Sayfalar

20 Nisan 2010 Salı

Akçaburgazlı Yekta'nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur • Turgut Uyar

Önce onların yanında çok iyi yüz gördüm.

Beni kapıdan karşılayıp ağırlarlardı.
Sofralarına konuk ederlerdi.
Onlar iki kişiydi ben birdim.
Bana elmadan sıkılmış soğuk sular sunarlardı. Kapılarını kapım bellemiştim.
Evlerinde oturacak yerim vardı.
Önce onların yanında çok iyi yüz gördüm.
Evleri gürültülü şehirden iki bin ayak uzaktaydı.
Tahtadan yapılmıştı.
Beni kapıdan alırlardı, -hoş geldin- derlerdi, onları sevindirirdim.
Birlikte yaşıyorlardı, çocuksuzdular.
Birinin adı Gülbeyaz'dı, o kadındı, öbürünün adı Sinan'dı, o erkekti.
Ben otuzunda Yekta'ydım,

Akçaburgazlıyım, oradan geldim,
Herkes bir yerlidir çünkü, Ben, Yekta bunu pek hoş buluyordum.
Sonra az ışıklı odalarına çıkardık. Bana yeniden -hoş geldin Yekta, bizi
sevindirdin senin yanında birçok şeyleri hatırlıyoruz- derlerdi. Serin
örtülü minderlere oturmak için ayakta dururduk. Beklerdik, Perdeleri
beyaz nakışlı olurdu. Halıları bütün odanın döşemesini usulca mor mor
örterdi. Patlıcan örnekleri ve turuncu güneşler vardı üstünde.
Birden hepimizin aklına o denizler gelirdi. Ayakta durmayı istemezdik. Serin
örtülü minderlere otururduk.
Bana -serin örtülü minderlerimizin üstüne otur- derlerdi.
Bana elmadan sıkılmış soğuk sular sunarlardı. Evlerinde oturacak yerim vardı.
Tütün sunarlardı.
Bir dinlenme zamanı kadar birbirimizi duyardık. Alışmak için zorluk çekmezdik.

Çünkü karşıt yerlerimiz kalmamıştı bilirdik. Girintilerimiz çıkıntılarımız
uygundu. Sussak da ses çıkarmazdık.
Karanlık her yere girerdi. Çünkü her yerde gece olur, Ben, Yekta bunu pek hoş
buluyordum.
Karanlık, serin örtülü minderleri sarmalayan az ışıklılığı altedemezdi. Çünkü
biz öyle bellemiştik. Halı da az ışıklı kalırdı, onun güneşleri,
patlıcanları da, minderlerin serinliği de. Az ışık, bizim, yani onların ve
benim, Yekta'nın, kaçtığımız yer değildi. Birbirimizin ışıktan kaçıracak
yerlerimiz yoktu. Az ışıkta da çok ışıkta da değişmezdik. Hep tıpkı
kalırdık.
Orda buluşmayı severdik yalnız.
Sarı bir kuşları vardı.
Adına kanarya derlerdi. Küçük bir kafeste odayı doldururdu.
«Ama ben onların ölümlü, yanılgan insan,
Geçen ve bir daha geri gelmeyen bir rüzgâr
olduklarını unuttum. »
Çünkü unutmak bana göreydi.
Çünkü ben de ölümlüydüm. Ben, Yekta, bunu pek hoş buluyordum.
Bu unutmak değildi, içinde olmaktı onun.
Önceleri daha iyi mi idi, bilmiyorum.
Gidip geldiğim,
Durulduğum koyu geceler vardı. Yıkık değildim.
Yıkılıp yeniden kurulmamıştım ama, yıkık değildim.
Gaz lâmbaları yakardık,
Ensiz çalgılar çalardık geceye.
Tekliğimiz ayışığına boğulur giderdi.
Teker teker üçer kişi olurduk. Öyle de iyiydi.
Ben ona, Gülbeyaz kadına, eski yalnızlığımı söylerdim.
Ben söyledikçe eskirdi,
Uzaklaşırdı.
Onunla. Gülbeyaz'la bakışır ısınırdık.
Sonra yanılgan insanlığım başladı.
Birinde üç gece dört gündüz orada, evde kaldım.
Üç gece dört gündüz Sinan'ın yatağında kaldım.
Gülbeyaz'la Allanın emri olduk.
Ne o beni kandırmıştı,
Ne ben onu baştan çıkarmıştım. İkimiz de bildiklerimizin ötesine,
bulduklarımızın üstüne çıkmak istemiştik. Bir noksanlığı vardı sanıyorduk
bütün olanların belki. Ama aslında bütünlüklerimize bahaneydik. Sinan
uzaktaydı. Sinan çemberimizin dışındaydı. Sonra ne bulduk.
Süregeldikçe kutsal gibi,
Kesildikçe kirli, utandırıcı.
Ama utancından kaçmayı biliyorduk.
Kutsal gibiliği üç gece dört gündüz kurtlar gibi bizi kovaladı.
Sonunda öyle bulduk.
Utandırıcılığı öbür insanlardan değildi.
Karşılaştırmadan değildi.
Birdenbire kendi boşluğundandı,
Gelip geçen avutuculuğundandı. Beklemesi vardı.
Kanaryayı görmek ayaklarımızı dolaştırıyordu.
Minderler serin değildi artık. Ben, Yekta, bunu pek hoş bulmuyordum.
Ama dördüncü gecenin yalnız sabahında yine,
O, Gülbeyaz
Benim ilk aklıma gelendi.
O kıyıdaki denizlerin mavişiydi artık.
Önce ve birden değişen dağlar oldu.
İstemek ve vermek başlamıştı çünkü.
Alamamak başlamıştı çünkü.
Gitgide düzelirdi biliyorduk.
Bunu bekliyorduk.
Yeni yeni yerler bulmuştuk birbirimizde
Onunla, yani Gülbeyaz'la ben.
Kaybettiğimizi bir zaman unuttururdu.
Bir zaman yerine yenilerini koyardı
Artık çok ışıktan kaçıyorduk. Gizleyecek yerlerimiz olmuştu birbirimizden.
Hem ikimizin ondan, yani Sinan'dan, hem birbirimizden.
Yine bir eksikliğimiz tamamlanmıştı galiba. İyice seçemiyorduk ama,
anlıyorduk. Uzun yaz gecelerinin durgunluğunu, geniş yapraklarının salıntısı
ile tamamlayan gizli bitkiler gibiydik. Kaçmamız telâşlı değil
sevindiriciydi önce. Ben o zaman, Tanrının, benim yapıma kattığı tatların,
bende ötedenberi durmakta olduğunu, daha ötelere kadar da durmakta
süregideceğini farkettim. Bu beni kendi yanımda yüceltiyordu. Gülbeyaz benim
toprağımı işleyen, kazmaydı. Günah olamazdı yaptığımız. Ben onun çeliğine
göreydim ancak. Biz her şeye inanmıştık. Her şey bizi inandırıyordu ama,
O'nun, Gülbeyaz'ın yanına artık,
Serin minderlerde oturmaya gitmiyordum.
Akşamüstleri yakıcı kırlardan suvata inen kır hayvanları gibi gidiyordum.
Kapıları benim çeşmemdi.
Ekmeğimi edindiğim ocaktı.
Bir bu benim dengemi sarsıyordu.
Beni. ateş sıcağında kavuruyordu.
Suvata inen yanık kır hayvanları gibi gitmemeliydim.
Kapısı ekmeğimi edindiğim ocak olmamalıydı.
Benim bu kavurgan sanılarını belki gizlediğimizdendi.
İnandığımı kurtarmalıydım.
Beni bulup çıkaran, ekleyip bütünleyen,
Bu duyguyu -Kurtulursa eğer bu güçlülüktü-
Arı duru etmeliydim, temizlemeliydim.
Önce onlardan çok iyi yüz gördüm.
Beni elimden tutar belliyordum.
Ona, Sinan'a -Bizi kov- dedim.
Onun kovduğu bizi ödeyecekti.
Onun gözünde kovulmuş olacaktık ama, biz kendimizi kutsanmış belleyecektik.
O, Sinan bizi kovmadı.
İnsanların adaletini, yani öcü, aramaya başvurdu.
Bizi yakaladılar.
Yani Gülbeyaz'ı ve beni, Beni. Akçaburgaz'lı Yekta'yı. otuzunda.
Yargıçların katına diktiler umudum nerdedir.
Bizim inanarak ettiğimizi yerlere çaldılar, ululuğu nerdedir.
Biz onu bulmuştuk, tükürdüler.
Bizi kirlettiler, yazıklar oldu bize.
Benim donumu ve Gülbeyaz'ın donunu
Ve yattığımız yatağın örtüsünü
Yüreksiz kişilere gösterip onları güldürdüler.
Halbuki biz o örtülerde yatarken,
Aklımız en ulu yerlerdeydi gücümüz.
Biz o zaman yaptıklarımızın günahını değil, yüceliğini biliyorduk. Bu, iki
gücün bir yeniye varması, bir yeni yaratmasıydı. Bu çiftleşme değil
tekleşmeydi. Tekleşmenin bir yönüydü. Yazık bize. O zaman bütün insanlara
inanıyorduk. Yıkmak istediler yıktılar. Yazık bize. Herkesin bir gün
ağlayabileceği, herkesin varamadığı için kutsallığını bulamadığı bir yere
götürüp, yüreksizleri güldürdüler, bizi alçaltıp ağlattılar. Yazık bize.
Olsun yaptılar şimdi kime sığınalım.
Nereye gitsek o yıkıntı bizimle artık.
Yeniden kursak korkarız.
Bu yıkıntı toz duman. Donumuzu gösterdiler.
Yazık bize şimdi nereyi tutalım.
Hangi yolu belleyip oraya düşelim.
Önceleri onlardan iyi yüz görürdüm
Bana elmadan sıkılmış sular sunarlardı.
Serin minderleri vardı, Ben, Akçaburgaz'lı Yekta, Cahil çocuksuz, bunları
pek hoş bulurdum.
Yanılmadım pişman değilim bu da vardı.

---
Akçaburgazlı Yekta'nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur, Turgut Uyar
Kaynak: Dünyanın En Güzel Arabistanı, 1959, (Büyük Saat Toplu Şiirler), Can Yayınları
---
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=665 adresinden alınmıştır.

9 Nisan 2010 Cuma

..•Ece Ayhan•Haydar Dümen•Avanak Avni•Zeki Müren•..

Türkiye'nin barındırdığı ve çoğu insana tuhaf gelen şeylikleri bir yerde tek tek anlatmaktansa birbirine bağlayarak örmek gerekiyor. O zaman bir çok ilginçlik kendine has bir deniz gibi dalgalanıyor.

***

Bir gün kitapçı da gördüğüm renkli sayfalarda Zeki Müren'in 70'li yıllardaki bir sahne kıyafetini anımsıyorum. Apartman topukları ve mini etek olan tek parça parlak pullu elbisesi içerisinde bildiğimiz "balık etli" sanatçımızdı. Yılları düşündüğümde çok uzak gelmişti. İleri çağın çocukları olarak bize geçmiş karanlık geliyor. Hiç bir şey olmamış gibi: O geçmişti. Hatta sevdiğimiz yazarlar bile bir zamansızlıkta yaşamışlardı muhtemelen. Sanatı zamansız düşünürüz oysa hayatın bir zamanı vardır. Hayat geçip giden (bir nevi tükenen)dir; sanat ise ideal  olan geliyor. İlgi çekici kimi şeylerin sanat kadar hayatın tuhaf karmaşısında olduğunu düşünmek gerekiyor. Bunlar için sanat olmamış yaşantılar, olgular diyebiliriz. Buna karşın genç nesil hep kendini daha ileri de olarak görür ve şunu sorar: bir eşcinsel sanatçı  kırk yıl önce nasıl böyle giyinir? Zeki Müren'den bir parça dinlediğimiz de o giyim kuşam tarzının bize anımsattığı zamanı niye anımsamayız peki? Nedense "baskın olan nedir"i yanıtlamak gibi geliyor.

***

70'li yılların başında çıkan bir gazete almıştım. (Sanırım adı: "Söz"dü)  Gazetenin "kültür-sanat" sayfalarında sinema tarihi ile ilgilenlerin bildiği Onat Kutlar'ın genç sinemacıları eleştirdiği, "İşe Saygı" adlı yazısını basmışlardı. Bu yazıyı önceden de biliyordum. Ama hiç zamanını düşünmemiştim. Yazının olduğu gazete elime geçip karıştırırken Ramazan ayı için bir gazinonun içki dahil menülerini gösteren bir reklamını görmüştüm. Böyle bir ilanın verilebildiği bir dönem önce ve sonrasından daha kolay ayrılacaktır. Batı tarzı dini bayram kutlama: İçkili, yemekli, canlı müzikli ve dans gruplu. Sahne'ye Zeki Müren mi çıkacaktı yoksa Ajda Pekkan mı, ona emin değilim?

***

Muhtemelen bu dönemde ünlü cinsellik doktorumuz Haydar Dümen işine gidip geliyordu. (Bu arada Haydar Dümen için bir yazı yazmıştım ama yayınlamadım. Şu anda blogun arkasında yayınlanmayanlar içinde duruyor.) Haydar Dümen çoğu "entellektüel"imiz için komik gelebilir. Haydar Dümen'in ne kadar okunduğunu askerde anladım. Garnizonda 200 adetin üzerinde Posta gazetesi satılıyordu. Diğer gazeteler 1/10 oranında ancak satılıyordu. Herkesin bölükte olduğu akşamlar benim koğuş arkadaşlarım önce Haydar Dümen'e gelen mektupları ve onun yanıtlarını seslice okur sonra da aralarında muhabbet ederlerdi. Onlar için ben de okudum. Sonradan posta gazetesi elime geçtiğinde de ilk bunu yaptım. Gördüğüm öyle anlatıldığı gibi kudurmuş erkekler filan değildi. Daha çok bedenlerine dair bir şey bilmek isteyen genç erkektiler. Bilmiyorlardı ve ata bilgisi ile bu işler yürümüyordu. Türkiye'de hemcinsler arası cinselliğe dair bilgi ve yorumun nasıl aktarıldığı bir muammadır. Sadece cinsellik değil diğer konular: din, mezhep, dil gibi konular hakkında toplumların genel fikirlerini nasıl benimsettiği, aktardığı da bilinmezlerdedir.

***

70'lerin sonlarına doğru Avni'nin ayak sesleri duyuldu. Oğuz Aral kendi belleğini başkalarına anımsattıran Avanak'ı vardı. Avni, erkeğin gazinoya gitmeden önceki mahalleli halidir. Hikaye bir mahallenin sınırlarına kadardır. Herkes biraz palavracı, herkes biraz idealine uygun görünür. Avni sürekli bir safsalaklık halindedir. Aynı zamanda kurnazca tuhaf işler de yapar. Hikayemiz biraz da göçün artmasıyla eskide kalan eski anlayışın mahalleleridir. Bu mahalle Avni'nin hayatı öğrenmesi için gerekli keşiflerin kaynağıdır. Avni sokaklarda bütün çocuklardan daha fazla durmasına rağmen mahallenin en tekbaşına çocuğudur. Mahalleli çocuklar onu seks filmine götürdükten sonra mahalle biraz daha farklı anlam kazanır. Özellikle gezen çiftleri gördükçe güler. Çünkü onların bir 'sırrı'nı öğrenmiştir. Bu çok masumaneydi ki bu yüzden insanlar bu masum isteğin peşinden gittiler. Avni'nin mahallesi öldü.
Bu mahallede başka bir şey var, çocukların yetişkinlerin arasına katılması süreci. Çocuğun topluma katılımı, yetişkinlerden gelen aktarımlar; kendi mantığını çocukta inşa edene kadar sürer.  Avni tarzı karikatürler toplumsal aktarımı karikatürize ederekte olsa paylaştığı için önemlidir. Avni'de bir direniş vardır; aktarımın kendinde, kendi mantığını oluşturmasına izin vermemektedir. Gülünçtür. Posta gazetesini okuyan 20 yaşındaki erkeklerin heyecanı gibidir biraz. Tabi farklılaşmış bir şekilde her zaman değişime uğrayan aktarım tarzı ve zamanla değişen içeriğiyle ve her kişinin kendi varoluş farklılığıyla.

***

Ece Ayhan'ın şiir kitapları neredeyse en az kelime ile basılmış şiir kitaplarıdır. 70'lerde Memet Fuat'ın bastığı "Ortodoksluklar" dönemin şiir kitaplarının çok uzağındadır. Çok deşifre etmez kendini. Dilini, bilinmedik bir boşluğa bıraktığı kelimelerle kurar. Tamamlamak yada şiirleri oturmak kişilerin kendilerine kalır. Ece Ayhan sivildir ama bir bankanın  maaşlısı da değildir. Büyük bir şirketin iyi gelirli müdürü, orta sınıf bir sanat aşığı, zanaatçı da değildir. Ece Ayhan'ın şiiri anarşist yada kamu düzenine karşı da değildir. Sadece bize verilmiş olan düzen onun için 'olağan' değildir. Çingene bir adamın karanlık bulutların altına girmesidir. Sivil ile ima edilen asker olmayan değil düzenin içinde ve onun sınırlarında yer almayan herşeydir. Ece Ayhan ideolojik bir dışarıdan değil tarihin yarattığı bir saçmalıktan bahseder. Saçmadır. Çanakkaleli Melahet, ortaikiden terk çocuklar, sultanlar hepsi vardır da bir tür kabule uğrammışlardır sanki. Ece Ayhan toplumsal aktarım rolünde bir sapma, hatalı bir üründür. Ülkenin en gelecek vadeden üniversitesinde okuyup bir şey olmamayı tercih etmiştir. Ece Ayhan'dan şimdi yazma sebebim ise bilinen entel "klişesidir". Bir gün tartışığım özgürlükçü bir arkadaş bana hangi şairleri "sevdiğimi" sorduğunda bilerek Ece Ayhan'ı demeden birkaç ad saydım. Hemen bunun üzerine atlayarak benim Ece Ayhan demeyişimden stalinist, anti-sivil yanımı buldu. Ezbere bildiğim tek şiirin "Mehul Öğrenci Anıtı" olduğunu söylemedim. Çünkü Ece Ayhan'ın kafasındaki "sivil" olduğunu düşünüp benim adını anmayışımdan yerimi anladığını sanan birisi sadece Melahat'e boyun eğen polis müdürleridir. Bu polis müdürleri ile Zeki Müren zaten dinlenmez, bunun için Ramazan ayında o gazinoya hiç gidilmezdi. Bir de Ajda Pekkan'ın adı bile geçmezdi.

***

Yeterince anlamsız olması için uğraştım sanırım ortaya bir şeyler çıkmıştır.

8 Nisan 2010 Perşembe

Melâhat Geçilmez • Ece Ayhan

1. Gazetelerde ak kara bir resmi otuz yıllık. Arkasında mülki taksimatlı bir harita.
Komiserin odasında ağırlanırmış.

2. Ve imparatoriçeliğinde bir vesikalık. Tombalacı Ceylan renkli çekmiş.
Delikleri balmumuyla örterler.

3. Gönderilen çelenklerde 'Geçilmez' yazılmıştı soyağacı. Küçük harflerle de
'fuhşun anısına'.

4. Çanakkaleli Melâhat'ın törenine polis bandosu da katılmıştır.