Sayfalar

31 Ocak 2017 Salı

Güç kimde?

1. Türkiye'de siyaset odaklarını birer çoklu bağlantısı olabilen abaküs boncuğu gibi düşünelim. Birbirleri arasındaki ilişkiyi de yakınlaşıp uzaklaşabilen birer ip bağlantısı olarak düşünelim. 
2. Her boncuğun alt parçaları ve ittifakları da var. Uzaktan her odak bir bütün olarak görülse de güçlüyken politik saflığı artarken güçsüzken dağılmaya meyilli... Siyasetin temel yasası diyebiliriz. 
3. Her odağın diğerleri ile değişken yoğunluklarda iletişimi var: koalisyon, düşmanlık, bir araya gelme, birbirinin kuyusunu kazma... Önemli önemsiz bir ilişki diyemiyoruz. Bunu süreçler sonunda anlayabiliyoruz. 
4. Odaklar ve aralarındaki ilişkinin bir ölçeği olmalı: TÜRKİYE diyebiliriz. Bu bağlantılar nihayetin ulusal bir ölçekte görünüyor. Bu alanın sınırlarını ve güç değişimlerini böyle çizebiliriz. 
5. Ama işaret edebileceğimiz bu ölçeği aşan başka müdahaleler var. Ülkede oluşan bu güç ilişkilerine iki etki var: Hem başka bir ulusallığı doğurma mücadelesinde olanlar, hem de odakları ve aralarındaki ilişkileri ülke içi dinamiklere/rastlantıya bırakamayacak daha büyük güçler: Kürt Siyasi Hareketi ve Emperyalistler. 
6. Dizayn edilecek bir dengede işler çıkarınıza yürümüyorsa, başka bir merkezin sizin gölgenizde oluşmasına izin verirsiniz. Eğer başka odaklar ortaklığa açıksa... 
7. İngiliz urganı ile dünya çapında hegemonya kuranların da desteği ile 2002 yılı öncesi 3 boncuk grubunun aralarındaki ipleri kısaltarak bir araya geldiğini gördük: islamcılar, liberaller ve sermaye. 
8. Bütün dengelerin zemini... Sermaye bir siyasi güç odağından çok siyasi güç odaklarını belirleyen daha gerçekçi bir güç odağı: adı da piyasa ekonomisi. Terk ettiği Kemalist diyebileceğimiz bağımsızlıkçı, karma ekonomili; eski paradigmadan kurtulmanın peşinde ilerledi. 
9. 2002-2013 bu merkezin gücünün ve çekim etkisinin arttığı bir dönem olarak yaşandı. Kimi yapıştı ve kaynaştı, kimi yaklaştı. Siyasette güçlenmiş bir odak uzaktan tek parça görünür. İçine karışmış bir cemaat çok göze çarpmaz. Ya da etki alanına çokça yaklaşmış bir başka siyasal odak. Her zaman aradaki mesafe olanları iki taraf için inkar etmeye de yarar. 
10. Ne oldu? Merkezi ele geçiren ve yılların Kemalist/Atatürkçü paradigması ile yetişmiş bir toplum bu merkeze bağlı güç çevresinde savrulmaya başladı. Aslında bu savrulanları Türkiye'nin sol/aydınlanmacı/modern grupları diyebiliriz. Özce muhalefetin toplamı. Merkezin bu çekim gücüne karşı verilen ilk ciddi tepki 2007 Bahar eylemliliğiydi. Merkezde birbirini perçinlemiş koalisyon bu eylemlilikleri ezemese de algı da sıfırladı. Bu, dairesel hareketin daha da sertleşmesine sebep oldu. İstenen bu toplamın merkeze katılması değil, yok edilmesiydi: Bütün ortakların dileği buydu. Bir yanı başlangıçta bir toplam iken bu savrulmaya karşı koyduğu dirençle bir odağa dönüştüğünü de söyleyebiliriz: Laik, modern... (Geciktiğini, gecikmesi için elden gelenin yapıldığını söylemeliyiz.)  
11. Alınmış bir merkez, elde edilmiş ganimet, ikna edilememiş ama merkezin gayet uzağına düşmüş tatminsiz bir toplam ile 2013 başladı. 
12. 2013 öncesinde, yakından bakanlar, merakla o anı bekleyenler için 2012 şubatında duydukları tıkırtılar ilk kez merkezde açılmış gerçek bir çatlağı haber veriyordu. Aslında önceki aldatıcı seslerden sonra gerçek (ve beklenen) bir çatlak keşfedilmiş de diyebiliriz. 2013 baharının ortaları gibi ikinci çatlak geldi. Merkezin merkezinde olanlar, liberallerle ortak bir projemiz olamaz dedi. 
13. Gezi Parkı ile başlayan direniş işaretlerini 1 Mayıs 2013 öncesi vardı. O günler organik güçlü bir toplam olduğumuz ortaya çıktı. Fazlasını yazmayacağım. 
14. Merkezin çeperinden ya da içinden ayrılanlar hızlıca dağıldı. Merkezde yaşanan kavga ise kaybedenlerin daha da hızlı yok oluşuna sebep oldu. Yenilen taraf siyasetten silindi, kazananın ise sınanması gerekiyor. Elbette daha büyük bir hedefle... 
15. Şu an kim merkezde, kim kimin etrafında dönüyor belli değil. Bir zamanların güçlü, merkezi elinde tutanlar bunu belirlemek yarım bıraktığı işi bitirmek istiyor. Böyle bir dönemde geçiş sürecini ipleri tek elde toplayarak atlatmaya çalışacaklar. Urgancıların da bunda etkisi var. Her şey sıkıntılı... 
16. Bizim için bildik bileli hep sıkıntılıydı. 
İyi geceler.

20 Ocak 2017 Cuma

Gerçek bir tohumdur, imkan buldu mu yeşerir

İnsanlar kitaplardan esintileri hissediyor, sadece yaşantılarında  fırtınanın içine düşüyor. Öngörüler öngörüdür; kapatır gidersiniz. Yaşanılanlardan kaçılmıyor. İnsanlar yaşadıklarından öğrendiğini başka hiç bir şeyden öğrenmiyor. Onlara yaşatılandan... 
Gerçeğin gücü güç; bileği bilek; bıçağı var, kör ya da keskin; ölümü ölüm gerçeğin; kurtuluşu da var; kitapların öyle bir gücü yok. Çünkü kitapta ölen kişinin kanı elinize bulaşmıyor. Kitapta haksızlık okuma durunca bitiyor. Çünkü yazıda çetrefil olayların soyulmuş hali var. Çünkü kitapta "insan çiğ süt emmiştir" diyor da bu insan hangisidir, gerçeğin böyle bir sözü yok. Gerçek hep oluşa oluştukça eskiyeni yenilenen bir oluşa dalıyor... 
Cahilin de sözü çoktur, bilgin edasında... Kişinin karakterini geliştiren okudukları değildir; yaşadıkları da değildir; hepsinden süzüp çıkardıkları; edindikleri, desturları, doğrularıdır. Karakter biraz da budur aslında bir yapı gibi üst üste konulmuş edimler, doğrular, kararlar. Karakter, tutum sahibi olmak, buna gerek olduğunu bilmek bunu sürdürmek. Bilmeden etmeden... Ben, kendim, biz olmak.
Size ilk elden, tez elden anlatılan muhtemelen olayın özü gerçeği değildir. Gerçek kuru fiğ tanesidir. Sert, küçük, dipte yer alan...Bir gün o yalanı yiyen herkesin dişine gelir. Kırılmaz, kırar. Bir gün yaptığınız tatlıdan çıkar; yaptığınız oyunun ortasında gümbür gümbür ses yapar; kimi de çıkmaz aslında yeleğin cebinde eve gider. Şans ya biri bulur. 
Gerçeğin gizlenemeyeceğini bilenlerdeniz. Gerçek bir tohumdur, imkan buldu mu yeşerir. Bulamazsa çürür/çürütür. 
Her yerimiz tohumlarla dolu, her biri patlayacak bir baharı bekliyor. Bahar gelmezse çürütecek.  
Gerçeğin insana attığı bir tokat ya da yumruk var. Dişe diş bir mücadele... Sevilecek bir yiğitlik. Bir hak ödeme, bir yol-yordam gösterme. Gerçeğin elinden öperiz. Kimi gülünç yanlarımız, avanaklıklarımızdır gerçeğin öldürücü darbesinden bizi koruyan. 
Yalanın sofrasında ne var: fiğ tanesi, çiğ süt; kimi içer kimi sıvar. Edindiklerimiz ne diyor, "bu bir yağma sofrasıdır", "bu bir ihvandır", "bu insanın zaaflarıdır"... Buranın çıkışı yoktur. 

19 Ocak 2017 Perşembe

Evet, neden böyle mutlu görünüyorlar?


Reddit'te "Turkish soldiers going to war, South-Eastern Anatolia, 1990" diye paylaşılmış. Fotoğrafın düşündürdüğü çok şey oldu. Dil, işaret değişti ama seferler bitmedi demek istemiyorum. Neden böyle mutlu görünüyorlar? Acaba savaşa gitmiyor da geliyorlar mı? "Hahahaha ulan hala hayattayız" gülüşü mü? Evet, neden böyle mutlu görünüyorlar?

6 Ocak 2017 Cuma

Şehir uyudu

Bir sevenimiz üzerimizi örtü ve gitti. Mis gibi uyku, dalacağız şimdi. Ama gelmiyor. Üzerimizde bir örtü, kadife koltuğa uzanmışız, gecenin sesleri ve ışıkları pencereden, zorluyor, kimi perdeyi de geçiyor. Bize ulaşanlardan biliyoruz. O da aslında şu koltukta uzansa da konuşsak mı? Anılardan, düşlerden, kurgulardan... 
Bunların zamanı değil. Zamanı olduğunda da değerini bilemeyeceğiz muhtemelen. İçinde olduğumuz şey bir Titanik, (yeni denenen, civardaki görülür her şeyi içine almış çok pohpohlanmış bir şey) gemide artık gizlenemeyen ciddi bir huzursuzluk var. Kimi rasyonel öngörüler, kimi mistik kehanetler mi ortaya çıkıyor? Pencerenin önünden uçan karaltı nedir? Bir ses geldi, kuş değil. Şurada insanlar toplanmış ama ama... "Yarın çok geç olmadan gülüm." Sanırım o yarın geride kaldı. 
Şu günler, neler denildiği, neler olduğundan daha öndedir. Bu da neyi anımsatır. Olana dair düşünce ve sözlerin olandan daha ilgi çekmesi bize neyi işaret eder? Belki de olana dair cevapların yetersizliği, kişilerde yarattığı tatminsizlik bayağı olmuş. 
Sizi bildiğim, ezber ettiğim yada kafam da belirlediğim bir yere götürmek istemem. Bir gece yarısı gelen çağrışan şeyler bunlar. Titanik batarken, Suriye'nin batması gibi... Biz masumlar hayatta kalmaya; atıp tutanlar malı kurtarmaya bakacak ne de olsa.
Asker oğlunu ziyaret eden Sırp baba-oğul uyuyor, 1915
K: https://www.reddit.com/r/HistoryPorn/comments/5lvojc/a_serbian_soldier_rests_in_a_trench_alongside_him/?st=ixkz5hoj&sh=7dee4c8b

Babanın ayağındaki çarıklar.. Deyneği...

3 Ocak 2017 Salı

Mustafa Kemal'den bir mesaj var sanırım


delilik, bir film, biraz da biz.

bize insan, tarih, sanat ve mücadele notları bırakan john berger'e 
Film izleyerek de zaman geçiren biriyseniz, arada bir de yazar, yönetmen, senarist, eleştirmen toplarını takip ederseniz alanın kısırlaştığına dair şikayetleri okur/dinlersiniz.  
Önümüzde bir sinema çöplüğü var. Sonra bu çöplüğü her bakışa göre bir değeriyle bolca değersiz şeyi var. İnsanlık ürettiğinin çoğunu çürütmeye meyilli... Her bir köşe çöp dolu. Çürüyen, çürümeyen hatır dolu çöpler... Binlerce fotoğraf, tablo, albüm, film vs çıkıyor. Bunların dışında disiplinlerarası performans ve pratikleri ile eldeki külah tepeleme doluyor. Taşıp dökülüyor. Yöntemleri yaratıcı ama nasıl bir şey olduğu dair insanı bir meraka sürüklemeyecek kadar tekdüze çalışmalar. Her sabah uyanıp ilk iş bu pratiğe baksanız "nıç" çıkar ağzınızdan. Oysa bu zavallı bilgimizle bile bizi ikna edemiyorsa... 
*** 
Bilmediğimiz, az bildiğimiz muhtemelen hiç bilemeyeceğimiz şeylerin sahnelenmesi, kurgulanması ve çekilmesi zordur. Yapılmaz değil. Kötü yemekleri örten sos ve baharat gibi filmin gerçekle ilgili kimi sıkıntıları efekt vs. ıvır-zıvırla kapatılabilir. Oysa filmi yaşatan ayrıntılar ve bu ayrıntıların aurasıdır. Bütünü mü deseydim. Bulamayız.  
Film ince ayrıntılar bütünüdür: Bu dengeyi tutturmak: Güncelle tarihseli yakalamanın tek yolu. Ama garantisi yok.  
*** 
Özgünlük konusunda komedi diye açtım ama aslında ağır bir film olduğunu düşündüm. Canımı sıkmadı değil. İzleyen kimileri komik bulmuştu. Ben bulamadım. Şu an içinde olduğumuz, hükümetçe düzenlenmiş kutuda yaşarken bunu kimi sebeplerle hayatında yaşayan insanlar aklıma geldi. Süreğendi. 
Delilik, delirme, kafayı yeme... Ya da doğuştan mental yetersizlikler; psikolojik rahatsızlıklar... Kalıtsal rahatsızlıklar dışında; bir çocukluk, iki ergenlik bu sürecin en güçlü tetikleyicisi. Yani demem o ki sağlıklı bir insanı da delirtebilirsiniz. Onca film var: Korkusu da komedisi de bir geliyor. Belki bu yüzden.  
Delilerin her biri ayrıntı yığınağıdır. Saplantılı takıntıların her bir kişiye özel davranışların nedensiz görüldüğü veya nedenle ilişkisi saçma bulunan onca malzeme elde birikir. Ayrıntı işte, üniversite öğrenciliğimde yaz-kış Ankada, Kızılay'da yaşayan evsiz bir deli vardı. Mithatpaşa Caddesi'ndeki köprü altlarında yatıp oralarda çöplerden çıkardığı çay atıklarını yerdi. Neden çay? Bilmek isterdim.  
Bir filim düşünün: Buradan, bizim gördüğümüzü olağan kabul ederek işe başlamıyor. Orayı o çayı yiyen zihni olağan sayarak işe başlıyor. Bu anlatıda devrim mi, bilemiyorum. Bildiğim, bildiğim örnekler arasından en çalışılmışı... 
*** 
Aşağıdaki örnek bir gün yaşadığım bir olaya dair ipucu verdi. Fotoğraftan gelen çağrışım diyelim. Kaldırıma açılan bir bahçeye istif edilmiş tahtaları tekmeleyip birkaç adım gidip gelip yine tekmeleyen onları zehirli bir yılanmış gibi uzaklaştırmaya çalışan bir adam vardı. Geçenler ürktü ve kaçıştı zaten. Neden o davranışı tekrarlıyordu? Anladığım tahtaların üzerindeki çivilerin ayağına batacağına dair bir düşünceye saplanmıştı. Orayı o tahta yığınlarını bir türlü geçemiyordu. Tekmeliyor, sürekli geri dönüyordu. Oyununa bırakarak ayrıldım. Bizler, toplum olarak neleri tekmeliyoruz acaba? Bizleri nasıl bir korku, kaygı tünelinden geçirdiler hangi saplantı ve takıntıları edindik? Bunun bir bedeli olmayacak mı? 
Film mi? Şu: Swiss Army Man  (Çaki Gibi, 2016) Yön: Dan Kwan, Daniel Scheinert