insanlar: ben, biz, siz, onlar ve ötekiler... ve daha da ötedekiler
"Teori politika beni her zaman sardı. Bazen pratik politika da yaptım. En
çok 1977 seçimlerinde "pratik" oldum. İstanbul'da, işçi sınıfı
partisinden milletvekili adayıydım. (...) Bir ay kadar önce, 1 Mayıs'ta Taksim
Meydanı'nda beş yüz bin kişi toplanıyor. Seçimde bizim listemiz beş bin oy
alıyor. Çok üzüldüm; ancak hiçbir zaman kendimi eksikli görmedim. Daha önce
söyledim ve şimdi yazıyorum: Eksikli, bize oy vermeyen, kütlelerdi." Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, Önsöz (Ekim 1984)
Yukarıda yazanlara burnu büyük bir adamın halkı küçümseme gayreti
diyebiliriz. Cidden burnu büyüktür. Ama sözünü cezaevlerinde yatacağını bile
bile sürdürmüş insana söylemek ile ülkemizin tuhaf 'yazıcı'larına söylemek
arasında bir fark var. Birincisini yine de okurum: Ne demiş, derim. Yazıcıları
ise aldatıcı ve pohpohlanmış bulurum. Okurken sıkılırım. Halk dalkavukluğu yapmak yerine doğru bildiğimizi söylemek arasında bir
ikileme düşerseniz, gerçek; korkunç ama daha cazip geliyor. Çözüm denilen;
sorunları, onları çözme olanağı da verecek bir üst basamağa taşımak gerçekle
yüzleşmekten geçiyor. Pohpohlanmanın aldatıcı yüzüne çok aldanmayın. Geçici ve
uçucudur. Sizi yalnızlığınıza bırakır gider. Ve devam ediyor Küçük: "Yenilgi bir büyük öğretmendir".Yazıldığı
gün için özgün ve değerli olabilir. O gün için düşünün. Bugün laçkalaşmış bir
laf bu. Öğrenemeyen ve gerçeği ilk gördüğü sanana; ne zafer ne yenilgi iş görür.
* * *
Mesleğiniz insanlarla; özel dert ve tasalarına gömülmüş insanlarlaysa ve
siz bunu insanlarla paylaşırsanız. Alacağınız yanıt bir kaç başlığa toplanır.
Yardım etmeye çalıştığınız insanlara acıyıp mesleğin zorluğunu vurgulayanlar. Onlar için söyledikleriniz, hiç ilgilenmedikleri ve karşılaşmadıkları bir gerçektir.
Kendilerinden uzak olduğu sürece sizi pohpohlayarak kendilerini rahatlatırlar.
Bir diğeri mesleğinizin çevresi çeperinden olup insanlara yardım ediyormuş gibi
görünüp cebini doldurmak, şişinmek derdinde olanlardır. Bir de yardım etmeleri
gereken insanlara kendini adadığını düşünen ama çaresiz çıkışsız insanlardır.
Oysa insanları yargılamak, acımak, onları sınıflandırmak için çalışmıyorsanız; onları bağımsızlaştırmak, ayağa kalkmaları, düşüncelerini ifade edecek ortamlar
yaratmaya çalışıyorsanız kimi sıkıntılar ortaya çıkar. Nedir bu?
* * *
Halklar çocuklar birbirine benzeşir. Atalarının onlara hazırladığı bir
ortamda gelişirler. Ortamın ve ataların yeterliliği onların zihnini ve
geleceğini belirler. Modern dünya bu ortamı ataların verdiklerinden daha fazla
ve karmaşık bir hale getirdiğinde işler daha da karışır. Başka halklardan ve
çocuklardan da öğrenmeye başlanılır. Eşitsizlik her halk ve her çocuk için kendi belirleyemediği bir gerçektir.
Diğerleri ile eşit değillerdir, içlerinde de böyle bir eşitlik söz konusu
değildir. Kimimiz bunun öyle ya da böyle farkında olarak hayat içinde yerimizi
alırız. Öğrendiklerimiz hepimiz için daha yaşanılır bir dünya isteğini kamçılar
bazen... Onlar: Sefilliğin, adaletsizliğin kavurduğu insanlar... ya acıyarak
bakar, ya yardıma koşar, ya hep birlikte kurtulmaya bakar... ya da bayağı
kalabalık olarak bu bakışlara karşı başka konumlarda yer alırız. Sonuncular
konu dışı bırakıyorum. İlk üç grup... Kendi tanımladığım bu üç grup... içinde
koşuştururuz.
Dertlilerle duygudaşlık... Onlara yardıma koşan biri olur ya da onların bir
parçası olduğumuzu ve onlar gibi bir düzenin kurbanı olduğumuzu bilerek ortak
bir kurtuluş yolu bulmaya çalışırız. Ama hiçbirimiz tam anlamıyla ne bu
acıların sebebleri ile hesaplaşmışızdır, ne de onları var eden o zemini
hissetmişizdir. Öğrendiğimiz kadar kendimizi korumaya, insanları kollamaya
çalışarak yolumuza bakarız.
(Bazen deriz romanların, anıların derinliklerinde kimdir bu insanlar, kim?)
Adil olmayan bir dünyada bağımsız ve özgür olmanın
sınırlarına yapışırız. Süreğen bir yolun yolcusu alışkanlıkların, yanlışların izlerini de taşır.
Ama hiç bir yoldaşının bunların izini taşımasını istemez. Yanlış! Varsa böyle
lanet bir düzen o da görmeli ve yaşamalıdır. Ya çekip gidecek ya da ayakları
üzerine basıp yürüyecektir. Acımak, duygudaşlık göstermek, evet! Ama tek başına
fırtınaya düştüğünde ne yapacağını bilecek, ilkelerini kuracak ve yaşatacak bir
kişi isteriz yanımızda.
* * *
Ağlaşanlara katılmak, onlara içimizin cız etmesi veya onlara onlardan biri
olarak bir yardımlaşmanın, dayanışmanın ve mücadelenin ortağı yapmak geçer.
İlki gelen hastasının yakınları ile oturup ağlaşan doktora benzer, oysa
hastanızı iyileştirmek için yapmanız gereken (belki de hiç istemediğiniz)
mecburi müdahaleler vardır: Soğuk gelebilir, kaygısızlıkla suçlanabilirsiniz.
Sonuçları görmeden kimseye niyetinizi anlatamazsınız. Ağlaşanla ağlaşmak,
acıların içinde kaybolmak, bir an ayağa kalkandan kendinden menkul bir beklenti
içine düşmek; bizi rahatlatır. Yenileri ve yenilerinin geleceği bir çaresizliğe
çıkışsızlığa mahkum oluruz. Oysa öğrenmedik mi hala?
* * *
Bir de bu gruplar içinde yanımızda yöremizde birileri vardır: Belki sever, belki rahatsız oluruz. Belki her sabah aynada karşılaşırız. Ne yazık hep olacaklar. Onu da Sait
Faik anlatsın:
"O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba
ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına
aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bir anda
da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit Baba büyük gözleriyle
kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit baba etrafı kırmızı, içi aydınlık
siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere
vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile
bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam
şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir ikiyüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir
yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan
oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir
imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihli yaver gitmiş birisiyidi. Kimdi,
neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur,
mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana
sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı.
Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı.
Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı,
namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam o kadar talihli
idi ki daha, ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti.
Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi.
Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit baba son nefesini, böylece
bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi." Sinağrit Baba, (Mahalle Kahvesi, 1950)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder