara aptallık yapmasını öğretiyor. O yüzden “cahil” köylü kızları ve oğlanları kadar cesur ve ölümlü olamıyorlar. Hep yavşak ve korkak çıkıyorlar. 'Abi be adam kulağını şeyinden kesiti: İbneydi yada cinsel gücü yoktu' diyor dana.

***

 Ertesi gün gazeteler.
“Vandallar

yine bir büyük sanatçının

kafasını sopayla ezerek öldürdü.

Bütün oda kanla boyanmış.

Sanatçılar korku içinde

Polis, Devlet, Savcılar nerede?”
Zıkkımın kökünde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder