Sayfalar

31 Aralık 2011 Cumartesi

2012


Musika kutusundan dinleyebilir veya iki ayrı parça olarak indirebilirsiniz.

30 Aralık 2011 Cuma

Kaçakçı Şahan • 1971 • Bekir Yıldız (Öykü)

Kaçakçı Şahan
1971, Öykü
Bekir Yıldız
Halkın Dostları Yayınevi
Kaçakçı Şahan 
Çalışma fermanları hükümetten mühürlü kaçakçıların kulakları çınlasın.
Durdu. Durmasıyla dünya, sesten, canlılıktan yana kurudu sanki. Ayakları altındaki gürültüye yeniden kavuşmak istedi. Yürüdü. Sessizlikten korkuyordu. Çünkü o gece, bozkırda sessizlik, devden büyüktü. 
Şahan, Halep'te kazandığı parayı altına çevirmişti. Şimdi onun iki altını vardı. İşler böyle denk düşerse, birkaç kez daha gidip-gelecek, sonra bu işten elini ayağını çekecekti. Çünkü kaçakçılığa kabarık değildi hevesi. 
Uzakta it ulumaları duyuldu. Şahan adımlarını ufalttı. Çevresine bakındı. Sonra başını yukarı verdi. Ay'ın yarısı yoktu. 
İyice durdu. Ay, sanki koşuyordu. Şahan şaşırdı. Başını iki yana salladı. "Hey mübarek," dedi ve ağzından çıkan bu kelimeleri kulakları işitti. Böylece yanında biri varmış gibi geldi ona ürperdi. O, hiç kimseyi, hiç birşeyi istemiyordu şimdi. Biricik amacı, az ötedeki huduttan geçip köyüne girivermekti. Çömeldi. Bi cıgara sarıp ateşi, avuçları arasında körleterek yaktı. Yoğun birkaç nefes çekti. Aklı bir solukta ocağına sıçradı. Karısı, çocukları uyuyordu şimdi. Nedense küçük oğluna gönlü aktı. Onu çok seviyordu. Kıvırcık saçlarını mı, kara gözlerini mi, yoksa çükünü sallıya sallıya koşuşunu mu ötekilerden ayırdığını pek bilmiyordu Şahan. Ama sevginin sıcağı, bolu onundu işte. 
(...) 
Sonra Şahan'ın yanına geldiler. İhtiyar adamın, eti çekilmiş elleri titriyordu. Günlerden beri traşlanmamış yüzündeki ak kıllar dikelmiş, çukura kaçan gözleri daha ufalmıştı. Fakat bu eskimiş yüzde diriliğini ve heybetini kaybetmemiş biricik canlılık parmak kalınlığına ulaşan kaşlarıydı. 
İhtiyar adam çömeldi. Şahan'ı daha yakından görmek istiyordu. Bu arzu Şahan'ı ele vermek için değildi. Ancekent köyünde, belki herkes onun kim olduğunu söyleyebilirdi ama, bu ihtiyar adam, Şahan'ın Şahan olduğunu söylemiyecek biricik insandı. Çünkü o, Şahan'ın özbeöz babasıydı. 
Teğmen omuzunu dürttü:
"Hadi herif, yeter çömeldiğin," dedi. "Tanıdınsa söyle." 
İhtiyar adam, yavaş yavaş ayağa kalktı. Şahan'ın az öteye kopan bacağına uzandı. İki eliyle kavrayıp oğlunun eksikliğini tamamladı. Uzaklaşırken ihtiyar sesi zar-zor duyulabildi:
"Tanımıyam. Heç görmemişem." 
O gün Ancekent köyünde az konuşuldu, az yenilip, az içildi.
(...) 
Şırnak - Uludere - 2011, Fotograf: (?)

— Quino (Joaquin Salvador Lavado)

http://www.quino.com.ar/eng-quino-biografia.html

24 Aralık 2011 Cumartesi

üç filim birden: "kavuşursan meşk olur, kavuşamazsan aşk olur"

I.
Hayatı çalışarak geçen bir arkadaşım, ekonomik gidişin sağlıklı görünmediğini söylediğin de düşüncesini binlerce sayfalık kitaplara, dinlenmiş uzman görüşlerine dayandırmıyordu. Onlarca kriz geçirmiş bir ülkede yaşamanın öğrettiklerinden kimi çıkarımlar yapıyordu. 
II.
'Devrimci tip'lere özel bir alerjisi olan arkadaşım, izlediğimiz filimdeki devrimci karaktere: "Böyle devrimci mi olur" diye söylenmeye başladı. Çok hazzetmediği, klişeleşmiş devrimci kişilikleri savunmak ihtiyacı hissediyordu. Saçmalık devrimcilikte değil herhangi bir insanın durup dururken biranda hiçbir ön-iz vermeden değişen cinsel tercihleriydi. Evet, arkadaşım her dönüşümün altında olabilecek arzuları yorumlamaya girmemişti. Sadece o güne kadar şahit olduklarından böyle bir insanın olamayacağını söylüyordu. Olsa idi bu sefer bu konumda olamayacaktı. Filimin saçmalığı buradaydı. 
III.
Ceylan'ın son filimini izleyen arkadaşım filimdeki küçük memurlara takılmıştı. O küçük yaratıkların "komşuda pişer bize de düşer" hesabı kadının işlerini nasıl yaptıklarını anlatıyordu. O sahneler özellikle dikkatini çekmişti. Çünkü böyle bir gerçek vardı: İki ile üçün hesabını yapan, namusculuk taslayanlar. 
IV.
Her zaman her şey hakkında  bu kadar sağlıklı tespitler olmuyor. Eğer izleyici filmin karakterlerinden birisi ile kendini özdeşleştiriyorsa veya herhangi bir bağ görüyorsa filmi 'beğenme' olasılığı artıyor. Yanlışlıklar, eksiklikler ve çarpıtmaları görmezden gelebiliyor.
Gelecek Uzunu Sürer, 2011
Yönetmen/Senaryo: Özcan Alper
İyi niyet, ah iyi niyet! Ne zaman dertlerimize merhem olacaksın, ne selim hastalıksın sen!
Gelecek Uzun Sürer filmini dinledim. İzlenecek tek şey zulmü görmüş Kürt insanlarının paylaştıklarıydı. 
Filimin gerçek alıntılar dışındaki kurgusu evcilik oyununa dönmüştü. Evcilik oyunlarının o "Sen serseri, ben doktor, o da kötü adam" kurgusundan ileri gidemiyordu. Birisi "Ayşe n'olcek" diyordu: "O da hemşire olacak, doktorun aşkı". Arada dramatik kompozisyonu güçlendiren hemşire hanımın serseriye aşkı olacaktı. Bilemiyorum kaç hemşire aşkının peşinden elinde iğneler ülkenin bir başka şehrine göçerdi. 
Kurgu ile gerçeğin bağını kurmaya çalıştığımız da ortaya çıkan komposizyon: bir haber fotoğrafının ayrıntısında görünen bir insan uzvunun kadraj dışındaki alanının yönetmen/senarist eliyle tamamlanmasına benzer.  
Edindiklerimiz, yetilerimiz ve yeterliliğimizin belirlenimi altında olan bir çizimdir bu. Yönetmen/senaristin gerçekçi olması şartı yoktur, ama gerçekleri bir tarafın bildiğinden daha fazlasıyla bilmek mecburiyetindedir.  Bizatihi 'iyi niyet' çokça düşündüğümüz o olumlu sonuçları doğur-a-mayabiliyor. Şayet doğurursa halk dilinde buna şans-kısmet diyoruz: Atıyoruz ve nadiren tutuyor. 
İnsanları bir yerden bir yere sürükleyen şeylerin nedenleri başlı başına bir film konusu olabilecekken. Sürüklenmeyi geçtik, öldürülmelerinin bile bir evcilik oyunun kurgusundaki kadar bile yansımayışı acıdır.
Aşk ve Devrim, 2011
Yön: Serkan Acar, Sen: Serkan Turhan
Devrimcilik: Bir bıçak kemikte sanatı 
1999'da İber yarımadasından yayın yapan yabancı kanalların birinde belgesel izliyordum. Dilini anlamadığım belgeselin bir yerinde hapishaneden serbest bırakılan siyasi mahkumlar gösteriliyordu. İçlerinde birkaç yaşlı adam zafer işareti yapıyordu: Tuhaftı. Oysa çevremizde yaşlı insanlar içerisinde politik düşüncelerinde devrimci/sosyalist olan neredeyse hiç kimse yoktu. Görünen herkesin cezaevinden elinde bir bavulla sessizce çıktığıydı. 
Süreğenlilik Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin en büyük problemlerinden birisiydi. Mücadelenin içindeki insanlar bile bir on yıl önceki mücadele hakkındaki bilgilerini zamanında da çok güvenilir olmayan kişilerin/kurumların çalışmaları ile öğrendi. Sonuç ise ne kadar yamuk tip varsa devrimcidir; komik, klişe bile değildiler. Evet, hepsine atfedilen tuhaflıklar başkalarında da bulunabilirdi. Oldukları siyasal alanda bir yoğunluk göstermeyen davranışları ile abartıldılar. Bu tuhaflıkların içinde politik sorunlar/tartışmalar görünmüyordu. 
Devrimci çıngıyı yaratan ise neredeyse her on yılda bir baskı ve şiddet karşısında yenilen solun sonrasına -sıradan olayların dahi- birer efsane olarak türemesi sebep oldu. Her seferinde bir öncesinden daha güçsüz bir enerji ile parladı. Tutuşamadı. 
1990'lar hepimizi için zifiri bir karanlıktı. Sosyalizmin ciddiyetinin diplere vurduğu, meşruiyet alanın kendimize bile yetemediği bir dönem... Cahillerin bilim-düşünce adamı olarak televizyonlarda bağırdığı bir dönemdi. Kahvehane ağzıyla konuşan adamların bir cümle ile yıktıkları sandıkları bir politik hatta sahip olmak güçtü.  
Her tartışmada işi "benim arkadaşımda sizdendi, şimdi cipe biniyor", "sosyalizm mi kaldı" diye klişe laflarla kesen insanlar. Daha da kötüsü mücadele insanları içerisinde kimileri belli başlı kavramları -dönemin deyişiyle- çok "yıpranmış" olduğu için kullanmıyorlardı. Sebebi ise "sosyalizm demenin halktan kopukluğun bir göstergesi" olmasıydı. Sosyalizmin bazen bir yalnızlık biçimi olabileceğini hiç anlamadılar. Halkçıydılar, popülerliği arttığında da sosyalist oluyorlardı. Sosyalizm demeden yüzlerini halka daha çok döndüğünü düşünenler gittikçe halktan koptu. İşin bir kavramı kullanıp kullanmamak basitliği ile anladılar ve anlattılar. 
Bir darbe, bir ideolojik yıkım ardından örgütlerini tasfiye etmeye çalışan liderler... Şiddet... Öldürülmeler... Faili meçhuller... Yargısız infazlar... Karanlık, çıkışsız bir zamanda abilerinin-ablalarının yolundan gitmek isteyen gençler... Eski kuşak ile yeni kuşağın arasına giren bir uzun on yıl sonrası... 
O on yıl, o on yılda olanlar-olamayanlar hala yüzümüzde yaranın bıraktığı büyük bir çukur olarak duruyor. 
Bir de döneklerimiz vardı .) Komiktiler, hem çok gençtiler hem de abi ve ablaları kadar bile olaya hakim değildiler. 
Filme dair bir şey söylemek istemiyorum. Yönetmen bir dönem filmi yaptığını açıklıyor. Aynı şekilde Özcan Alper de Birgün'deki söyleşisinde 1990'ları anlattığını söylüyordu. Alper Özcan Diyarbakır'da Cihangir haritası ile gezerken, Serkan Acar gezdiği/bildiği yerin haritasını eliyle bir kağıda çiziyor. 
***
Bugünkü şansımız o dönem solu fazlası ile etkileyen-semiren sol liberallerle yolların ayrılmasıdır. Dönem belki karışık ama eskiden ikna edilemeyen dostlara yüzlerini daha net gösterdiler. Sosyalistlerin dağ başlarındaki kuru çayırlarında otlanmayı bırakıp düz ovadaki tüccar tarlalarına koştular. Zihniyet asalak olunca... 
Süreğenlik bıçak kemiktecilik oynamakla, artık anlamı açık kelimeleri kullanmamazlık etmek ile sağlanamıyor. Süreğenlik kuru toprağımızı artık nasıl biliyorsak öyle işlemekle olacak.
Ek: Aşk Ve Devrim'in izinde: Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken Devrimcilik… / Zahit Atam

Entelköy Efeköy'e Karşı, 2011
Yönetmen-Senaryo: Yüksel Aksu
Toprağa Dönüş: Ekolojik mi olacak teknolojik mi 
"Böön" toprak meselesi ile devam edip ardından hayvancılık meselesine dalacağız gibi. Filimde 'aşırı' ilen temsil ediliyoruz. En azından toprağımıza, insanımıza yabancı değiliz ve onu ekolojik mantığımızla pazarlamayı da düşünmüyoruz. 
Emek vermeden yemek olmuyor. Emek verilmeden önümüze gelen yemek borç hanemize yazılıyorsa çok tembellik etmişiz demektir. 
Filimin yönetmeni Aksu'nun Birgün'deki söyleşisini okumuştum. Yazıyı bulamadım. Açıkçası muhalifliğin sadece bir dırdır, karşılık atışma olarak algılanmasında gelen bıkkınlığı anlatmıştı.  
Çevremizde bir şeyler oluyor ve biz ha'bire bir şeylere yetişmeye, birilerine laf yetiştirmeye çalışıyoruz. Evet, hepimiz her işi yapamayız. Ama bildiğimiz işi adam akıllı yapmaktan alıkoyanın ne olduğu da anlaşılmıyor. 
Heba ettiğimiz şeylere üzülürken yine birçok şeyi heba ediyoruz. Dönemsel krizlerde günahı ve sevabı ile geçmişi örtüyor eski yanlışlarla yine aynı yolumuza devam ediyoruz. Ta ki yeni bir kriz gelene kadar. Oysa varolan boş zamanımızda emeğimizi sevdiğimiz, önemsediğimiz şeylere ayırmayı bunların da birer mücadele başlığı olduğunu anlamıyoruz. Bu yüzden sağaltıcı yanını da görmüyoruz.  
İşe yaramak hissi insanın provakatörüdür. Neye yaradığından öte belki biraz da buna ihtiyaç var. 
İyi seyirler.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Aziz Shahrokh

Kabouki (Kevokim)

Gol Nishan

ne olmak isteriz

‎" Karacoğlan eşeğiyle o köyden o köye gezerken bir gün Kozan'dan Adana'ya gitmektedir. Karşıdan zamanın Adana kadısı ile Kozan valisi gelmektedir. (O zamanlar Kozan, Adana'dan daha büyüktür)
Vali, kadıya sorar:
- Kim bu eşeğinin üzerinde deli gibi türkü söyleyen?
Kadı:
- Efendim bunlara Ozan derler, köy köy gezer ekmek elden su gölden yaşarlar altlarındaki eşekten bir farkları yoktur.
Vali de aşıkların eşekten farkı olmadığı lafına katılır. Karacoğlan konuşmaları çok uzakta olsa da duyar. Ne de olsa aşığın gönül gözü, kulağı açıktır. Biraz yaklaşınca iner eşekten ve başlar eşeği dövmeye. Kadı hemen atılır:
- Efendi! efendi! suçu ne bu eşeğin ki döversin?
Karacoğlan:
- Sormayın efendiler, ben bu eşeğe diyorum saz öğren ozan ol; söz öğren aşık ol. Anlatamadım bir türlü, O tutturdu: Yok! Ben illa ya Kozan'a vali olacağım yada Adana'ya kadı. "


10 Aralık 2011 Cumartesi

9. Hariciye Koğuşu • 1937 • Peyami Safa (Roman)

(...) 
Bir gün, yukarı sofa balkonunda oturuyor, bağlara bakıyordum. Haziran. Öğle vakti. Erenköy yanıyor. Erenköy terliyor. Dizlerimi güneşe uzattım. (Benim doktorun tavsiyesi)

Taze ve canlı yeşilini kaybeden bütün tabiatta ilkbaharın uzaklaştığını görüyorum.

Kendisine daima gıpta ettiğim bahçıvan, aynı nokta üstündeki ısrarından yorulmuyor ve isyansız gayretiyle, bana bir bahçede uğraşmak sevgisi telkin ediyor. Fakat, bir taraftan da beşeri ihtiraslarımızda yenildikçe tabiatı özlediğimizi, ondan biraz kuvvet alınca yeniden büyük kavgaya girişeceğimizi anlamıyor değildim ve aspirin gibi bir ilaçtan fazla tabiata kıymet vermiyordum, ümitsizliğimin son dereceye gelmesi birazda bundandı.

(...)

Susmaya devam etti. Uzun bir suküt. Dakikalar geçiyor. Her an birbirimizden biraz daha uzaklaşıyoruz. Konuşursak, birbirimize bunu hissettirmekten başka bir şeye yaramayacak. Bunun için susuyoruz. Ne onda bu büyük mesafeyi atlatmak ve ötekinin yanına varmak isteği, ne de bende kuvveti var. Bu sessizlik içinde zaman aramızda bir düşman gibi geçiyor.

Nüzhet balkonun parmaklığındaki sarmaşıklardan kopardı, sonra aşağı indi, bahçıvana seslendi, gene doğruldu, etrafına bakındı. Aramızdaki sessizliğe hareketleriyle hucüm ediyordu.

Ben kımıldayacak halde değildim. Kanım sönüyor. Damarlarımın ince yollarında haşhaşlı bir hava yürüyor ve bütün adalelerim uyukluyor; içimde bir enerjinin ölümünü duyuyordum.

Onunla aramızda herşey o kadar bitmiş ki bir kelime bile konuşamıyoruz.

Balkondan çıkıp gitti.

Ayak seslerinin uzaklaşmasını dinliyordum. Son. Bir şimendifer düdüğü. Keskin, acı ötüyor. Hayatımda büyük bir devrin kapandığını korkunç yarına ilk adımı attığım an. Felaketlerimin başladığı saniyeyi tanıyorum. Hiç aldanmam.
(...) 
9. Hariciye Koğuşu
Roman, 1937
Peyami Safa

"Peyami Safa okumaları ölümünün 50. yılına denk gelmiş.
Romanlarını (Fatih-Harbiye, Yalnızız) okudukça,
Yalçın Küçük'ün muhtelif zamanlarda tekrarladığı:
"Kemal Tahir'i sağcılara verelim, Peyami Safa'yı biz alalım"
sözünün nedenleri anlaşılıyor.

Cind se Stinge Lumina • 2006 • Yön: Igor Cobileanski, Moldova Film

6 Aralık 2011 Salı

Maskeli Leydi ve Dozer

Maskeli Leydi
Tekmili Birden Tansu Çiller
Faruk Bildirici
Ümit Yayıncılık, 1998



I.
Kadıköy'de kitaplara bakarken ucuz kitap kasalarından Akif Kurtuluş'un Tören Provası'nı aldım. Arkadaşım da bana yandaki kitabı önerdi. Uyarıları ile birlikte aldım. 
II.
Kitabı önerirken Yalçın Küçük'ten bir söz tekrarladı: "Bu ülkede değerli kitaplar yerlerde 2-3 kuruşa satılır".
III.
Tarihi ve olanları anlama uğraşında sadece kuram, tarih kitapları; romanlar yeterli olmaz. Oto/biyografi ve anı kitaplarında; kuram, tarih, romana dair bir çok başlığın buluşabildiği anları görebilirsiniz. An'ın,  tarih -hele ki o tarih sizin ömrünüzün de bir kısmı- içinde nasıl bir çehre kazandığını iyi anlatırlar. İyi-kötü şahitsinizdir.

IV.
Kişilerin nasıl seçildiği ve kararların nasıl verildiğini görürsünüz.

V.
Kitabı okudukça ülkenize ve insanınıza üzülmenize sebep olur. Kimi yerde gösterilen cehalete güler, kimi yerde halkın parası ile sefahat içinde yaşayanları bir kaşık suda boğasınız gelir. Yardakçıları, dalkavukları, haramileri, yalancıları, firavunları, koltuk ve statü düşkünlerini bir arada olduğu bir kolaj çalışmasını görürsünüz.


***

Zenginliği görmüş, onların içinde büyümüş ve asla onlardan birisi ol(a)mamış insanın önüne bir ayrım çıkar: Ya bütün bunlar birer saçmalıktır uğraşmaya değmez, ya da bütün bunlar onun olmalıdır. İkinci yola gidenlerin içinde başkalarının mal mülküne karşı büyük bir hasetin, kıskançlığın olduğunu her hareketlerinde, konuşmalarında hissedersiniz. Pis bir ezikliktir bu. Ne kadar zengin de olsalar evlerinden yoksuluğun en çirkin hali silinip gitmez: Açgözlülük.

Açgözlüler, zengin olduklarında bile kalktıkları masadan garsona bırakılan bahşişi cebine atar, yediği sandviçlerin parasını sekreterine ödetir. Her şeyi kendi hakları görür ve yükselmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar.

Kitapta, bazılarının ingilizce bilmesi ve ABD'de eğitim alması ile her şeyini tamam ettiğini zanneden bizlerin çoğunlukla görmediğimiz taraflarını da anlatıyor.

Turgut Özal ABD hayranı bir muhafazakardı, Maskeli Leydi ABD vatandaşı olmak ile övünen talihine TC başbakanlığı çıkan bir zat. Kadınlığı ile cehaletini örtüşü ise başka bir yazının konusu olsun.

Okuduysanız dahi yeniden kitaptan "Gençlerin Oda Darbesi" (s. 89-95) bölümünü okumanızı öneriyorum. Kitabın son yıllar eki ile tekrar basılması iyi de olacaktır. Kime dozer dendiğini kitaptan öğrenebilirsiniz.

***

Şimdi de tarihi şeyler yaşıyoruz. Gelecekte bugün olanları öğrenenler ne düşünecektir, acaba?

4 Aralık 2011 Pazar

Ş A Ş T I M ... / Vural Önsel


almanya'ya işçi göçünün ellinci yılına

Ş A Ş T I M ...

Makinaların insan hizmetine girişinden bu yana teknolojinin en son bulguları ile donanmış modern insanı çalıştırma metodunu ve disipline girmiş kendi yöntemleri ile birleştirip uygulama alanında üstün başarı kazanan firmamız çıkardığı mamüllerle kısa zamanda tanınmıştır. Şimdi verimi arttıran bir hız ve tempo ile daha olumlu bir yönde gelişmesi için mevcut iş gören sayısı kifayetsiz olduğundan yabancı işçi isteklerimizin acilen karşılanmasını rica ederim. Diyordu. Telefonda. Karşıdaki ilgili de efendim daha bu yıl iki ayrı posta halinde beş yüz baş iş gücünü hemde yıllık kontratlı olarak gönderdik. Diğerlerini de istek halinde Balkan ve Akdeniz Memleketlerindeki ilgili bakanlıklara yazmış bulunuyoruz. Zannederim yeni yıla kalmadan onlar da bu ihracaatı yapacaklardır. Bir ithal etmek için gerekeni yapıyoruz. Emin ve müsterih olabilirsiniz. 
---oo0oo--- 
- Emin olasın ki o Yugoslavla leeh düştüler.
- Yok la
- Vallah
- Nasıl oldu la, onlar manda kimi adamlar
- Ula bize manda, manda söker mi oğlum biz kimiz!
- Tabii ola biz kimiz dedi. Aşağıda yatan Recep de kalktı
- Aa bakayum ne pişireysun
- Çay
- Uuy anam çay mı dedun da
- Ben de içeyum ha o çaydan
- İç o gadder çokkine
- Ne deduydunuz siz konuşaydunuz da
- He, biz dedim ki Türküz oğlum, gözünü aç aha bele bağa bak bi yol. Heç bizde sizden aşağı galacak göz var mı?
- Ne oldu da anlameyrum, kime dedu, kim dedu?
- Ula biz dedimi o Yugoslafnan o Yunana dedim
- Ne dedun da?
- Dedimkine, biz sizden aşağı kalmak yukarı çıkarıh ondan kellide ahordu bin kere, bin ikiyüze çıhardım malister geldide aha, elini nah omuzumun başına koyup pırava ola Türk dedi mana.
- Vıyy anacuğum bin iki yüz mü yaptın da sen mi yaptın?!..
- Heye, men özüm yaptım yek başıma
- Ne yaptın da .........in anamuzu verdim pabucumuzu elimize.
- Ben buraya çelduğumda ha bu pok yiyen akord yediyüzdü da geçen yıl bin oldu. Şimdide bin iki yüz oli nasıl iştir bu anlameyrum. 
---oo0oo--- 
Altı kişi kalıyorlardı firmanın yurdunda. Küçük sekiz metre karelik bir odada. İkişer ranzalık karyolalarda yatıyorlardı. Adam başına yetmiş mark ödüyorlardı firmaya. Tek göz oda için dört yüz yirmi mark. Ertesi gün Yugoslav bin ikiyüz yirmi yaptı. O gün ondan teslim alan Yunanlı 1225 yaptı. Alman geldi ondan teslim aldı. Daha bir hafta olmamıştı 1225'e çıkmıştı akort ne kadar çalıştıysa da o gün akordu çıkaramadı. Diğer Almanlarla da konuştular. Ah bu auslenderler dediler. Ah. Eşşek bunlar resmen eşşek.
Sabahleyin Alman Türk'e teslim ettiği makineyi, öğleden sonra gelen Yugoslav Türk'den teslim aldı. 1250 sabahleyin akort meyisteri yeniden akort tutmuş 1250'ye çıkarmıştı akordu. Hıh dedi Türk nasıl yetişindi bakayım. ............ Yugoslav şaşırdı, işten atarlardı akordu çıkarmasa daha çok çalışacaktı. Kan ter içinde kalmıştı ama ilmini de öğrenmişti artık. Makina ışık gölge oyununa göre yapılmıştı. Ne kadar seri çekersen o kadar seri çalışıyordu makina. İki saat böyle çalıştıktan sonra makina hep aynı tempoyu muhafaza ediyor daha süratli olursan o da süratleniyordu. Yugoslav güldü. Ula Türk dedi, sen sabah bak bakalım görürsün akşam postasında Alman yine şaştı kaldı dün sabahtan bu yana akort 125 fazlalaşmış yani 1350 olmuştu. Dondu, istavroz çıkardı, makinaya baktı, yoo makina yine eski bildiği makineydi. Arkadaşlarına söyledi, mistere söyledi, ne ettti o gün de akortu çıkaramadı. Sabahleyin çalışmış bir kişi değil cenkten çıkmış, bir mağlup gibi zor sürükledi arkadaşları.
---oo0oo--- 
Türk fena kızdı. Sağdan daldı bir saat öyle, ortadan olmadı, soldan bir saat sonra o da Yugaslov'ın kendine nasıl yetiştiğini anladı. Bu kez artık kimse tutamazdı onu. Gece makineyi öğrenmeye hasretti çoğunu. Yağ bidonuna, volan kayışına su hortumuna ayrı ayrı komut verir gibi çalıştırdı ve sabaha doğru nihayet istediğinden fazlasını öğrenmiş olarak ve akordu 1350'ye çıkararak teslim etti. Yugoslav da şaştı kaldı. Lan bu Türk'de keramet mi var demeye başladı. Çalıştı, nihayet o da malı soğutacak fasılayı vermeden 1400'e yükseltti. Firmanın yönetici Müdürü geldi akort meisterini azarladı. Atölye şefine çıkıştı. Forarbeiter'i payladı, Alma işçileri tersledi, çekti gitti. Meister'ler şaştı. Bu nasıl işti ki bir haftada 1000'den 1400'e çıkan bir akort mal verebiliyordu. Yunanlı teslim aldı çalıştı. Bir ara meisterler geldiler yeniden makineyi ayarladılar, kontrol ettiler yooo makinada bir bozukluk yoktu. Her şeyi tamamdı. Tekrar şaştılar. Gece postasına devredip gittiler. Alman 1400'ü görünce dili damağı uçukladı. Kıpırdayamadı, meister'i geldi çıkıştı. Ne bakıyorsun alık alık, çalışsana!..
- Efendim akort 1400, meister iyi ya çıkar işte, ya ne olacaktı, 400 mü dedi. 
Alman çalıştı, düşünüyordu da; 700'dü geçen yıl akort. Evet tam 700. Bu yıl iki misline çıkmıştı. Hem de son üç haftada, birden bire arttıkça artmıştı. Nedenini anlayamıyordu. Çalışmaysa işte çalışıyordu hem kendi vatanında idi. Öbürleri gelip geçici idilar, ama patron onlara hep rest çekiyordu. Çalışmazsanız çıkar gidersiniz beyenmeyendurmasın efendim kimseyi zorla çalıştırmıyoruz. Sadece yabancı işçilerİ çalıştırsam bana yeter diyordu? Yeni evlenmişti, borçlu idi, mecburdu. Mobilya, televizyon, çamaşır makinesi, fırın, araba, vs taksitle almıştı. Hızla, canlabaşla çalıştı, gözleri karardı, bir ara düşecek gibi oldu yanındaki çalışan tuttu kendini o gün de akordu çıkaramadı ne işti anlayamıyordu. 
Bu Türk'de muhakkak bir keramet vardı. Muhakkak. Yoksa işte o da çalışmıştı hem de ne çalışma. Ölümüne! Takatı kalmamıştı artık. Azizler mi yardım ediyordu ona nasıl olabilirdi başka!?.. Dua etti. Tövbe ve istavroz çıkardı ııh. İmkansız yok. Bir haftada böylece geçti. Ertesi hafta Alman hastanelik oldu. Aklını kaçırayazdı. Ona geçmiş olsuna gittiler. Alman sordu akort? Yugoslav 1600 dedi, Alman yatakta inledi, debelendi, kalktı, Yugoslav'ı kolundan tutup ha ......... tir çekti. 
Yugoslav'da, Yunanlı'da, Meisterler de şaştı. Mecburi akordu 1800'e çıkardılar. Artık nefes almadan çalışmaya girmiş, öyle bir zora koşulmuşlardı ki ne Yugoslav, ne Yunanlı 1700'ü geçemediler. Bir hafta ikisi de hastanelik oldu. Ziyarete gittiler. Geçmiş olsun dediler. Adamlar sordu. Akort.. 2100 dediler. Yugoslav fenalık, Yunanlı baygınlık geçirdi. 
---oo0oo--- 
Meyisterlere kızdı yönetici, Forarbeiti payladı. Almanları azarladı geldi Türk'ün elini omuzuna koydu. Bıravoo dedi. Sana 10 fenik zam yaptım. Saatına ha gayret daha çok aferin bıravoo Türk'e dedi gitti. Meisterlerin aklı almıyordu. Forarbeiter'in zaten çoktandır kendisi ile konuşurken bu insan değil, insan üstü bir varlık gibi görmeye başlamış saygılı ve biraz da korkuyla bakar olmuştu. Bu adama azizler yardım ediyor, diyordu içinden. 
---oo0oo--- 
Çay mi dedunuz da ha ben içeceğum dedi. Aşağı atladı öbürleri anlatıp gülüyorlardı.
- Gardaşım aha böle tam 2200 yaptım. Vallah Folarvadın gözleri partladı, o saat düştü bayıldı.
- Ne yaptun ne yaptun?!..
- 2200 yaptım men özüm, yek başıma, bize kim derler be hıı?
- Uu desene ...... tin anamizu verdin papuçu elimize da! 
---oo0oo--- 
Telefondaki ses
Yabancı iş gücü isteklerimizin acilen karşılanmasını istirham ederim diyordu. Verimi arttırıcı bu ithalin artırılması. Zaten, kaç kalem mal talep ediyoruz! Beş yüz baş karşıdaki ses ithal mallarınnın son yıllarda biraz güç karşılandığını ancak Akdeniz ve Balkan ülkelerinden talep yapıldığını onlar da istenen evsaftaki malların gönderilmesi için ellerini çabuk tuttuklarını beyan ediyordu. Müsterih olunuz. Emin olunuz diyordu. 
---oo0oo--- 
- Emin olsanki aha böle hepsi dondu kaldı.
- Yoh la.
- Hee vallah
- 2400 ki yapanda akordu herifler bırahtı, gaçtı, meister bayıldı, atölye şefi aklını kaçırdı. Şaştım gardaşım, mende şaştım, ne işti öbürünün yerine de çalıştım 2600 ettim. Öbürünün postasında da iki bin sekiz yüz ettim.
- Ne ettun, ne ettun
- 2800 etmişim men özüm yek başıma. Ola oğlum bize kim deyifler be, hele inciyatım, be bir de sabah gahtım mı, di sen gör artıh meni kimse tutamaz.
Yattı, ertesi sabahleyin çay demlenmişti, ama Hınıs'lı Rüstem bir daha kalkmadı. Laz ağlıyordu. Herkes Rüstem ölmüş diyordu. Şaşıp kalıyordu. Nasıl olur? Ölmüş he. O mu? diye şaşıp kalıyorlardı.
Çarpım Tablosu  1974  Vural Önsel  Şark Matbaası

Vural Önsel ile ilk kez 
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler 
Ansiklopedisi'ni okurken karşılaştım. 
Daha sonrada yine kimi dergilerde de gördüm. 
Kendi bastırdığı bir kitap olduğunu biliyordum. 
Okuduğum yayınların birinde kapağını da görmüştüm. 
Kitapçılık günlerimde kuytu bir kitapçıda 
en üst raflardaki tozlu kitapları elden geçirirken şaştım. 
Beklemediğim bir anda o kitabı bulmuştum.
Kitapta Almanya anılarını öyküleştirerek anlatmış. 
Kitap sonuna koyduğu fotoğraflar, 
dilekçe kopyaları ile kendi mücadelesini anlatmış. 

Almanya'ya işçi göçünün 50. yılınnda,
kitabın ilk öyküsü olan Ş a ş t ı m ...'ı
ekleyerek bir katkım olsun istedim.
Bloga eklemekte yetmeyecek sanırım.


Vural Önsel' 13 Mayıs 1975 tarihinde başbakanlıktan çıkan
Demirel'in burnuna attığı yumruk ile meşhur olmuş.
"Halkın yumruğu bu" diye bağırıyormuş




Sağcılar onu Chp adamı olarak suçlarken
o kendisini bir devrimci (THKP'li) olarak tanıtıyordu.



Bu tarih öncesinde ve sonrasında adli sebeplerden
bir çok kez cezaevine girip çıkmış.



Sonra kendisine ne olduğu pek bilinmiyor.
İnternet üzerinden kimi çarpıtılmış bilgilere ulaşılıyor.
En son 1980'de yine adli bir olaydan cezaevinde görünüyor.



(*) Haber görselleri 14 Mayıs 1975 tarihli Milliyet gazetesinden alınmıştır.