Sayfalar

30 Ağustos 2010 Pazartesi

29 Ağustos 2010 Pazar

• notlar

yazı/tura'ya- uğur yücel,
şeytan rıdvan, hayalet cevher

2004 yılının aralık ayınnın son günleri askerlik görevinin acemilik ayındayız. 15 dakikalık eğitim arasında koşarak gazinoya gidip bir çay alabilmek en büyük başarıydı. Kısa dönemler olarak aldığımız gazeteler elden ele geziyor ve bizler bir şeyler okuyup ayaklarımızı sıkıştırdığımız sıcak su borusuyla, güneş varsa pencere kenarında ısınmaya çalışıyorduk. Bir gazetenin ekinde haberini aldığım filmi izlemeyi o an çok istedim. Askerlik üzerineydi ve ben askerdeydim. İzlemek için aramadım ama birisi izler misin deseydi yada bir yerlerde görseydim alırdım. Unuttum. 6 yıl sonra izleyebildim. Zamanı varmış. İki zaman arasındaki tek ortaklık ağır yorgunluk. Uğur Yücel'in dalları meyveden kırılan ağaçlar gibi bir film yapmış. Anlattıkları ve içindeki barındıkları açısında bir iki filmi daha taşırdı muhtemelen. Filmden sonrası ise sıkıntı* olarak kaldı.

*m.'yi anımsadım. en son gördüğümde çiçekçi açmıştı ve kartını vermişti. şimdi onu ziyarete gitmediğime pişmanım.

2002 yazında çalışırken iş yerine jandarmalar gelmişti. M. diye birini sordular. Çalıştığım yer jandarma bölgesi olduğu için davası filan olduğunu yada arandığını düşündüm. M. işten benden önce ayrıldığı için gelenler eli boş geri döndüler. 2004 yılında çalıştığım yere M.geldi işe başladı. yediğim en güzel mezeleri yapmıştı. M.nin garip bir tiki vardı. elinizi ona doğru uzattığınızda elinde ne varsa size doğru fırlatırdı. biraz üzerine gittiğiniz mi oturup ellerini ile sürekli dizlerine vurur, kafasını yere eğerdi. ritmik aynı hareketleri yapardı. tiki ile oynarsanız söylediklerinizi aynen tekrar ederdi. ama bunu bilenler bir daha yaptı mı bilmiyorum. ben bir daha yapmadım. m.nin orada burada adı geçtiği için biliyordum. sonra gelen jandarmaların onu herhangi bir suç nedeni ile aramadığını öğrendim. askerliği sırasında yaşadığı silahlı çatışmalardan sonra fazlası ile değişmişti. düzenli ilaç alması ve arada kontrole gitmesi gerekiyordu ve o gün gelen jandarmalar onu kontrole götürmek için gelmişlerdi.

***

Taxi Driver'ı (1976) tekrar izledim. Film içerisindeki ayrıntılar daha bir dikkat çekiciydi. 70'lerin kuzey amerika hayatını izlerken zamana karşı yapıtı güçlü kılanın o günlere özgü ayrıntılar olduğunu anlıyorsunuz. Daha büyük kahramanlıklar değil, daha küçük ayrıntılar ilgimi çekiyor. oyuncunun girdiği dükkan, ev, otel; gördüğü insanlar ve bir sürü "ıvır-zıvır"... oyuncuların konuşmalarındaki ne, neden, niçin, nasıl açıklamaları başka zamanların insanın günün koşullarının esiri olmasını engelleyen bir devrimciliği var: ne kadar aynı kapitalizm aynı şehir aynı ülke aynı şekilde sürüyor görünse bile.

***

ilk geldiğim zamanlarda gittiğim dil okulunun hemen alt kaldırımında film çekimi yapılıyordu. bizde onları hemen üstlerindeki sınıftan izliyorduk. adamlar "küçük" bir kafile ile kaldırımın kenarına kurulmuşlardı. elde kahveler, herkes "cool"; çekimler yapılıyor. çokta ilgimi çekmedi. zaten şehirin her yerinde film yada dizi çekiliyor. en son california plakalı taksileri görünce işleri artmış dedim. rastgele bir fragman izlerken eski dil okulumun karşısındaki "vancouver public library"i binasının içten çekimlerini bir saniyeliğine gördüm. sonra filmi izlediğimde bizim o gün derste çekimlerini izlediğimiz film olduğunu anladım. "vay" dedim. film ne derseniz. yorulmaya değmez.

***
üniversitede (öncesinde ve sonrasında da) bir kısmı işe yaramaz olan insanlarla sidik yarışına gireceğime yada aptal birinin saçma, samimiyetsiz, sadece karşısındaki insanı "bozma", kendini ispatlamaya yönelik entellektüel muhabbetleri ile zamanımı harcayacağıma; bir mesleği tamami ile öğrenmeye harcasaydım; o zaman edebiyat, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim müzikler daha da bir anlam kazanırdı. geçmişte olmadıysa gelecekte...

***

ağır bir haftadan sonra iki gün işe gitmeyecek olmak insana inanılmayacak planlar yaptırıyor.
iyi geceler

***

yeni öğrendim.
vefa istanbulda bir semtin adı değilmiş.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

• matematik

kayıkçı'ya

çocukken yaşlıların bana sorduğu iki soruyu anımsıyorum. aslında daha çoktular. birincisi koyun, kurt ve otu birbirine yedirmeden birer birer karşıya geçirmekti. Daha incesi ise bir ton pamuk mu bir ton demir mi ağır sorusuydu. Ha beşi beş liradan beş elma kaç lira yapar başka bir sorudur. Bir diğeri ise biraz okul görmüşlerin sorduğu, yarıçapını verdikleri bir tekerleğin bilmem kaç km'de kaç kere döndüğü üzerineydi.

matemetiğe, bazı şeylere ayırdığımdan daha çok zaman ayırmak gerekiyormuş.
matematikte kullanılan bazı kavramlar gittikçe çok anlamalı geliyor: "sabitler", "üç bilinmeyeli denklem", "eşitsizlikler", "değer vermek", "bilinmeyen değişken", "sonsuz", "kökler", "yutan eleman", "etkisiz eleman", "boş küme", "çarpım tablosu", bir ton kavram hayattan.
eğer yapabilseydim sabitleri yok eder değişkenleri de sonsuzun döngecine bırakırdım.
sanmıyorum ki duracakları yerler matematik mantığı için uzak olsun.
durdukları yer bilinen matematiğin sınırlarında olmasa bile ustası ona matematikle ulaşacak bir yolu mutlaka bulurdu. bu yüzden matematik bilimdir.

ne olduğu değil ne olacağı ile ilgileniyorsanız sonuca bakın, orada ne olduğunu da zaten görürsünüz.
sonuncun -1'den büyük +1'den küçük olması gibi. aralık sonsuz belki ama o arada bir yerlerde.
en azından kişinin ölçüm ayrıtının bir yerinde bulabiliriz. sonsuza gitmek isteyene yol açık tabi. şimdi yarısının yarısı muhabbettine girmek istemiyorum.

kişilerin ve toplumların yaşantıları da ileri matematiğin sonuçları gibi geliyor.
aslında bir skala belirleyip orada bir aralığa oturtabiliyorsunuz skalanızın güvenirliliği ise insan, emek, zaman ve deneme istiyor. matematik üzerinden bir ritimi farkediyorsunuz. bu çok sıkıcı gibi görünse bile bana başka şeylere sebep olacak gibi geliyor.

bu yüzden ki daha çok değişkeni ve bilinmeyeni olan denklemlere girebilmeli ve onları kurabilmeliyim. bu da yeniden çalışma demek olacak.

matematiğin ne olduğu belirsizdi önceden; şimdi ise belirsiz, matematiğin bir konusu artık.

*karşıya önce koyunu geçirin, sonrası kolay.
*geometrik ek: iki nokta arasındaki en kısa mesafenin üçüncü bir nokta; en kısa çizginin ise iki nokta arasındaki başka iki nokta olduğunu düşünüyorum. ama iki nokta arasındaki en kısa mesafe üçüncü bir noktadır kesin.

8 Ağustos 2010 Pazar

Belirsizlikler • Edip Cansever

I
Bahçeme gelip bahçemi büyütüyor
Uzanıyor gölgesine ağaçlarımın
Görüyorum onu geceyle gündüzün ötesinde
Kuşkum yok Pan değil bu.

Bateri çalıyor havuzun dibindeki kadın
Belirsiz bir güne yaslanmış
Mağaralarından geçiyor balık sürüleri
Yetmiyor mu ki
Düşlerine ödünç veriyor kendini üstelik.

Bir tabak buzlu çileği şiire yerleştiriyorum bense
Gizli kalmasın diye belirsizlik.

II
Gölgen dolaşır geceyle esmerliğin arasında
-Bir an- bakışların mavi denizle gök arasında
Bir uyumsundur sen -yazlar gezinir kış günlerinin içinde-
Sabahları bir şeyler noksandır, akşamları
Noksanlardan oluşan bir üzünçlük sende.

Ortalarda bir yerdesin -öylesin-
Bir kavşaksın nedense -bir şeyle her şey arasında-
Günün her saatinde -duyuyor musun-
İmgeler birbirinden korkuyor.

III
Şöyle böyle bir günün kurcalanmasından
Bir tırnak izidir nehir -yüzümde akan-
Bulutlar bulutlar bulutlar -dudak izleri, beyaz-
Ötede bir köprü (üstünden geçeceğim birazdan).

Ocaktaki çaydanlıktan bakıyor bana
Ekim ortalarında yağan karlardan
Ben köprünün üstündeyim şimdi -iyi mi-
Camların buğusundan yapılmış adam.

Geri çeviriyor bakışlarını ansızın
Ben köprüden geçtim gittim çoktan
Peki
Ne olup bittiydi var mı anlayan.

IV
O bir ilk yaz şikayetçisidir
Kat kat altındadır bir leylak esintisinin
Güneşsiz kuşsuz bir kayın ormanını buluncaya kadar.

Yitirmiş görünüşünü bu yüzden
Sevgi kadar bölünmüş
Ve parçalanmış (evet?)
Hiçbir duygu yoktur diyor.

V
Atlar atlar atlar
Geçtiler penceremin önünden
Buğulu cam, buğulu cam, buğulu cam
Geçtin penceremin önünden.

Attan, buğulu camdan, düşten...

Edip Cansever • Eylülün Sesiyle • 1980-1981