Sayfalar

22 Nisan 2011 Cuma

Editörler sahada nerede oynar?

Notos Dergisi’nin Nisan/Mayıs 2011 sayısı elimde. Derginin ana konusu Editörlük, konu hakkında yazanların çoğu genelde kitap/çılık çevresi tarafından bilinen isimler. 

Dergi’de

Cem Akaş’ın ‘Editörlük: Tanı, Seyir, Tedavi’ yazısında editörlüğün gerekliliği ve yeni/genç editör adayları  için yapılabilecek çalışmalar ve üniversitelerde açılacak programları üzerine kurulu. 

2003 yılında kitapçıda çalışırken tanıştığım (görsem anımsayamayacağım) Selahattin Özpalabıyıklar ise editörün nasıl olması ve olmaması gerektiği üzerine notlarını göndermiş. 

Tanıl Bora ‘Editör: Tadilatçı Terzi’  yazısında internet yayıncılığı hakkında birkaç kelime geçmiş ama eski Virgül dergilerinde yayınladığı editörlük hakkındaki yazısına nereden bulabileceğimizi de yazmayı unutmamış. Bu sayede editörlük hakkındaki başka yazılara da ulaşmış olduk: Kitap Yayıncılığında "Editörlük"

Dergide dosyanın hakkını veren en hacimli yazı Rebecca Carter’ın  ‘Editörlük Dünyası…’. Yazı teknik konulara takılmadığı gibi yazar-editör ilişkilerinin sonuçları ile ilerlemiş. Yazısındaki bir iddiasını tersyüz etmek isterdim: “Güçlü editörlerin yetişmesi için bir roman geleneğinin olması şartsa, o zaman a) lükse gücü yeten b) lükse değer veren bir ekonominin de olması şarttır.” (s. 39) 

Editör kurumuna karşı en iyi soru ise Ali Ünal’ın ‘Okurun Savunması’nda editör’e karşı okurdan geliyor: “Editör, seni anlamaz; o, eğitiminden ya da deneyiminden edindiği doğrunun peşindedir. Editörün, seni senden daha iyi anlayabileceğini iddia ettiğin böyle bir açı yok. Yazar yürümesini biliyorsa, tökezlemesini de bilmeli. Okuru, yürüdüğünü görüyorsa, tökezlediğini de görmeli. Yürüme olimpiyatı değil bu!" (S. 42)

Kısaca dosyanın derdini anlatan nedir, sorusuna gelen yanıtlardan birisi de Carter’a ait: “Önemli olan, bu kişinin (editörün), başka bir kişinin yaratıcılığına kendini vakfedebilmesi ve bu yaratıcılığın biçim almasına yardım edebilmesi için önyargısını bir tarafa bırakabilme arzusunun olmasıdır.” (s. 40).  

Edi’ler hakkında Büdü’nün notu

Bu konu hakkında yazma sebebimi açıklayayım: Düzenli okuyucu kitap, yazar, yayınevi, çevirmen, konu seçtiği kadar editör’de seçer.

Editörleri, vasıfsızları dışarıda bırakarak iki gruba toplamak istiyorum: yapıtları olması istenilen kalıplara göre gözden geçirip, sunanlar ve yapıtların kendisini (editörü) ikna etmesini bekleyenler. Bu iki grup arasında tercihim ikinci grup editörlerden yana ise de karşılaştığım örneklerden ikinci gruptan tembel ve gizli önyargıları olan bir editördense, işini temiz ve iyi yapmaya çalışan birinci gruptan bir editör tercihimdir.

Editörlerin işi okuyucuları hamallıktan kurtarmak, yaptıkları işe eleştiriden muaf olmayan bir ciddiyeti kazandırabilmek,  yayıncılık (artık hangi mecrada akıyor ise) akışını düzenlemek belli bir çerçeve hazırlayarak bu akışın istenilen verimlilikte olmasını sağlamak.

Editörler planlayıcılardır. Yaptıkları işe yön veren, işlerinin okur çevresinde duyulmasını, takip edilmesini sağlayanlardır. Bütün bu plan ve hedefleri hayata geçirmek ise editör ile diğer sorumluların işidir. Yayıncılığa sebep olan platformun ne kadar editör ve diğer sorumlu bulundurabildiği ise çoğunlukla “para”ya bakar. Bu da Türkiye’de editör için istenilen ile olanaklar arasında süreğenliği olan bir yol çizmeye çalışmaktır.

Bazı dönemler editörlük kurumuna karşı cephe alınsa bile sonuç bu kurumun görevlerinin paylaştırılması olarak kendi yoluna devam etmektedir. Zaten doğru düzgün süreğen yayıncılık geleneği olamayan ülkemizde editörlük kurumunu baskı ve kontrol mekanizmaları ile özdeşleştirmek; ya işi bilmediğimizi ya da zaten adları önemsenmeyen yayınevlerinin çalışmalarını dikkate aldığımıza işarettir.  Bunu demek, editörlerin üzerindeki yükü hafifletmek için bir bahane değil. Tam tersine yazan kadar yayınlanmasına neden olan da bu sorumluluğu almış demektir. Neden olduğu yapıtı savunamayan veya açıklayamayan editörlük çalışmaları kendisini (iyi niyetle) beceriksiz olarak ihbar etmiş sayılır.

Editörlük farkındalıktır. Bu da editör adaylarından yaptıkları işin tarihinden, yöntem, olanak ve olanaksızlıklarından haberdar olmayı; dışarıda olup-bitenin kokusunu önceden alabilmeyi zorunlu kılar. Yoksa aldatılmanız içten bile olmaz.

Editörler;
İhtiyaçlarını,
Tercihlerini,
Hedeflediklerini ve
Olanaklarını birlikte düşünmek ve değerlendirmek zorundadır. Bu süreçlere verilen ağırlık ise editörün parmak izleridir. Sorumuzun cevabına gelirsek: Editör saha dışında olupta sahadaki oyuna müdahale edebilen resmi tek kişidir. 

* Çok öznel bir yorumla bitireyim: Yine dergide yayınlanan Ufuk Karakurt’un ‘K.nın Kısa Yaşamı ve Olmayan Eserleri’ yazısı editörün olmuşları bilmesi gerektiği kadar olabilecekler ile de kendisi ve başkalarıyla hoş bir muhabbete girmesi gerektiğini anımsatıyor.

* Öyküler hakkında ise bir-iki güne yazarım.

10 Nisan 2011 Pazar

Gündemdekiler

Express dergisi her zaman okunacak birkaç yazı ve/ya söyleşi ile basılır. Nedense dergi bir editörlük görmemiş yada kararını verememiş gibi çıkıyor. Buna rağmen  katılımcıları belli bir çizgiyi tutturabiliyorlar. Sanırım yazı ve yayın kurulu bir şeyler kararlaştırdıktan sonra eldeki malzemeler ile dergiyi toplayıp çıkarıyor. Derginin Nisan 2011 tarihli 118. sayısının barındırdığı başlıklar:

- Ergenokon davası sürecinde tutuklanan gazeteciler
- Vicdani Red 
- HES'lere karşı mücadele dair söyleşiler
- Bilgi Üniversitesi'ndeki porno tartışması
- Kaddafi - Türkiye ilişkisi

Türkiye'nin  en yakıcı sorunu  Ergenekon davasına bağlı olarak yapılan tutuklamalar ve bu süreçler sonrasında oluşan hava ve tartışmalar. Bir arkadaşımın tarifi ile dönem kitap okuma değil süreci takip dönemidir. Hafta da bir kitap okunur, ama günde en az birkaç gazete, dergi, haber portalının takibi yapılır. 

Gündem bu kadar yakıcı iken Express, Ergenokon sürecini takip edenlerin ilgisini çekecek Ahmet Şık yazısı ve İsmail Saymaz  ropörtajıyla büyük bir iş çıkarmış olsa da kapaklarındaki kaos ile hem kendisine, hem de derginin muhtemel okuyucularına bir kötülük yapmış. 

Ahmet Şık yazısı yayınlandıktan birgün sonra Radikal'de, daha sonra da Odatv ve diğer sitelerde yayınlandı. Dergi ise nedense bu mektup-söyleşiyi kapağının ana başlığı yapması gerekirken hızlıca geçmişti.  Mektup-söyleşiyi dergi içinde hapsedip eski 'efsane Express'lerine atıfta bulunmayı istemişler. Biz böyleyiz, biz biliyordukçuluk, insanların özgürlüğünün gasbedildiği süreçte rahatsız edici oluyor. Günün moda deyimi ile dergi 'kamuyu aydınlatmaktan'sa bu işi fazlası ile yerine getirdiğini düşündüğü geçmişine dönüyor. Bu yazıların daha fazla insana ulaştırılması lazımken 'biz biliyorduk' ve 'söylemiştik' atıfı dergiyi sıkıcılaştırıyor. Bugün karşımızda olan keyfi hareket eden, ideolojileri kendinden menkul faşistler değil. İnsanların yerlerinden etmek, amaçlarına ulaşmak için her yol mübahtır diyen bir anlayışın manipülasyonları ile kamu hareketsiz kılınmak isteyenlerdir.

İçinde bulunduğumuz toplumda sağcı-muhafazakar dil ve davranışın; genel hareket noktalarını fark etmemiş bir çok muhalifle deyim yerindeyse kedinin fare ile oynanması gibi oynanıyor. Kendi tarihi ile hesaplaşmaktan imtina eden bir toplumda yaşıyoruz. Bu toplumda muhafazakar bir iktidarın demogojisine inanıp tarihin karanlığında kalmış onlarca cinayetin, adaletsizliğin ortaya çıkarılacağına samimi olarak inanmak; kimi zaman taraf olmak Türkiye'deki -samimiyetleri tartışılmaksızın- kimi muhaliflerin tarihsel bakışlarının ne kadar tecrübesiz ve izafi olduğunu gösteriyor. Yoksa muhalifler için devletli kemalizm, muhalefet geliştirilecek başlıklar arasında en kolay hedeftir. Oysa ciddi bir muhalefet ve aydınlanma isteyen tabu Türkiye toprağına ekilmiş olan nefret siyasetleridir. Bu siyasetler, 'bürokratik-devletli kemalizm' kadar kolay bir hedef değildir. Birçoğu hoşgörü gibi muğlak, iki yüzlü kavramların altına sıkıştırılmış olarak karşımıza çıkmaktadır. 
İnsanların arasındaki farklılıkları sorun olarak gördükçe çözüm de binlerce yılların çürümüş nefret kokan ezberleri olur. sonra da çözümün adı konur: "hoşgörü". Sen "tu-kaka"sın ama bak biz seni affediyoruz derler.
Yaşanan tartışmalarda farklı konumlar alan siyasi özne, kişi ve grupları demokrasi ve özgürlükler gibi güncel siyasette muğlaklaşan kavramlarla tariflenirken kıstası kemalizm, ordu ve laiklik uygulamalarına karşıtlıkta sıkıştıran ve yaftalayan muhafazakar, liberal çevrelerin siyasi etkisinin giderek azaldığı bir dönemdeyiz. Kemalizmin eleştirisine evet, dinin tabularına dokunmaya hayır diyen bu cihet kendisini hedefe yerleştirmektedir.

Türkiye'nin tarihinde bir dönemeçteyiz. Geleceğin nasıl şekilleneceği ise bugün toplumsal varlığından daha büyük bir siyasal gücü ellerinde bulunduranlara karşı vereceğimiz mücadele ile olacaktır. Yoksa ticaretle, yol yaparak ülkeyi kalkındırdıklarını sananlar bütün bedeli bize ve günlük yaşamın debdebesine dalmış olanlarımıza ödetecekler. Aynen 80'lerin icraatlarının bedelini 90'larda yüksek enflasyon, çeteler ve yolsuzluk olarak ödediğimiz gibi.

Yayıncılık, bu fikirleri paylaşılmasa bile bugün siyaset ve hukuk arenasında yaşananlar ile daha fazla emek ve ciddiyet istiyor. Bu emek ve çaba karşılığını çok fazlası ile de verecektir.

----
 Ahmet Şık mektup-söyleşisine buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca sayfada dava ile ilgili diğer yazılara da ulaşabilirsiniz.

3 Nisan 2011 Pazar

Tutturamamışlar: the losers of istanbul

Kaybedenler Kulübü (2011) Yönetmen: Tolga Örnek

Açık uçlu/sorular sorduran/gösteren/olmuşla dertli olan ve diğer niteliksel ayırıcıları ile başarılı kabul ettiğimiz sinema filmleri: değişkenlerden bağımsız olmak üzere farklıdır. Bazen anladığımız farkın filimlenmekle bitmemekte ve farkını kurgulanma sürecinde oluşturmaktadır.

Bazen anlaşılamayan ise yapımcıların neyi-neden filimleyip ardından nasıl-neye göre sinematikleştirdikleri. Emeğe saygıdan gidip izliyoruz. Bağımsız işlerin ekonomik olarak ayakta tutabilmenin yolu da bu. İzlediğimiz çalışma varlığına/derdine dair sorulara kendince yanıt verememiş olunca sinema filmi olamadan filimlenip kalmış bir çalışmayı izleyip çıkıyor izleyici.

Sinema diline aktarılacak yaşamlarda aradığımız sıradışılık (içimi baysa da) kendini özgün bir deneyim olarak tasarlasa/iddia etse bile ortaya çıkan çalışma bayağılı geçemeyebiliyor. Sanatçının-yapıtçının sıradışı adam/kadın olma uğraşları her zaman istenilen sonuçları veremeyebiliyor. Zikir fikir de istiyor desek bile ne kadar yardımcı olabiliriz bilemiyorum. Yine de kutsal ve vazgeçilmez varlıkları ile bu fukara yaşamımıza yaptıkları derinlikli sondajlardan dolayı hepsine tapıyoruz.

Herkesin hayatı ve yaşadıkları filimlenebilir. Bu filimlerden sinematik bir kurgu çıkarmak ise kurgu sürecindeki insanların becerisine bağlı. Sıradan yada olağan üstü yaşamlara sahip olsak bile sonuçta bunun filimlenip ardından sinematik bir kurgu içerisine sokulması yönetmen, kurgucu ve diğer katılımcıların yaratıcığı zekasına bakıyor. Bu yaratıcı zekanın yeri ise filimleyen ve kurgulaştıran ekibin söz sahibi erlerinin entelektüel ve pratik becerisine kalır. Yoksa '90'larda kitap basan adamların ellerindeki kitapların arkalarında 2000'lerde uygulamaya geçilmiş bandrollerin bulunması gibi önemsiz hatalar ilgilisinin ilgisine mazhar olabiliyor. Hepsi birer fahri Seattle'lı olan tutturamamışlar olarak hayatın sıkıntısına takılan kahramanlarımız İstanbullu bile olamıyorlar. Yine de tutturamayanların yaşama dair samimiyetsizliği doğuştan keşfettiklerini düşünüp buna sahip olmadığımıza üzülenlerimiz vardır.

Bira, sevişme, olimpos denkleminde bunalımlara gark olmuş orta sınıfın entelektüel bireyleri ile anlıyoruz ki: Bizim gibi sıradan hayatların içindeki umutsuzlar, sıradışılığı zorlamamış olanlar; bilenlerin, bu hayatı önceden çözmüş umutsuz vakaların ulaştıkları yere bir ömür harcayarak gidiyor.

Dışarıya karşı oluşan tavrın kendine has ciddiyetsizliği ve mizahi ifadesinin kişilerde her zaman ciddi bir entelektüel altyapıya kanıt olmadığını nasıl anlatabiliriz acaba?

Bir de kendine ayrıksı bir konum belirleyip bastığı kitaplar satılmayınca morali bozulan sonra bundan zevk alan tuhaf insan tiplerine sahip olduğumuzu bir kez daha şahit oluyoruz.

Tutturamıyoruz, tutturamayınca gerekli yerlerden gereksiz ifadeleri afirip sanatsal boyut katıyoruz.

***

Bazı filmlerin neden film olduğunu anlamamız için açıklayıcı metinlere, söyleşilere yada filmdeki simgelere dair bir okuma-dinleme-araştırma gerekli olabiliyor. Eğer karşınızdaki yapıtta bir ciddiyet görüyorsanız. Bunu yapmakta kimsenin canını sıkmaz sanırım. Bu yazı bile uzun geldi.

***

Oray Eğin'in köşesine sıkıştırdığı kısa Kaybedenler Kulübü övgüsü ve bir hafta kadar sonra okuduğum Çoğunluk eleştirisi ile çok fazla holivut filimlerine sardığına kanat getirdim.

Ek olarak bir de bunu okuyalım dedim:  Nejat İşler 'Kaybeden'liği - Fatih Özgüven

Filim boyunca koltukta oturan arkadaşa buradan selam gönderiyorum. En azından farklıydı.