Edebiyat pratiğine nasıl bakmalıyız?
İlginize göre bakarız diyerek geçebiliriz.
* * *
Kitapkurdu Özgür'ün on yıldan fazladır hep
okumamızı söylediği bir kitap vardı: 1902
Doğumlular. Kitabın ilk baskısını yapan Toplum Kitabevinde de çalıştım.
Elimden birçok baskısı da geçti. Heveslenmedim, almadım, okumadım. Ama Kadıköy
Haydarpaşa Kitap Günleri'nde Yordam’ın kitap sergisinde görünce dayanamayıp
almış oldum. Alıp başladık okumaya... Sevdim: Hem edebi dilini, hem
duyarlılığını, hem de politik göndermelerini...
* * *
1914 yılının baharı ile açılan romanda
ergenlik öncesi geç çocukluk dönemini yaşayan arkadaşlar arasında geçiyor
her şey. Roman kahramanı anlatıcı, kadın ile erkek arasındaki sırrı çözme
peşinde koşturuyor. Öbür yandan da akran grubundaki rekabeti anlatıyor. Günleri
köpüğünde sırrı çözmenin uğraşı ilginç bağlanıyor.
Başta dediğim gibi kitapta ilgimi çeken
şeyleri anlatayım derken kitabın özetini yazmayayım:
"Almanya sınırlarından girdiklerinde Ferd
dört yaşındaydı. Babasıyla Almanca, İngilizce, Fransızca konuşabiliyordu.
Binbaşı Almanya’ya varınca bir romantiğin
kurbanı olduğunu anladı. Tokyo’da okuduğu Jean Paul'ün kitabında, özlemiyle
gönlünü daraltan Almanya yoktu. Almanya'da yazlar yumuşak, aydınlık, verimli
değildi artık. Düşünceler, bilimin güvenilir, büyük temellerine dayanmıyordu.
Davullar dövülüyor, bağrılıyor, bağnazlık el üstünde tutuluyordu. Her
şey gürültülü, taşkın, eleştirisizdi. Herkes Kayzer’in parlak sözlerle
şişirdiği aydınlık geleceklere hep birlikte yürümeye hazırdı. Binbaşı’nın işçi
sınıfına ilgisi yoktu. Suskunluk içinde direnen köylülere de
aldırmıyordu. Gittikçe çılgınlaşan burjuvalarla dalkavuk
aristokratların yüzünü görüyordu yalnız.
O, görüp geldiği dünyanın gözlerinden bakıyordu Almanya’ya. Ailelerde,
derneklerde, toplantılarda, yollarda, basında, arabalarda, parlamentodaki
söylevlerde, her yerde her şey Binbaşı’ya karşı haykırıyordu: Bizim
ordumuz, bizim sanayimiz, bizim bilimimiz, bizim sanatımız, bizim kadınlarımız,
bizim çocuklarımız, bizim özelliklerimiz, bizim zekamız, bizim olan ne varsa
hepsi, yer yüzündekilerin en iyisidir."
Boş övünmelerin yeri göğü sardığı;
dalkavuk, çıkarcı, rantçılar, yobazlarla
kurulu bir sofrayı izliyoruz. Eleştiriye kapalı, ezberi kuvvetli, özgüveni çok
ve yersiz insanlarla dolu bir masa... Tek eksiği var bu masanın: "yarı
gelişmiş bir burjuvazi ile birkaç profesörün saçma ideolojisine dayanarak
dünyaya hükmetmeyi vaat eden" o adam.
"O zamanlar anlamını bilerek işittiğim,
Almancada bulunması daha sonraları beni öfkelendiren, tiksindiren bir söz
vardı: “Yetkili olmak.” Tam dört yıl sonra, 1918 Kasım’ının puslu günlerinde, yakasına
yapışılanların birçoğu, kekeleyerek, yetkili olmadıklarını bir özür gibi
söylemişlerdi. Onlara inanılmıştı da."
Türkiye'nin yaşadığı bu
yıkımın sonrasında biz de "Yetki bizde değildi. Emir kuluyduk" lafını
çok işiteceğiz. Belki de düşünülmesi gereken bu hülyalara kapılmış sıradan
insanlar. İnançları ve özgüvenleri tam olarak felakete koşan insanlar. Kimi
masum kimi küçük hesapçı:
"... “Ah sanat,” diyordu babam, “sanat yalnız
seçkin kimseler içindir. Yığınlar, varlıklarının nedenini acılı yollardan
kavrayabilirler.” “Sonra” diye ekliyordu, “iş bir savaşa varırsa biz kazanırız,
çünkü en iyi ordu bizimki. En iyi önder, başkalarınkiyle karşılaştırılırsa, en
iyi ahlak da bizim ki (....) Tanrı elbette bize yardım edecek. Çünkü ilk
kurşunu onlar attı.” diyordu. ..."
* * *
Hitlerin son iki günü anlatan Çöküş (Der
Untergang, 2004, Yön: Oliver Hirschbiegel) filmini izlediğimde de kafamda
canlanan bu oldu. Dünyaya hükmedecek zavallıya hala inan sıradan insanların
varlığı idi bu. Sanırım bizim de gelecekte sık karşılaşacağımız safiyane bir
inanmışlık ile aldatıldıklarına asla inanmayan oydaşlar olacaktır. Buranın
sonrasında filimde tartışılacak bir çok nokta var. Kimsenin ülkenin batışından
Hitler'i suçlamayışı ve Nazi partisinin resmen devletin kendisi olduğunu
gösteren izler. Sanırım yıkımın şiddetini artıran romanda da bahsedilen
eleştirisiz inanç ve boş özgüven.
Elbette bir gün gerçekler ve neyin ne
olduğu ortaya çıkıyor. Yaşam, usta ve işçilerin öncüsü Kremmelbin’i
tanımlarken kullanılan şu cümle her şeyiyle anlatıyor: Sarsılmaz bir devrimciydi. Yalnızca
gerçeğe tutkundu.
Uzayan savaşın zor günlerinde görünen,
aldatıcı bütün sözleri; bayrakları şenlikleri silip geçiyor:
" Önemli görevlerde bulunup da
yuvalarından ayrılmayan yaşlı efendiler, yeni kazanç yolları araştırıyorlardı.
Polonya’yı Belçika’yı almak istiyorlardı. Savaşın sırtından zengin olmak
istiyorlardı. Babalarımızı bunun sözünü hiç etmiyordu bize. Babalarımız savaş
boylarına sürülmüştü, çünkü kendilerine saldırıldığını sanmışlardı. Gene bu
yüzden birleşmişlerdi. Onlar kazanç peşinde değildi bizi korumak istiyorlardı.
Biz savaşı büyük bir kardeşlik
bilmiştik. Şimdi birdenbire kazanç aracı olduğunu bildiriyorlardı. Savaş, demek
Almanya zengin olmalı, şu, kömür ocakları, şu ya da bu deniz yoları Almanya’nın
olmalı demekti.
Bunu kavrayamıyorduk. Almanya bir
işletme, savaş bir girişim, babalarımız yöneticileri evlerinde oturan bu
işletmenin işçileri mi olmuştu? Kahramanlar ne zamandan beri işçilik yapmaya başlamıştı? "
|
1902 Doğumlular, Ernst Glaeser |
|
Çöküş, (Der Untergang, 2004)
Yönetmen: Oliver Hirschbiegel |