Sayfalar

31 Aralık 2008 Çarşamba

• Yıl Bitimine

rakıya ve muhabbete
dostlukla
;-)
olmamış değildir. geçen yıllar sevdiğim bir dizedir. (Ey artık ölmüş olan at! —dediler—) ve kestiler. bekleyenler vardı neyi beklediklerinden habersiz. Kar yağıyordu. Ağzından akan salyaları donmuş uzun uzun yatan bir atın yanında. Gözleri donmuş. Kirpikleri buz kesmiş. Sis ve kar içinde yeni yıl gelecekmiş. olmamış değildir (sadece ölmüştür).
şimdi bir yılı kapatmanın vaktidir.
yenisi için her şey vardır ceplerimizde. artık bilirsiniz hiç bir imgeniz dışarıda bir kişi ya da şeyde değildir. Her imge ürediği yerde yaşar. Aranan 'o'dur. Uzun uzun yatan bir imge ancak donmuş salyası ile görünür bize. Yine de güzeldir. Bir şeylere sahip olacak, onları satın alabilecek, ikna edecek, çekici olacak özelbirşey değildirler, sadece esas olandır yani içindeki HİÇtir. kabulümüzdür.
havalar soğur kar ve boran gelir. insanlar konuşur bir yıl biter ve yenisi başlar.
ve devam eder....
"Ey artık ölmüş olan at! —dediler—
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik..
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen..
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..." (Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında…)
yok ettiği, yok ederken anımsattığı
(Ey artık ölmüş olan at! —dediler—)
inanmadı kimse içtenliğine
sen yokolana dek

30 Aralık 2008 Salı

yavaşça oluyor ellerime / turgut uyar

Susuz bir aklık başlayınca aramızdan
yavaşça oluyor ellerime bulaşması,
bir eksiyle yüklü minüskül H harfinden
bir meydan çarpmasından,
beni hatırlamakların

Bunlar bizim kızlarımızdır
Kara güller önlerinde kara
saçları çılgınca ikiye ayrılmış,
— hiçbir şey eski açıklığında değil ki —
yavaşça oluyor ellerime bulaşması,
bir ot sesinden bir at akşamından,
tam şehir içinde, otobüs durağında,
birden ulaşılmaz gençlikleri herşeyin..

Yapmayın.. Nasıl inanırım eşitliğine!.
Heryerde gençtir o Büyük Su.
Kıyıdadır,
boyalı sandallar ve sabah çocuğu kıyısındadır
Kırları ve ormanı geçince hemen,
şehir bitince yani çok kolay
yani lokantalar bitince sayın örtüleriyle,
kuzuların danaların kıyma yapıldığı kasaplardan sonra
elmalardan karpuzlardan biraz ötede
yani uzakta..
— hiçbir şey artık eski açıklığında değil ki —
yani kiliseden bozma camilerde
yani askeriye deposu yapılmış,
yani burda, orta yerde, ışıkta ve parada
zaman zaman gökyüzü gecesi aralığında.
. . . . .
Bir denizin yanında nedir ki bıyıklı ve saçları dökülmüş bir adam,
kötü bir alışkanlıktan başka nedir bir adam . . .

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları
Birinci baskı ile karşılaştırılmıştır s. 12-13

kurtarmak bütün kaygıları / turgut uyar

Sularsa akmak birgün birgün birgün
Birgün dağlara çıkmak birer birer dağlara çıkmak birgün
Çıkmak çıkmak birer birer birgün dağlara dağlara birgün
Birgün birer dağlara
Ah nasıl dağlara birgün
Ey yorgun atlar, ey geri dönenler, sayı bilmeyen çocuklar

Ey birgün
Çiçek açmak birgün
Dağlara dağlara birer birer dağlara

Otları büyümek birgün
Birgün köyler kentler yıkanık damlar geri dönmek birgün
Birgün yeni dönmek
Birgün dağlara çıkmak birer birer çıkmak çıkmak
Su yürümek güneş bilmek
Yeniden orda otlarda orda yeniden orda orda
Bitkin bir gül bulmak ve geri dönenler birgün
Ey yorgun atlar, sayı bilmeyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün keşişlerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip birgün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara.

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları
Birinci baskı ile karşılaştırılmıştır s. 14

terziler geldiler / turgut uyar

Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle...
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...
Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,

. . . . . . . . ."Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
. . . . . . . . . piyangocular, çiçek satın alanlar,
. . . . . . . . . balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
. . . . . . . . . zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
. . . . . . . . . Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."

Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.

. . . . . . . . ."Ey artık ölmüş olan at! —dediler—
. . . . . . . . . Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
. . . . . . . . . Sen açardın,
. . . . . . . . . Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
. . . . . . . . . Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
. . . . . . . . . —kokulu yağlarla ovulup parlatılan—
. . . . . . . . . nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.

. . . . . . . . . Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
. . . . . . . . . Toynaklarını liflerle ovardık
. . . . . . . . . Senin karaya boyanırdı koşuşun
. . . . . . . . . Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
. . . . . . . . . Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
. . . . . . . . . Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
. . . . . . . . . Binlerce kişi,
. . . . . . . . . —çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
. . . . . . . . . darmadağın giysileriyle herkes
. . . . . . . . . körler ve cüzzamlılar,
. . . . . . . . . bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
. . . . . . . . . ermişler, kargışlılar ve günahlılar
. . . . . . . . . gebe kadınlar, vâz edenler
. . . . . . . . . ve dondurmacılar ve at cambazları ve
. . . . . . . . . tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
. . . . . . . . . Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
. . . . . . . . . yalvaçlar... —
. . . . . . . . . ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
. . . . . . . . . senin mutlu ovanı doldurup
. . . . . . . . . haykırırlardı.
. . . . . . . . . Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."

Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kuru solgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.

. . . . . . . . ."Ey artık ölmüş olan at! —dediler—
. . . . . . . . . Senin eyerin ne güzeldi.
. . . . . . . . . Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
. . . . . . . . . Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
. . . . . . . . . Seninle öteleri ansırdık.
. . . . . . . . . Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
. . . . . . . . . Kedinin varlığı erişilmez kişilik
. . . . . . . . . Güneşli bir damda
. . . . . . . . . İçimizden gemiler kaldırırdın,
. . . . . . . . . Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
. . . . . . . . . Bayramımızdın. Kuburlukların
. . . . . . . . . bütün kişniş ve badem doluydu.
. . . . . . . . . Şimdi dar dünya
. . . . . . . . . Ölümün büyük hızı kesildi."

Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş yerlerde kırpıntılar,

. . . . . . . . ."oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
. . . . . . . . . vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
. . . . . . . . . düğmeler, ilikler
. . . . . . . . . iplik döküntüleri, kumaş parçaları,
. . . . . . . . . karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
. . . . . . . . . dükkân tabelâları, kartvizitler..."

kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler, büyük, atsı giysiler kestiler,

. . . . . . . . ."Ey artık ölmüş olan at! —dediler—
. . . . . . . . . Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
. . . . . . . . . Sen nasıl da koşardın.
. . . . . . . . . Biz güneyde yatardık, sen koşardın
. . . . . . . . . Hangi at güzelse ondan da güzeldin
. . . . . . . . . Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
. . . . . . . . . bir karaya göğü
. . . . . . . . . ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
. . . . . . . . . Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
. . . . . . . . . ağzında,
. . . . . . . . . herkesi sevinçle haykırtan.
. . . . . . . . . Başın yaraşırdı düşüncemize ve
. . . . . . . . . gözlerine saygıyla bakardık..."

Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;

. . . . . . . . ."Ey artık ölmüş olan at! —dediler—
. . . . . . . . . En güzeli oydu işte, yüzünün
. . . . . . . . . savaşla ilişkisi.
. . . . . . . . . Boydanboya bir karşıkoyma, denge
. . . . . . . . . ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
. . . . . . . . . O ağaç senin kanınla beslenirdi,
. . . . . . . . . hepimizi besleyen.
. . . . . . . . . Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
. . . . . . . . . senin karşında,
. . . . . . . . . alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
. . . . . . . . . her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları
Birinci baskıdan aktarılmıştır. s. 29-33

28 Aralık 2008 Pazar

½ Gerisi


Fethullah Hoca’yı bekleyen post-modern tehlike / Serdar Turgut

[Serdar Turgut'un Hürriyet gazetesindeki yazıları tam anlamıyla sahibinin sesiydi. Hala bu durumundan uzak olduğunu düşünmüyorum. Bu konuyu kendisi de kimi yerde normal görecek ama en nihayetinde her yazının kendi bağımsız kararı ile yazıldığını söyleyecektir. Bu yüzden belirlenimi yok saymayacak ama kendince de abartmayacaktır da. Kastım bir 'yapı' kurbanı özne değil burjuvazinin sesi olan tipik bir orta sınıf temsilcisini anlatmak istiyorum. Belki de ben böyle düşünmek istiyorum. Yine de Turgut'u askerde sık okudum diyebilirim. Çünkü en az satılan ve her vakit kantine gitttiğimde kalan tek gazete Akşam'dı. Tabi bu satılmayış benim için iyi oluyordu. Serdar Turgut'un bu yazısını yüzer gezer 'alaycı' niteliği yüzünden kuşkuyla ve bu önsözle ekliyorum. Turgut unuttuğu akademik geçmişi konuşturmuş. Birileri için durdukları yerin hiçte özgün olmadığını çok iyi anlatmış diyebilirim. Batı özentili, ama ona meydan okuyucu 'Doğu'cu akademisyenler/entellektüeller/yazarlar/muhalifler için güzel bir köken ve sonuç yazısı. Diğer yandan Birikim-Belge ekolünün Avrupacı marksizmleri ile eleştirdikleri Ortodoks Marksistlerin onda biri kadar bile ülkeden bihaber oluşları da var tabii. Ve bu ekolün üniversitedeki 'özgürlükçü' akademisyenleri ne hale getirdiği de. Çok şeyler var ama... Neydi şimdi hatırlayamadım!]

19 Aralık 2008 • Cuma • Akşam
Bugün tam şu anda bile bazı kafelerde oturan birtakım insanlar baş başa vermiş, kendi ülke vatandaşlarının vurdumduymazlığına, bilinçsizliğine karşı kararlı bir saldırı başlatmak için, sado-mazoşistik bir performans için planlar yapmakta.

Siz isterseniz bunlara ‘Kafe-egzistansiyalisti’ deyin, isterseniz de ‘Rokoko entelektüeli’, fark etmez, bunların çoğu birbirine benzer, kökenleri de az çok aynıdır.

Hemen hepsinin beyni kötümserlikle, alaycı tavırlarla ve hem kendilerinden hem de ‘ortalama’ vatandaştan tiksinti duyma duygusu ile doludur. Bu hislerle sarhoş olmuş gibidirler. (Bu Nietzsche’nin çok önceden ileride çıkacağını tahmin ettiği insan tiplemesidir).

Bu insanların kökenini iyice anlamadan, durup dururken toplumun en duyarlı olduğu bir konuda bile korkusuz tavırları ortaya koyabildiklerini anlayabilmek mümkün değildir. (Örneğin; ‘Ermenilerden özür dileme’ kampanyasının oluşmasını bu özel tarihi öğrenmeden anlamak mümkün olamaz).

Bugün bu tarihin kısa bir özetini yapacağım.

Kökeni anlamak için Marksizmin politik bir hareket olmaktan çıktığı ve işçi sınıfı ideolojisi ile bağlantısını kopardığı günlere dönmek gerekiyor. Özellikle de yapısalcılık (structuralism) ekolünde gerçeğin bizzat kendisini incelemek yerine insanların bu gerçeği kafasında nasıl kurguladığının asıl konu olduğunu söyleyen yazılar ortaya çıkmıştı.

Akademi dünyasını derinden etkileyen bu fikir, bir kısım insanın siyasi mücadeleden soyutlanmış Marksizm veya ‘Kültürel Marksizm’ olarak nitelendirdiği düşünce biçimini ortaya çıkardı.

Hayli karmaşık bir dil kullanılarak yazılan bu yazıları Türkiye’de döneminde ‘Birikim’ dergisi tanıttı. Ve okuyucuları arasından ‘Kültür Marksistleri’ çıkmasına neden oldu.

Bu kendi başına gayet tabii ki sakıncalı bir şey değil ama benim ‘Rokoko entelektüeli’ dediğim bu insanlar, bir aşamada siyasi tavır da koymaya başladılar. Asıl gerçeğin değil, insanların kafasında o gerçekliğin nasıl kurgulandığının daha önemli olduğunu düşündüklerinden, o algı yapılarını yıkmaya giriştiler (yapısöküm, deconstruction).

Bunu yaparken de son derece cesur ve uç noktalarda hareket edebiliyorlar.

Çünkü onlara göre gerçek denilen şey aslında olmadığından, gerçek denilen şey sadece kafalarda kurgulanmış bir şey olduğundan, insanların veri kabul ettiği bir yapıya, bir değere saldırı açılırken de pek temkinli olmak gerekmiyor. (Çünkü zaten bir hayal ile mücadele ediyor gibi görüyorlar kendilerini. Dolayısıyla eylemlerinin gerçek sonuçlarından soyutlanmış gibi de hissediyorlar).

Bu saldırılar sado-mazoşistik de aynı zamanda. Kafe-egzistansiyalisti hem kendinden hem de ortalama insandan tiksinti duyduğundan saldırısı ne kadar çarpıcı ne kadar acı verirse onun için çok daha güzel olacaktır.

TSK’ya çok ağır ithamlarla saldıranlar veya toplumda duyarlılık varken ‘Ermenilerden özür’ kampanyası açanların çoğunluğunun kökeni Marksizm olsa da bugün post-yapısalcılık dönemlerinde liberal olmuşlardır.

Bu el attığı her sosyal ve siyasi hareketi eritip tüketen bir tür liberalizmdir.

Bugün kendilerini Marksist kökenli liberaller olarak tanımlasalar da Marksizme en çok düşman olan da kendileridir.

Kendi ideolojilerine göre karşı olmaları gereken din konusunda da kabul edicidirler. Çünkü ilk hedefleri, bu adına cumhuriyet denilen baskıcı yapıyı, yapısöküme (Deconstruction Michel Foucault) uğratmaktır.

Bu mücadelelerinde dini tavırları ile kendilerine yandaş buluyorlar. Ama bu insanların gerçekten duyarlı oldukları hiçbir inanç tabakası yoktur. Siyasi ve sosyal değer merkezlerini tamamen kaybetmişlerdir. Onlar için tek önemli konu, bazı yapıları yapısöküme uğratmak ve bunu şık bir dille anlatmaktır.

Kendileri haricinde ve kendi yapısökümleri dışında hiçbir şeyin önemi olmadığından onlara yandaş olan her akım harcanır gider. Marksizme bu olmuştur. (Birikim dergisinde yaptığı işlerle Türkiye’ye ciddi bir birikim kazandıran Murat Belge hem Birikim’den Taraf gazetesine giden yazarlık serüveniyle bu kültür Marksistlerinin hayat serüvenini kendi şahsında özetler).

Belge, Marksizmi bıraktı mı bilmiyorum ama inşallah içinde bulunduğu gazetenin liberalizmine benzeyen bir tavrı benimsemez.

Kendilerine yanaşan her akımı her fikri yapısökümüne uğratan liberaller şimdi dini özgürlüklere çok önem veriyorlar.

Bu Türkiye’de dini özgürlüklere gerçekten inanan insanların karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikedir.

Fethullahçıların karşı karşıya bulunduğu post-modern tehlike budur.

Post-modern anlamsızlığı sever, bunun dindar insanla pek alakası olamayacağı barizdir. Dolayısıyla cumhuriyeti yapısöküme uğratmak amaçlı işbirliğinin çok uzun ömürlü olması da beklenmemeli.

Bu arada ‘Ermenilerden özür dileme’ kampanyasına da fazla değer vermeyin. Bunun sadece onlar açısından bir zihin egzersizi ve vatandaşların vurdumduymazlığına karşı yapılmış sado-mazoşistik bir performans saldırısı olduğunu da unutmayın.

Serdar Turgut • Fethullah Hoca’yı bekleyen post-modern tehlike • 19 Aralık 2008 • Cuma • Akşam gazetesi web sayfasından alınmıştır

26 Aralık 2008 Cuma

Ecinniler / Dostoyevski

“Kişi içinde bir sevinç duymadan yangına bakabilir mi, bilmem”
Ecinniler, Dostoyevski
[Krillov ile romanı anlatan genç intihar üzerine konuşuyor]
— İnsanların intihar etmelerine engel olan ne sizce? diye sordum
(...)
— Ben de... Henüz ben de iyice bilmiyorum... İki önyargı, iki şey engelliyor. Yalnızca iki şey. Biri pek küçük, öteki pek büyük olan iki şey. Ama küçüğü de pek büyük.
— Küçüğü dediğiniz ne?
— Acı
— Acı mı? Böyle bir şeyde acının da bu kadar önemi var mıdır?
— En önemli olan odur. İntihar edenler iki çeşittir: Büyük bir üzüntünün, öfkenin etkisi altında kalıp, ya da çıldırıp, ya da buna benzer durumlarda canlarına kıyanlar... Böyleleri birden bitirirler her şeyi. Acıyı düşünmezler. Akılları başlarında olanlar ise çok düşünürler.
— Akılları başındayken de intihar edenler de var mıdır yani?
— Hem de pek çok. Önyargı olmasaydı daha da çok olurdu. Herkes intihar ederdi.
— Herkes mi?
Susuyordu.
— Acı çekmeden kendi kendini öldürme yolları yok mu acaba?
Gelip karşımda durdu.
—Şöyle düşünün, dedi, büyük bir ev kadar bir taş var; asılı duruyor, siz de tam altındasınız; birden üzerinize düşüp ezse sizi acı duyar mısınız?
— Ev kadar bir taş mı? Korkunç bir şey bu kuşkusuz.
— Korkudan söz etmiyorum. Acı duyar mısınız onu söyleyin?
— Dağ kadar bir taş demektir bu, tonlarca ağırlığı vardır. Hiç acı duymam sanırım.
— Ama taş asılı dururken gerçekten de geçip altında dursanız, acı çekmekten korkarsınız. Her büyük bilgin, her en iyi doktor, hâsılı herkes çok korkar. Herkes hiç acı çekmeyeceğinin bile bile, acı çekeceğinden korkar.
— Peki, büyük dediğiniz ikinci neden?
— Öteki dünya!
— Yani ceza, demek istiyorsunuz?
— Önemli değil bu. Öteki dünya, yalnızca öteki dünya.
— Öteki dünyaya hiç inanamayan dinsizler yok mu ki?
Yine sustu.
— Belki de kendinizden pay biçiyorsunuz, dedim.
Yüzü kızardı.
—Herkes kendinden pay biçmeyebilir. Kişioğlu için yaşamakla ölmek arasında bir fark olmayacağı zaman özgür olacaktır insanlık. Herkesin amacı bu olmalı işte.
— Amacı mı? Ama o zaman hiç kimse yaşamak istemezdi, öyle değil mi?
Kararlı bir sesle
— Hiç kimse, dedi.
— Bence insan yaşamı sevdiği için ölümden korkuyor, dedim doğa böyle buyurmuş.
Gözleri parladı.
— Bayağı bir şey bu, bizi aldatan da bu zaten! Yaşam baştan aşağı acı, korkudur. İnsan da mutsuzdur. Bugün her şey acı, korkudur. Bugün insanoğlu yaşamı seviyor, çünkü acı ile korku ile seviyor, çünkü acı ile korkuyu seviyor. Böyle olagelmiş. Şimdi acıya, korkuya karşılık yaşam veriliyor; aldandığımız nokta da burası. İnsan o insan olmadı henüz. Bir gün gelecek, insan bambaşka, mutlu, mağrur olacak. Her kime göre ölümle yaşamak bir olacaksa o olacak sözünü ettiğim yeni insan! Acı ile korkuyu kim yenerse Tanrı o olacak. Öteki tanrı ise olmayacak.
— Demek, öteki tanrının varlığına inanıyorsunuz?
— Öteki Tanrı yok ama, O var. Taşta acı yok ama taştan duyulan korkuda var acı. Tanrı, ölüm korkusunun acısıdır. Acı ile korkuyu yenen Tanrı olacaktır. O zaman yepyeni bir yaşam, yepyeni bir insan, her şey yepyeni... O zaman iki bölümde incelenecek tarih. Gorillerden Tanrı’nın yok edilmesine dek olan çağ, Tanrı’nın yok edilmesinde...
— Gorillere dek olan çağ, herhalde?
—... yeryüzünün, insan bedeninin değişmesine dek olan çağ İnsan Tanrı olacak, bedenene değişecek. Dünya da, işler de, düşünceler de, tüm duygular da değişecek. Ne dersiniz, insan bedenen değişecek mi o zaman?
— Yaşamakla yaşamamak aynı şey olacaksa herkes kendi kendini vuracaktır, tek değişiklik bu olacak işte belki.
— Bunun hiç önemi yok. Yanılmayı öldürecekler. En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendi kendini öldürme cesaretini göstermek zorundadır. Kendisini öldürebilen kişi yanılmanın sırrına ermiş kişidir. Bundan öte özgürlük yoktur. Her şey burada biter. Kendisini öldürebilen kişi Tanrı’dır. Bugün herkes Tanrı’yı da her şeyi yok edebilir. Ama daha kimse yapamadı bunu.
— Milyonlarca intihar eden olur.
— Ama hiçbiri bu amaçla, bunun için değil bu intiharların. Korkuyla olmuş şeylerdir. Korkuyu öldürmek için intihar eden insan bir anda Tanrı olacaktır. (...)

[Krillov konuşuyor]
Ömrümce acı çektirdi bana Tanrı.

[Şatov: Dünyayı yenmek istiyorsan, önce kendini yen]

[Krillov, Pyotr’a Stavrogin’i anlatıyor:]
Stavrogin inanırsa, inandığına inanmaz. İnanmazsa da inanmadığına inanmaz.

[Kirillov]
Tanrı yoksa, benim Tanrı.
(...)
Tanrıtanımazların Tanrı’nın olmadığına inanmalarına karşın, kendilerini nasıl öldürmediklerine aklım ermiyor. İnsanın, Tanrı olmadığı bilincine varır varmaz, aynı anda kendisinin Tanrı olduğu bilincine varmaması olacak şey değildir. Yoksa, kendini öldürmesi kaçınılmaz olur.(…) Başlamak kanıtlamak için ben öldüreceğim kendimi. Şimdilik bir Tanrı’yım yalnızca, mutsuzum da, çünkü özgür olduklarını ilan etmekten korkuyorlar. Kişioğlunun bugüne dek böylesine mutsuz, neşesiz olması özgürlüğünün en önemli noktasını ilan etmekten korkmasından. (…) Son derece mutsuzum, çünkü son derece korkuyorum. Korku, kişioğlunun yüzkarasıdır… Ama ben özgürlüğümü ilan ediyorum, inanmadığıma herkesi inandırmak zorundayım. Ben başlayacağım, ben bitireceğim bu işi. Kapıyı açan ben olacağım. Kurtaracağım kişioğlunu. Ancak bu kurtarabilir insanları, bir sonraki kuşağı da bedenen değiştirir. Çünkü kişioğlu, bugünkü durumuyla eski Tanrısı olmadan yaşayamaz bence. Tanrı’lığımın özünün ne olduğunu üç yıl aradım, sonunda buldum: Tanrı’lığımın özü, kişisel özgürlüğümdür! En önemli noktada bağımlı olmadığımı, korkunç yeni özgürlüğümü ancak böyle kanıtlayabilirim. Son derece korkunç bir şeydir bu çünkü. Buyruk altında olmadığımı, korkunç bir özgürlüğümün olduğunu kanıtlamak için kendimi öldüreceğim.

[Sofiya Matveyevna]
Mutluluk zararlıdır benim için, çünkü yakında tüm düşmanlarımı bağışlayacağım...

Resim: Emil Filla / Reader of Dostoevsky / 1907 / National Gallery in Prague

Cinler (Ecinniler) [Бесы, 1872] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski [Фёдор Михайлович Достоевский, 1821–1881] Roman, Çeviri: Ergin Altay, İletişim Yayınları, Dünya Klasikleri, 6. Basım 2002, (1. Basım, 2000), İstanbul, 703 s.

25 Aralık 2008 Perşembe

• dnm / Bu Adam Nereye Koşuyor?

SERGİ kartviziti için hazırlamıştım. Sonra kaybolup gitmişti.

Şimdi bu kendi 'iş'im için eleştirel bir bakış sunayım.

Aslında bu işin devamını da yapmak isterim ama hiçte öyle koşan adamın düşündüğü gibi 'renkli' olmayacaktır bu devam serisi.

Gerçekten o adamımız renklilik için mi koşuyor, yoksa bir şeylerden kurtulduğunu mu sanıyor? Her şey ihtimal dahilindedir.

O koşan adam çoğumuzun içindeki 'şey'i taşıyor olabilir. Bir tür idealize edilenin peşinde olması muhtemel. Bu da hasret demek. Bu hasret özde olduğu düşünülenin gerçekleştirilmesinedir. İçten ve samimi olana bu da kişinin kendine gerçekleştirmeye yönelik özgüvenini de taşıyor gibi. Bir şeyler kişiyi itekler bunlar da ne yapsa(k) karanlık renklenmiyor bir anda. Yokolup gitmiyor geçmiş ve aklımızda kalan o küçük parçacıklar. Demir tozu gibi sarıyor... Bir tür düşünsel cızırtıya, hışırtıya sebebiyet veriyor.

Nereye kadar koşsa da 'geleceği' (yer) aynı olması muhtemel.

Renksizlikte renkleri göremeyen (tasavvur edemeyen) renk içinde de aslında hiçbir şey göremeyecektir.

Ama koşması bir 'iş'tir, diyebiliriz. Çok kötülemeyelim. Yine de bir devrim yaptığını da düşünmeyelim. Çünkü daha zor olan şey tek renk ya da çok renk içinde olmak değil; her an ve her yerde özel bir alanımızı var edebilmek ve onu yaşatabilmek. Bir tür sera değil bahsettiğim. Ama bir tür bahçe diyebiliriz. Ve ikisinin arasında büyük fark var. Sera her devirdir. Bahçe dışarda bahar varken baharı kış varken kışı yaşar. Ama bahçede neyin, nasıl yetişeceği kişiye kalmıştır. Hem bağımlı hem bağımsız.

Bahçesi olmak... O adamın kendi bahçesine doğru koştuğunu düşünüyor olabiliriz. Ama koşmadan önce bahçeye dair hiç bir nüve yoksa aklında koşmasının da hiç bir anlamı olmayacaktır. Ne kadar uğraşsakta çoğu zaman renkli olana koşma ıstıraplı bir hayatı göstermeyen aldatmacadan başka bir şey olamıyor. Belki bu ıstıraplı şeyi biraz daha çekilebilir kılıyordur o kadar. (Tabiy kendini kandırarak)

Adaletsizliğin ideolojisi bize o adamın renkli ve bahçeli bir dünyaya koştuğunu ezberletti.
Politik (ütopik) dil o koşan adam için binlerce olasılığın olabileceğinden bahsetti.

Birisini bilim (mutlak doğru, tek gerçek) olarak her yerde pazarlıyorlarken.
Diğerini o bilime müdahale etmeye çalışan 'bilim dışı' unsur olarak suçluyorlar.

Biraz daha

Biraz da

Bir az

24 Aralık 2008 Çarşamba

‘Cemaat’ ile patron el ele, sendikalı işçiler ölüme! / Ece Temelkuran

24 Aralık 2008 • Çarşamba • Milliyet
Önceki gün Ümraniye’de aynı anda sözde kriz gerekçesiyle işten çıkarılan ve işyerini terk etmeme eylemi yapan 350 Sinter işçisinin büyük çoğunluğu DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş üyesiydi. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin söylediğine göre, işveren işten çıkardığı işçilere “Sendikadan istifa edin, gelin işe başlayın” demişti.
Aynı şekilde, Brisa fabrikasında 3 gün süren işyeri işgalinin sebebi de buydu. İşveren krizi bahane ederek sendikalı işçilerin akitlerini feshetmişti.
Bir değil iki değil: Çokuluslu şirketlerden devlet kurumlarına kadar her yerde aynı şey yaşanıyor. İşverenler kriz lafı telaffuz edildiği andan başlayarak hükümet yanlısı olmayan sendikalara bağlı işçileri toplu katliama tabi tutuyor. Bu sistemli bir hareket.
IBM’de DİSK üyesi işyeri temsilcilerinin işten atılması bir yandan, Kızılay’da DİSK’e bağlı 15 sendika üyesinin işten çıkarılması öte yandan.

Sendikasız hemşire severiz!
IBM ve Kızılay örneklerini yakından biliyorum. Kızılay Çapa Kan Merkezi’nden atılan Arzu Örün, Meral Kırkan ve Funda Keleş bana yaşadıklarından bahsettiler.
Sendikaya üye oldukları anda başlayan hakaretler bir yana 15 yıllık, 21 yıllık hemşireler bir günde nasıl Kızılay binası bile olmayan Ardahan’a gönderilmek istendiklerini anlattılar.
Hepsini toplayıp “Kaz sürüleri, maymunlar!” diye bağıran müdürleri, “Sendikaya üye olacaksınız gidip Hak-İş’e üye olun” diyen yöneticileri, işlerini geri almak için girişimlerde bulunduklarında haklarında Emniyet’e yapılan asılsız ihbarlar, geceleri gelen sendikadan istifa etmelerini söyleyen tehdit telefonları...
Hepsini dinledim. Ama en çarpıcı olan şuydu:
Ardahan’a yapılan anlamsız tayinlere kılıf uydurmak için tam kriz sırasında Ardahan’da 1 trilyonluk bina apar topar kiralanmış. Üstelik ne doktor ne hemşire var. Merkezde 2 ayda sadece bir kere kan alınmış. Yani Kızılay sendikayı kuruma sokmamak için kriz günlerinde 1 trilyonu havaya savurmuş.
Kızılay’dan çıkarılan hemşirelerin açtıkları davanın ilk duruşması önümüzdeki cuma. Ne olacağını göreceğiz.

Olacaksan bizden ol!
DİSK Genel Başkanı Çelebi dün telefonda şöyle dedi:
“Avrupa da kriz yaşıyor ama işçi çıkarılmıyor. Krizde sendikaların üye sayısı artıyor. İşverenleri korkutan bu. Başbakan ‘Krizi fırsata çevireceğiz’ demişti. Bazı işverenler de krizi böyle fırsata çeviriyor: İşten atmalarla.”
Açık Toplum’un yayımladığı “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırmasından bir paragraf:
“Esnafından memuruna kadar iş yaşamında yer alan çoğu kişinin ‘ben de sizdenim’ mesajını vermek üzere (...) Ramazan’da oruçlu olmasa bile oruçluymuş gibi davrandığını, işyerinde Zaman gazetesi bulundurmanın ya da dini cemaat toplantılarına katılmanın zorunlu hale geldiği, laik ya da sol sendikalardan istifa edip iktidar yanlısı sendikalara üye olduğu anlatıldı.”

İşçi düşmanı cemaat
‘Onlardan olmayanların’, onların beğenmediği sendikalara üye olanların neye maruz kaldıkları ortada: İşsizlik, açlık...
AKP sadece dini muhafazakârlık üreten bir siyasi makine değil aynı zamanda cemaat ilişkileri aracılığıyla insanların ekmeğiyle oynayan işçi, emekçi düşmanı bir yapı.
Özel sektördeki sendika üyelerinin işten atılmasını hoş görmekle kalmıyor, aynı zamanda, Kızılay gibi kadrolaşmanın yoğun olduğu yerlerde işçilere, memurlara açıkça “cemaat sendikalarını” dayatıyor.
AKP’nin ve Anadolu’da etkin olan Gülen cemaatinin, anti-komünist hareketin, yani yoksullarla işçilerin örgütlenmesine karşı yürütülen siyasi projenin birer yan ürünü oldukları düşünülürse bütün bu olup bitenler son derece tutarlı elbette. Ama mesele şu:
Eline Nur risalesi, ağzına zengin sofrasından dökülmüş zekât kırıntıları verilen yoksullar sadece zenginleri daha çok zenginleştiren ‘cemaatlerin’ işçi, yoksul düşmanı yüzünü ne zaman görecekler?

Ece Temelkuran • ‘Cemaat’ ile patron el ele, sendikalı işçiler ölüme! • 24 Aralık 2008 • Çarşamba • Milliyet web sayfasından alınmıştır

• Bilmediğini Bilenden Değil, Bilmediğini Bilmeyenden Kork

Turgut Ağabeyin (nam-ı diğer Külüstür Turgut'un) bir muhabbete güzelce eklediği söz.

Herkes kendi dengi ile oynar. Bu yargı ve genellemenin suçlanacak bir yanı yok. Yani ki kişioğlu ben çok zekiyim ama çevremde hep aptallar var diyorsa. Burada bir ölçüm yanlışı vardır. Başkalarının aptal olduğunu düşününce kişi kendisini akıllı sanıyor olabilir. Oysa öyle bir şey yoktur. O çevresinin bir ortalamasıdır. Ya da çevre onun. Şayet cidden bir fark varsa bu yüksek oranlı bir uyumsuzluk olarak ortaya çıkacaktır.

Yani konuşmayı, bir şeyler yapmayı, iş yaptığımız insanları tercih edebilme imkânımız varsa ve biz hala bir yetersizlikten dem vuruyorsak suç onlarda değil bizdedir. Niye daha iyilerini tercih etmiyorsun diye sorulacaktır yoksa. Reddetmemek ya da vazgeçememek suçlamanın çevreyi kötülemenin saçmalığından başka bir şey değildir. Eğer kişi çevrenin kendine göre olmadığını düşünüyorsa reddetmeli, yolunu ayırmalıdır yoksa laf etmemelidir. Ne yardan ne serden demek ancak pragmatistlerin işidir. Ve hiçbir şey kazandırmayacaktır.

Ama devir bildiğini bilmek dışında bilmediğini bilmeyenlerin devridir. 16 yaşında hayatı çözer, 20'sinde her şeyi öğrenir, 25'ne kadar bütün acıları çeker ve 30'na geldiğinde aslında bir hiç olduğunun farkına varır. Yol çok uzundur ama alınması gerekiyordur. Yuvarlandıkça parçalanan bir kaya parçası gibi... Sanırım süreç bende tersinden işliyor ya da işlemiyor makine bozuldu. Ben izliyorum sadece. Bu daha uygun... Kişilerin o uçuk iddialarının yıkıldığını görüyorsunuz. Bu gördüğüme sevinmiyorum. Hayret içinde insanların basit gerçekleri kabul etmeyişlerine şaşıyorum. O aşırı özgüveni nereden buluyorlar merak ediyorum.

Herkes hakettiği yerdedir... (bu da çok sıradan bir laf gibi ama şimdi açmak istemiyorum)

Neyse yeter bu kadar...

21 Aralık 2008 Pazar

Buğdayın Türküsü / Yeni Türkü

Neredeyse üç ay sonra Buğdayın Türküsü üzerine notumu kısmen de olsa yerine getiriyorum.

Bu albümden parçaları 90'ların ortalarında kasetten dinlemiştim. Kötü bir çekim olmasına rağmen çok sevdiğim kasetim yalancı (palavracı mı demeliyim) bir zat-ı muhterem tarafından kopyalanmak üzere götürüldü ve bir daha gelmedi. (Sanırım o zat şimdi odtü sosyolojide yüksek lisans ya da doktora yapıyor. Bir kaç yıl önce gördüğümde palavralarına devam ediyordu. Bir de bilim adamı olacak deyyus. Gel de bunun yazdığı makaleyi oku. Ne yazacaktım, nereye geldim.)

Buğdayın Türküsü Pablo Neruda'nın bir şiiri. Albümün ilk parçası olan bu şiir aynı zamanda albüme adını vermiş. Albüm 1979 yılında uzunçalar (LP Longplay, 33'lük plak) olarak yayınlanmıştır. Kısa bir süre sonra da toplatılmış. Daha ayrıntılı bilgi için: wikipedia'ye bakabilirsiniz.

2000 yılında kaset bilinmeze karıştıktan sonra parça pörçük kayıtları buldum. Tabii plağı da buldum, ama el yakan fiyatlardan olduğu için alamadım. Şans güldü bir gün Sergi'de bu konuyu konuşurken yanımızdan geçen bir ağabey bize takılmış birgün gelip plaktan kendisinde de olduğunu söyledi. Ricam üzerine getirdi ve bende cd'ye aktarttım.

Buğdayın Türküsü'nde ne bulduğum sorulabilir. Dili sert, müziği mekanik gelebilir. Oysaki ben de tam da bunu istiyorum. 1970'lerin sert dillini duyabilmek... Beri yandan bir tür pastel renklerde sesler, keşfediş, canlanış, büyük umutlar içinde ve yıkım öncesi olması da ilgimi çekiyor. Cinayeti haberini alan ağlamaya yakın ama boşuna ölünmediği hissi... Öte yandan, evet, müzik sert, ama tuhaf bir koruyuculuk yapıyor. Yuvayı korumaya çalışıyor gibi. Bir tür babacan bir hal var. (Can Yücel'in İşçi Marşı buna çok güzel bir örnek) Bir albüm için bayağı absürt bir tarif olabilir. Buğdayın Türküsü içten geliyor. Sanki bu parçaları söyleyenler daha dört beş yıl önce 12 Mart karanlığından çıkmamış gibi. Oysa biz hala 12 Eylül karanlığından çıkamadık. Benim aradığım ise bir dönem edimlemesi diyeyim. Bizim kuşağımızın neredeyse birgün bile hissedemediği geleceğe karşı olumlu bir bakış. Yenileceğinden emin olunan bir safta olma düşüncesi ve bile isteye kurban olma düşüncesidir, bizde olan. Çünkü dışarda yaşanacak bir şey yoktur. Evet, yoktur ama kaybetmekte en azından bu kadar kader olmamalı. Buğdayın Türküsü'nde belki de bu tür bir ruh hali hissetmeyişim beni sevindiriyor. Evet, insanlar ölüyor ama boşuna değil. Kazanabilecek bir güce sahibiz ve ayaklarımız bu toprağa basıyor, diyor.

Doğu ve Batı Enstrümanları tuhaf kaçabilir. Oysaki bir zorlamadan (sentezcilik filan yapma düşüncesinden uzak) çok olağan bir şeymiş gibi bu çalışmada bir arada kullanılmışlar. Bunda Türkiye'deki sol müzik gruplarını etkileyen Latin tarzının önemli bir yeri vardır. Ve belki de bu yüzden batı doğu enstrümanı ayrımı bana saçma geliyor. Bazen olmazcılığı yıkmak gerekir. Batı enstrümanları böyle olmazsa hiç bir zaman bu ülkede kitleselleşmeyeceği bilinmeli. Beğensekte beğenmesekte. Müzikalitesini umursamıyorum. Ben çağrışımlarına dolanmak istiyorum. Ve müzikalite çağrışımları (siz titreyişi bilin) ile bir nebze somutlaşıyor yoksa başka bir anlamı da yok benim için.

Müzik üzerine çok uğraşım olmamasına rağmen özellikle 80'lerin sonu ve 90'ların sol müzik gruplarına dair bir çalışma yapmak isterdim. (Orhan Kahyaoğlu bunu dair güzel bir çalışmayı Grup Yorum üzerinden yaptı)

Şimdilik bu kadar diyeyim. Dinlemek isterseniz solda ki Radyo CıZıRTı istasyonundan POST'u tıklayarak "01 Buğdayın Türküsü" ile başlayan diziyi dinleyin. Dinleyin de bakalım size ne getirecek. Tabiy getirmeye de bilir. O zaman kusura bakmayın...
Biz çekilelim.

T: Sınırda Dergisi 12. sayı çıktı: Dostoyevski'nin Gölgesinde

Şiirleriyle Mahmut Temizyürek / Feride Erez / Ela Cengiz / Halil İbrahim Polat / Özgün E. Bulut / Müzeyyen / Murat Dalgın / Perihan Baykal / Umut Ünalan / Gülizar Söğütçü Kurum / Orhun Ağım / Fredrich Engels ( Türkçesi: Dr. Ulaş Başar Gezgin)

Saygıyla Onat Kutlar / İlhan Berk / Fazıl Hüsnü Dağlarca


Yazılarıyla
Samimiyet Parodisi / Bayram Balcı • Sonuna Kadar Masumiyet / Mahmut Temizyürek • Fırtınada Kaçkar Çıplaktı / Tacim Çiçek • Sosyomorfik Sanat – 2 / Erdal Sağlam • Şiirin ve Resmin Yeni Dil Bilgisi / Ahmet Bozkurt • Tımarhane Günlükleri / İbrahim Metin • Kör Peri / Ayşegül Çelik • Ömer Kavur Sineması / Serhan Evyapan • Fırtına, Uyarıcı Bir Film / Bayram Balcı • Ücretli Çalışma versus Çalışma - iki Logos / İlyaz Bingül • Şiddetin Estetiği / Mustafa Özcan Soylu • Panoptik Mekânda Zaman / Süleyman Yılmaz Bulduruç • Memmuniyetsiz / Orhan Çetinbilek • Eylemin Dönüşü / Kutlu Tunca • Çeviri: Walter Benjamin ve Arke-modern Dönüş / Jacques Rancieré / Türkçesi: Kutlu Tunca • “Oğuz Haksever’le o anlar”: Yeni Bir Duygu İdeolojisine Doğru / Hüseyin Köse • Tekçilik, Evrenselcilik ve Kamusal Yurttaşlık / Hüsamettin Çetinkaya

Dosya: DOSTOYEVSKİ’nin Gölgesinde

Dokuz Mail’de Bir Roman / Sabri Gürses • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski: Yaşamı ve Yapıtları / İsmail Bukka Kaplan • Aşırılıklar Çağının Yazarı / Yeşim Dinçer • Çeviri: ‘Suç ve Ceza’da Doğayı Kavrayış / Kennokse Nakamura / Türkçesi: Savaş Çetinkaya • Köprüdeki Adam: Dostoyevski / İsmail Bukka Kaplan • Karamazov Kardeşler / Bob Zunjic / Türkçesi: Hüsamettin Çetinkaya - Can Çınar
.
Dostoyevski’nin Gölgesinde... (*)
21. yüzyıl başı Küreselleşme şahlanışı tam bir fiyaskoyla kendi yıkıntıları arasında debeleniyor. Bu debeleniş kendi ahlaki zirvesi haz ve hırs ilkesinin krizine dönüşüyor. 'Arsız 'Ben'in güç kozası çatlıyor ve mutasyon çağına giriyoruz. Vitrinlerdeki 'bir süre kapalıyız' levhaları bu mutatif yaratığı çıldırtıyor, haz ilkesi hızla öfke patlamalarına evriliyor. Şükürler olsun, şükürler olsun 'doğuş'u selamlayın!.. Mesih geri geldi, kötülüğün ilkesi doğdu!.. Yoksulluğun, cehaletin ve eşitsizliğin barbar bebeği (geist) Türkiye'de realize oldu. Arsız 'Ben' bir kor parçası, kızgın ateşler içinde, 'bana ne' mermileri savuruyor dünyaya. Müjdeler olsun, kötülüğün ilkesi doğdu. Doğa ve toplum, tahammül sınırında şimşekler çakarak selamlıyor kötülük bebeğini. Tarih adlı kâhin bildiriyor, 'düzeltici savaş'lara ya da bölgesel 'iç karşıklıklar'a hazırlanın! 'Kanlı doğrular'ınıza koşun. Böyle doğumların armağanıdır bu.
Sokrat bir ebeydi. Mitostan bir bebek doğurttu. Adı logos'tu. Öyle ya da böyle, geometrik adalet düşünü 2500 yıl gören o bebek, meşrulaştırdığı ırkçı hiyerarşi içinde kendi ölümünü izleyen bir koca bunak şimdi. Tüm açık yürekler soruyor. Son 20 yılın ebesi kim bu ülkede ve doğan bebeğin türü ne? Bu ebe sırtını zenginlere dayamış, bireysel haz (utanmadan özgürlük der buna o) çığlıklarıyla 'toplum' nosyonunu dinamitleyen Protogoras'tan başkası değil. Doğan bebek; tek marifeti 'benim çıkarım' ve başkasından 'bana ne' zırlamasıyla gökleri inleten bir yaratık. Sosyalist, liberal ve İslamcı aydınlar, asker-sivil bürokratlar, ve tüm öğretmenler, sanatçılar yani bu coğrafyanın entelektüel iktidarına hükmedenler son yirmi yıldaki işlevinizle doğurttuğunuz bebeği selamlayın. Liberal ve islamik devriminizin hilkati karşınızda! Ona mal satın, onu camiye tıkın, onu kirli savaşlarınızda öldürün. Tüm insani kapasitenizin, tüm hayallerinizin nihai ürününe bakın haykırıyor, 'bana ne!'... , onurlanın, gururlanın!
Böyle dönemlerde hakikate ve adalete saygı azalır, hatta tersine suçlanır. Ve yine hep böyle dönemlerde yeniden doğar varlık tanrısı: umut ve eylem!. Sancılı. Evet, vaktidir.
hç - 2008

Bu sayı, üzerine bir biçimde Dostoyeveski’nin gölgesi düşen metinlerden oluştu: -tanımsız bir lirizm, belki naif bir sızı, fakat analitiğin acımasız ironisini üreten metinler: Kutlu Tunca’nın, Eylemin Dönüşü, Mahmut Temizyürek’in ‘Sonuna Kadar Masumiyet’i, Bayram Balcı’nın Samimiyet Parodisi’, İbrahim Metin’in ‘Tımarhane Günlükleri’, Orhan Çetinbilek’in ‘Memnuniyetsiz’i, Mustafa Özcan Soylu’nun, Şiddetin Estetiği’, İlyaz Bingül’ün ‘Ücretli Çalışma versus Çalışma’sı ve ‘İki Logos, İki Koldan Bir tarih’i, Hüseyin Köse’nin ‘O’ Anlar: Yeni Bir Duygu İdeolojisine Doğru’su, Tacim Çiçek’in ‘Fırtınada Kaçkar Çıplaktı’ tanıtımı, Erdal Ateş’in ‘Sosyomorfik Sanat’ı, Süleyman Yılmaz Bulduruç’un, Panoptik Mekanda Zaman’ı,: öyküler, Ayşegül Çelik’in ‘Kör Peri’si ve Sabri Gürses’in ‘Dokuz Mail’de Bir Roman’ı: inceleme; Ahmet Bozkurt’un Şiirin ve Resmin Yeni Dil Bilgisi: sinema yazılarında, Serhan Evyapan’ın, ‘Ömer Kavur Sineması’ ve Bayram Balcı’nın, ‘Fırtına, Uyarıcı Bir Film’ incelemesi, yitirdiğimiz şairlere saygıda, Onat kutlar, İlhan Berk ve Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türkiye için iyi bir zamanlamayla Kutlu Tunca’nın çevirisi, J. Ranciere’in ‘Walter Benjamin ve Arke-modern Dönüş’ü, benim gündeme dair bir metnim: ‘Tekçilik, Evrenselcilik ve Kamusal Yurttaşlık’, İsmail Bukka Kaplan’ın hazırlığını neredeyse tek başına yüklendiği Dostoyevski bölümü için teşekkürle paylaştığımız metinleri Fyodor Dostoyevski Yaşamı ve Yapıtları, ve Köprüdeki adam Dostoyevski, Yeşim Dinçer’in ‘Aşırılıklar Çağı’nın Yazarı’, yine bu bölüm içinde Savaş Çetinkaya’nın çevirisiyle, bir Japon Dostoyevski uzmanı Kennoske Nakamura’nın ‘Suç ve Ceza’da Doğayı kavrayış’ı, Can Çınar’la çevirisini üstlendiğimiz, Bob Zunjiç’in ‘Karamazof Kardeşler’ adlı bol açmazlı pedagojik metni.. Kısaca güncele kayıtlı ve epey dolu bir Sınırda sayısı daha kışortası güneşte. Has sözün insanları ve şiirleri bu sayının kendine özgü bir mecrası, -bu bölüm’ü de Bayram Balcı hazırladı-. Mahmut Temizyürek: Ömüryiyen, Feride Erez: Kesr-a, Ela Cengiz: Lâl Gelin Ağıdı, Halil İbrahim Polat: La Minör- Deruhte, Özgün E. Bulut: Yol, Müzeyyen: Tarihsel Figürlerden…, Murat Dalgın: Gorki’nin Saati, Perihan Baykal: aşkferma, Umut Ünalan: Beni Adam Ettiniz, Gülizar S.Kurum: Kayıp, Orhun Ağım: Armağan, Ulaş Başar Gezgin çevirisiyle Friedrich Engels: Bedevi

Gelecek sayının konusu için Kutlu Tunca’nın önerisini hayata geçirmeye niyetliyiz: “şu ‘kriz’ meselesini ele alabilir miyiz? yani hem kriz'i hem de kriz söylemini /kavramını sökerek ve genişleterek, krizin hallerini, boyutlarını, roman'dan, şiire, kişisel yaşamlarımızdan topluma, dünyaya uzanan bir dizi içinde, etkileri, sonuçları, yıkımları ama olanaklarıyla birlikte. Müdahaleci bir tema olabilir diye düşünüyorum.”

Sınırda dergisini bulabileceğiniz kitapçılar


Ankara'da // D o s t // D i p n o t // T a n // İ m g e //
İzmir'de // Yakın // İletişim // Kabile //
İstanbul'da Beyoğlu: // Pandora // Mefisto // Semerkand // Simurg //Kadıköy: // Seyhan // Mefisto //Beşiktaş: // Kabalcı //
.
(*) http://www.aralik.com.tr/ adresinden alınmıştır

19 Aralık 2008 Cuma

19 Aralık 2000


Açlık Çoğunluktadır / Turgut Uyar

gülü çiğdemi filan bırak
sardunyayı karidesi filan bırak
acıyı ve ölümleri bırak
oy pusulalarını ve seçimleri bırak
evet
seçimleri özellikle bırak
çünkü açlık çoğunluktadır

her kişinin ukala ömrü
yeter sanılır çiçeklenmeye
ve dünyanın karanlığından
bir aşk bahanesiyle kurtulmaya
kaçıp giden baharların anısı
elden ele devredilen bir gençlik duygusu
laleler sümbüller bütün öbür boklar püsürler
hakkım var mıdır bunları söylemeye
–vardır
güneş doğarken ve batarken
yazdan kışa girerken ve kıştan çıkarken
ve dağda ve kırda
hakkım vardır–
çünkü en azından dünyadan
dölsüz katırlar geçer
yüklü vagonlar geçer
demir yüklü şilepler geçer
yelkenleri işletenleri ve tayfalarıyla
ve onların karıları ve çocuklarıyla
ve bilinmez sanılır geleceği
bir demiryolu makasçısının
oysa kesinlikle yazılmıştır
her sevgi kitabında
asıl olan açlıktır
çoğunluktadır

sevişmek o yüzden gereklidir
evet açlık, yok olsun bütün incelikler
mendiliniz var mı, kabak ograten
böf strogonof mantar fileminyon
güneş görmemiş midye
midye görmemiş güneş
ve soygun halindeki otel malzemeleri
ve altın arayıcılar
ve istedikleri yerlerde
yüksek graviteli petrol bulanlar
hem thames kıyısında
hem mekong deltasında
bir kalça fotoğrafına bunlarla birlikte bakanlar
çoğunlukta değildir
açlık çoğunluktadır

artık her şeyi yaşadık
ve birlikte düşündük
ve duşunduk ki her şey cehennem
bir bakışta
ve cehennem
başarılmamış bir savaştır
dünyanın ortasında kullanılmamış bir su
cehennem, insanin kendi ciğeri
at sırtında taşınan ölü
kundağa girmeyen bebe
karanlıklarda açan çiçeklerin
bir insanin ölümüne dönüşü
bir insan ölümü olmaya
çünkü açlık çoğunluktadır

–işte o zaman diyorum ki–
gelişin şen olsun senin
her şey esirgesin seni
çünkü açlık çoğunluktadır
ve ezecektir gücüyle dünyayı
–ikimize bir aşk elbette yetmez
türlü şeylerin savunulduğu–
diriliğe eşitliğe tokluğa
artık ayıp olan tokluğa
çünkü açlık çoğunluktadır
Açlık.

Turgut Uyar • Toplandılar • 1974 • Cem Yayınları

17 Aralık 2008 Çarşamba

Tamirat / Arkadaş Z. Özger

ne kadar üstelesem yanlış bir değişimi
bir proleterin oğlu olduğuma inandıramıyorum kimseyi
inandıramıyorum babama bir proleter olduğunu

babam çok eski bir partizan
kötü bir halk partisinin kalıntısına yamamış nefretini
acıyı ve bir dönemi benden iyi biliyor
ne zaman içki içsek bir cuma gecesi ertesi
açlığı ve yoksulluğu benden iyi anlatıyor

benim bir abim iki abim varmış
açlık ve yoksulluk kötü bir şefin döneminde
ikisine de almış

çünki dönem o dönemmiş
ablalarım kalıntı toplarmış pazardan
ağabeylerim buz satarmış

babamsa memur ayakkabılarının tamiratına
nefretini yamarmış

annem bir sabır küpü
annem bir acı küpü

acıyla beslemiş yüreğini
yoksulluğu ve açlığı acıyla doyurmuş
ve acıyla büyütmüş bebeğini
acıyla doğurmuş

ben işte eksik bir birikimin tortusuyum
geçmişlerde yoğrularak çocukluğum
bana hep acıyı ve hüznü öğretti

ezilmişliğin kompleksiyle büyüdüm böyle
yaşıyamadığım günlere özlemli
yaklaşmak istedikçe burjuva özentilerine
sınıfım çekiyordu utandırarak beni
yaklaştıkça üşüyen damarlarımdaki hınç
çekildikçe yanıyordu sınıfımın ateşinden

ben işte bunun için
bir burjuva kuklasıyım, korkak
ve acemi bir militanım
hüzne ve yalnızlığa yakın

gördüm ki bir cuma gecesi ertesi
babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına
nefretle vurduğu örsü ve çekici
öfkesini köseleden ayırdığı bıçak
açılmış bir gül gibi duruyor önümde

vur gülüm vur gülüm vur gülüm
vur sen de burjuva ayakkabılarının altına

artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak
sadece bıçak gülüm sadece bıçak.

Arkadaş Z. ÖzgerForum Dergisi • 15 Eylül 1969

16 Aralık 2008 Salı

Çok Üşümek / Turgut Uyar

Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın

Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde
Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça

Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer

O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler

Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep “Evet” dedikleri

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız

Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları
Birinci baskı ile karşılaştırılmıştır s. 9

Uyanınca Üşümek / Turgut Uyar

Kurutulmuş bir çiçektiniz sanki, göğünüzü getirdim
Karşılıklı bakışan sulardan ve en iyisi
Sırmayla süslenmiş bir eski zaman ceketi örttüm
üstlerinize
ısındınız, uyudunuz, ölmediniz gülümsemeyle
uzun bir araba atlarını itiyordu ve
size baktım.
Yaprağın bir soğuku yadırgayan yeşili ancak üstümüzdeydi
Durmadan karanlıktan uykunuz uzuyordu, sıcaktan
uyuyordunuz...
ve evler birbirlerinden eskirlerse
ve eskiden olmak tükenirse,
ve yalnızlığınızın bütün yakılmış mumları erirse,
ve sırmalı uykudan usul usul uyanırsanız
korkmayın...
o zaman lokantalar var daha başka
Akşamla. Ve dindiren şarkısı kendi olmanın
Büyük ve kesin cezalanışı yani sevincin
Uzun içkilerde, uykulu zehirlerde, bir yıl sonra ve her yerde
Yaşamak yani,
bağırmak, gürültüler, geçip gitmesi bir beyaz resmin ve
çökmek,
Sizi titreten taşra aydınlığı yahut birdenbire
Karışıp yalanışıltısına yaşamanın hani...
solgun gece, uzun ve yuvarlak gece ve o su
ve o çıplanmış bedenlerin sonu gelemez buğusu
sizi alır ve bırakırsa,
sizi bırakırsa
korkmayın...

o zaman uzun antikacılar var gene ve onların dükkanları
kullanılmış takvimlerden artan hüzünler
sizi alır götürürüm, yirmidört parça tentene alırsınız
örtünürsünüz.

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları
Birinci baskı ile karşılaştırılmıştır s. 10-11

14 Aralık 2008 Pazar

• aman hocam patlamasın

Yavaş
Çok yavaş
Hem de çok
Oldukça çok yavaş

Bu 'oldukça' lafına takıldım.
Yani 'olmak' sürdüğünce yavaş mı olacaktır?
Ya da 'oldukça' lafı başkalarına yani kendi çeşidinden başkalarına göre bir kıyas mıdır?
Tabiy ikincisi ya da hangisi aklınıza yatarsa.

Şimdi bu teknik şeyleri geçelim. Ruhu olmuyor.
Aptal birer gevelemeye, neye yaradığı anlaşılmayan akademik lakırdılara dönüşüyorlar.

Şu akademi süslü birer tutsak makinesinin kıçı
Akademiye gitmeye bir şey demiyorum.
Ona umut bağlamaya ya da onun düşünsel olarak bir bok görmeye kızıyorum.
Yoksa işinizdir, hayatınızı sürdürmeniz gerekir yaparsınız, başka.

Akademik düşünce insan aklının çölüdür. Ruhunu kurutur, düşlerinizi çökertir.
Şirketler, sponsorlar, aptallar, özentilerle dolar, dolar.

Bu yüzden akademikler büyümüş hayalci çocuğun dili olan politik dili çok sevmezler.

Bu politik dilden (Ütopik dildir bu) kastedilen devrimciliktir, varolanla yetinmemektir ona müdahale etme isteğidir.
(bazılarına özellikle de akademiklere bu korkunç gelir: "Müdahale ne demek? Siz bir entelektüelsiniz." —akademiklerin büyük bir kısmı kıç yerindeki entelektüeller oluyor—)

akademikler: determinist, belirlenimci, pozitivist(ne derseniz artık)tır.
Politikler neşecidir.
Ne alaka denebilir
Alaka onun bir 'kavram'a oturmayışıdır.
Ruhunda kaynayan yaradadır.
Sorulara verilmiş yanıtların yetersizliğidir.
Burası korkunç bir yerdir.
Ve insanı çok kötü bir şekilde savurabileceği gibi duvara da çarpabilir. Yamultur.

Neşe sözcüğünü çok seviyorum. Mutluluk çok yetersiz ve geniş…
Ama Neşe çok anlık, patlamalı ve yaz aylarında tarlaların içinde yağmur yağarken (belki sis varken) koşturduğunuz bir anı hatırlamak gibi.
Neşe öyle dalgın yürürken kulağa gelen bir müzik, unutulmuş bir pasajdan parçalar, bir şiirden mısralar, bir resim, çizim ya da benzeri şeyden ayrıntılar.
Belki uzun zaman geçtikten sonra gördüğümüz filmden bir sahne.
Bir yerden ilginç ya da çağrışımlı noktalar.

Şimdi bunun akademik tasarımına geçelim. Kanıtlayalım. İşin içine kavramları sokalım ve diğer şeyleri.

Akademi (en bilimsel yöntem karşıtı bile) bilimsel veri arar. Sorun bu bilimsel veri arama işi değildir. Karşılıklı bir yokoluştur. Bilim insanı, bilimi; bilim, bilim insanını kurutmuştur. Her yanı ufuksuzluk sarmıştır. O saran şey (fikir) ufku, görüşü, açıyı yok etmiştir; kişiyi zamansız ve mutlak kılmıştır.

Çözüm akademik olanla ütopik olanı bir araya getirebilmektir.
Onu (akademik olanı) ayartmaktır, yoldan çıkarmaktır. Adaletsiz bir düzen için işe yaramaz kılmaktır.
Bu korkunçtur.
Kimyasal bir tepkimedir.
Yetersizliğinde (çoğunlukla böyledir) azınlıkta ve intihar eğilimli olacaktır.
Melankoli baş tanrısıdır.
Ama derman dışarıda olacaktır; içeride değil.

İşte yavaş
Hem de çok yavaş
Oldukça, böyle durdukça daha da yavaş olacaktır.

(kimyası mı bozuktur nedir?)

13 Aralık 2008 Cumartesi

T: SONBAHAR "19 Aralık"ta Gösterimde

"Yusuf 1997 yılında 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Yusuf 'u, cezaevinden çıkıp geldiği Doğu Karadenizde ki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi karşılar. O cezaevinde iken babası ölmüş, ablası ise evlenip büyük bir kente taşınmıştır.Ekonomik nedenlerle sadece yaşlıların kaldığı bu dağ köyünde Yusuf bir tek çocukluk arkadaşı Mikail ile görüşmektedir. Sonbaharın kendini yavaş yavaş kışa teslim ettiği günlerde, Yusuf Mikail ile gittiği bir meyhanede fahişelik yapan genç ve güzel Gürcü kızı Eka ile karşılaşır. Farklı dünyalardan gelen bu iki insanın birlikteliği için ne zaman ne de koşullar uygundur. Yine de Yusuf için aşk son bir kez hayata tutunma ve kendi yalnızlığından sıyrılma çabasına dönüşür. Eka içinse Yusuf bu dünyadan çok uzakta, hatta şimdiki zamanda yaşamayan, Rus romanlarından kaçmış bir karakterdir.90 sonrasını arka planına alarak bir dönemin ironisini, acımasızlığını ve gerçekliğini ele alan filmde, yakın tarih hem belgeleniyor hem de eleştirel bir süzgeçten geçiriliyor."
Filmin internet sayfasından alınmıştır.
Yönetmen - Yazar
ÖZCAN ALPER

19 ARALIK 2008 Cuma günü
Ankara'da BÜYÜLÜ FENER'de

"Fırtına - Bahoz" filmini önereceğim ama film Ankara'da bilinmeyen sinemalarda...

Yeni Öğrenenlere / Metin Çulhaoğlu

13 Aralık 2008 • Cumartesi • soL
Şükürler olsun, yıllardır gizli tutulan, bilenlerin bile sağda solda pek dillendirmedikleri büyük bir gerçek daha CHP’nin çarşaf açılımı sayesinde gün ışığına çıktı: Tek parti döneminde hırpani görünüşlü kişilerin Ankara’da ana caddelere sokulmadıkları...

Ne yapsak? “Vay canına” mı desek?

Kimse kusura bakmasın: Eğer geçmişteki bu uygulamayı bugüne dek hiç duymayıp son çarşaf tartışmalarıyla öğrenen, orta ve ileri yaşlarda, üstelik okumuş geçinen kişi varsa “el insaf” demek gerekir.

Gerçi böyle dedik, ama doğrusunu isterseniz kılık kıyafet olayı tek parti dönemi öyküleri arasında biraz daha perde arkasında kalmış olanlardandır.

Bunun hiç bilinmemesine “el insaf” dersek, başka örneklere ne diyeceğiz?

* * *

Ama önce bir iddia: Türkiye’de tek parti dönemine, daha geniş tutarsak 1908-1950 dönemine ait olup gün ışığına çıkarılmasıyla “ezber bozacak”, tarih okumasını kökünden değiştirecek, geçmiş-gelecek kurgularında sil baştancılığı haklı gösterecek değerde, son 10-15 yıl içinde ortaya çıkarılmış tek bir tarihsel gerçek bile yoktur...

Kısacası, bugün büyük bir vaveylayla ortaya atılan ne varsa, bundan örneğin 40-50 yıl önce de bilinebilir, öğrenilebilirdi.

O halde, sormak gerek: Bir zamanlar gözleriniz görmüyor, kulaklarınız duymuyor, kafanız almıyorduysa, şimdi şamata koparmanın ne âlemi var?

Genç ve Koçgiri’den Ağrı ve Dersim’e uzanan Kürt isyanları, bu isyanların nasıl bastırıldığı 60-70 yıldır sır değildir. O halde bir zamanlar “oport” diye sataşıp “Şeyh Sait güruhu” diye aşağılayacağınıza, DDKD’lilere (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ve dönemin TİP’li Kürt liderlerine kulak verseydiniz, bunları daha 60’lı yıllarda öğrenebilirdiniz.

1942 yılında çıkartılan Varlık Vergisi yasası uygulamaları İstanbul’daki azınlıklara yönelik şoven, ırkçı ve faşizan yanıyla sizi isyan ettiriyorsa, bunun için belki de salt Hülya Avşar ve/veya Zühal Olcay tutkusuyla gidip seyrettiğiniz “Salkım Hanımın Taneleri”ni beklemeniz gerekmiyordu. O sıralar İstanbul defterdarı olan M. Faik Ökte “Varlık Vergisi Faciası”nda bunların hepsini anlatmıştı. Üstelik bu kitap 1951 yılında yayınlanmıştı.

Batıcı bürokrat seçkinlerin geniş halk yığınlarından kopukluğu tezi çok hoşunuza gidiyor, hislerinize ve düşüncelerinize tercüman oluyor, üstelik sizi “ben bunu önceden nasıl oldu da düşünemedim” diye hayıflandırıyorsa, zamanında Küçükömer okusaydınız. Örneğin Ankara’da neredeyse tüm “devletli” kesimin katıldığı İmran Öktem’in cenazesiyle ilgili protesto gösterilerinde bağırıp çağıracağınıza (1969), Küçükömer’in tam da o sıralarda çıkan kitabını (Düzenin Yabancılaşması) okuyup Küçükömerci olsaydınız.

Şerif Mardin’in “merkez-çevre yaklaşımı” size çok mu açıklayıcı geliyor? O zaman 35 yıldır nerelerdesiniz?

Cumhuriyet tarihinin sermaye birikim süreçleri temel alınarak açıklanamayacağına yeni kanaat getirdiyseniz, gene geç kaldınız. Çağlar Keyder, zamanında bundan başka bir şey yazmıyordu.

İttihat ve Terakki’nin darbeci geleneğini keşfetmek için Ergenekon davası mı gerekiyordu?

1915 Ermeni tehciri yeni mi ortaya çıkarılmıştır?

Jön Türklerin bir de Prens Sabahattin “kanadı” olduğunu yeni mi öğrendiniz?

Yanlış anlaşılmasın: Burada kastedilenler, 50’sinden sonra “büyük hakikat” keşfettiğini sanıp sonradan öğrenmişliğin görgüsüzlüğü ve tafrasıyla laf ebeliği yapanlar, sözde “yeni” tarih tezleri ortaya atanlardır. Yoksa yeni öğrendiklerini edeplice bilgi dağarcığına katıp bunları sağa sola sataşma vesilesi yapmayanlara sözümüz yoktur.

* * *

Duruma bakınca, çok bilinen bir fıkrayı burada bir kez daha tekrarlamak galiba en iyisi olacak:

Adamın biri, bir Yahudi’ye olanca öfkesiyle saldırıp adamcağızı fena halde hırpalıyormuş. Oradan geçen biri “ne oldu yahu, adamın suçu ne?” diye sorunca saldırgan yanıt vermiş: “Bunlar Hazreti İsa’yı gammazlayıp taşladılar!” Yoldan geçen “iyi de o senin dediğin yüzyıllar önce olmuştu” deyince karşı taraftan aldığı pişkin yanıt şu olur:

“Olsun, ben yeni öğrendim.”

Metin Çulhaoğlu • Yeni Öğrenenlere • 13 Aralık 2008 • Cumartesi • www.sol.org.tr adresinden alınmıştır.

12 Aralık 2008 Cuma

Islaktı Tütünlerle Sülünler... / Turgut Uyar

. . . . Bu karanlık bir şeydi!.. Bu karanlık bir şeydi!.. Bu karanlık Bir şeydi!.. Ne iyi!.. Kara bir kapıların ve ıslak sülünlerin önünde duygunluğuma bir şeylerin değindiği.
. . . . Islak bir halat atarlardı, boynuma, ıslak, iğrenirdim. Ne iyi!.. Yalnızlıksız bir ıslak halat, suları beni ıslatan. Bu boşluk kaç kez kadın, kaç kez erkek. Kirletilmiş, ıslak yatakların altına gizlenerek bir ıslak kedinin yavaş yavaş tüylendiği. Bu karanlık bir şeydi. Ne iyi!.. Islak bir kadının etimi sevindirdiği. Bu karanlık bir şeydi. Yaşanan!...
. . . . Bu karanlık bir şeydi!.. Ne iyi!..

. . . . Uykumu şeyler bulandırır. Eski, çuval, çuval, eski kapkalın ıslak…
. . . . Kaç gündür soğuk ve karanlık. Kaç gündür ıslak…

. . . . Su geçer, götürür doyumsuz aklığımı ağaç köklerinin bilge serinliğine. Su geçer…

. . . . Bu karanlık bir şeydi!.. Ne iyi!.. Adamın ıslak tabaklarda salataları geri çevirdiği. Bütün yeşilleri geri çevirdiği. Karanlık bir şeydi, gözlerimin görmesi sonsuz tozunu giysilerin. Uykumu şeyler bulandırır. Ş.e.y.l.e.r!.... Ellerim koyu bir suların içinde karanlık bir şeydi. Ne iyi!.. Sıkıntım ıslak ambarlardan bozuk teraziler ve tahıllar… andırır.
. . . . Ölüm tadında değil yattığımız. Bir süs, belki çocuksuz bir süs, sabahları her şeyimizi utandırır.
. . . . Bu karanlık bir şeydi. Ne iyi!.. Karanlık bir şey ne iyi. Bir yalvaçın sabırla ağzıma su verdiği…

. . . . Bu karanlık bir şeydi. Ne iyi!.. Birinin durmadan ıslatarak yalnızlığını denediği, sularım toprağa aksınlar dediği. Bu karanslak bir şeydi…

. . . . Ey benim yengici sıkıntım!.. Uzun boylu ve ıslak atların bilmem nerelerden kişnediği…
. . . . Sen yitme!..
. . . . Sen yitme!..
. . . . Büyük ıslantımı besle…
. . . . Sen yitme!..
Otlar gibi kal, sülünler gibi kal, ıslak donlar gibi kal!..
Sen kaldıkça!..
Bu karanlık bir şey. Ne iyi!..
Sevmemek, tozlu, ıslak halılara uzanmak… Eski, çuval, tüyler, ırmakların çamurlar çamurlar çamurlar çamurlar çamurlar getirdiği…

Sen kaldıkça……… Ne İyi!...

Turgut Uyar • Tütünler Islak, bütün mümkünlerin kıyısında… • Mayıs 1962 • Dost Yayınları

ilk baskısı ile karşılaştırılarak aktarılmıştır. Sayfa: 18-19

11 Aralık 2008 Perşembe

Tabela Nr. 005


Aralık 2008
Nr. 005
Tabela

10 Aralık 2008 Çarşamba

T: RED dergisi Aralık 2008 kapağı


Coşku kardeşim sağolsun
gökte ararken yerde buldum.

"Lanet olsun adaletsiz bir dünyanın hizmetçi ruhlu insanlarına"

9 Aralık 2008 Salı

• g e ç m i ş . . . (ama geçip gidememiş)

misafir gelen, şaka yollu söylediğiniz bir lafa takılmıştır.
işi gücü laf taşımak olan, bu gıygıycı insanlar...
ne anlatsanız boştur.
dünyanın kendi çevrelerinde döndüğünü ve her haksızlığa karşı durduklarını sanırlar.
kendi onurlarını koruduklarını düşünürek başkalarına hakaret ettiklerini hiç umursamazlar.
başkalarını hiçleştirerek bir şey olurlar.
o şöyle demiş ama... şöyle... şöyle...
ne diyebiliriz?

bir yerde bir anda.
-...
- bu niye böyle geçti?
-...
- bir selam bile vermedi?
-...
-ay bizi insan yerine koymuyor.
-...
-bak! bak! ben bunun sefillik içinde ağzı açlıktan kokarken ki halini bilirim.
-...

Bir çok derdiniz vardır. Bir çok sıkıntınız. Ama işi gücü olmayan aptal kendini o kadar önemli sanır ki, her lafı abartır bir bok yapar. Çünkü işi gücü olmayan insan kadar salak birini bu dünyada göremezsiniz. İnsanların bir ton derdi varken ev dışına çıkmayan bu mahlukat türü kendisi bir şey sanır. Herkes onu düşünmekte ona karşı hile ve düzen kurmaktadır. O ne kadar iyidir aslında. Şu kişi, bu aile, o olay hakkında aslında çok iyilik düşünmektedir. kötü insanlar (bu çevresindeki herkes demektir) ona karşıdır.

bırakalım şimdi bu zerzavatı. işimize bakalım. ama ininden çıkmayan bu tür her başarısızlığımıza delicesine mutlu olur. aptal gıygıycılar ile medyacılar arasında teşhirciliğe müptela bir ilişki var. İnsanlar öldüğünde haber çıktı diye sevinen, kötü bir şey oldu mu içi ferahlayan insan türüdür bu.

g e ç m i ş . . . ama demek ki geçip gitmemiş. sizi aşağılamak için yüzünüze vurulan bir şeye dönmüş. onurunuzu korumaya çalıştığınızda kendisinin üstündekilere böcek oluşuna bakıp sizin böcek olmayışınıza şaşarlar. her şeyi bildiğini, her acıyı tattığını, iyi kötü çok şey yaşadığını düşünen asalaklar. kendi kıymetsizliğinizde bir kıymetliymiş gibi satın kendinizi. aptallığınızı, köpekliğinizi gösterin, size mahkumuz sanki, bir daha evime alır mıyım sizi? bir daha kapıma sokar mıyım? üç kuruşluk onurum için yaşarım. ne yapsanız affetmem... ne yapsanız...

7 Aralık 2008 Pazar

• olmamış'a çağrılmış'a

masallar şayet zamanın da yani ilkokula başlamadan önce dinlenmişse harikuladedir.

kaf dağı, yeşil ve kırmızı dini, üç başlı dev, cinler, ermişler, sultan kızı, şah ismail kurtarır kızı

daha bir çok şeyde vardı, ama tam anımsamıyorum.

bunları bize anlatan Periza ebeydi (Perizah, Farsça'da -bildiğim kadarıyla- perilerin şahı, efendisi ya da peri kızı anlamına geliyor. Birgün kızım olursa adı Periza olacak. Bi de Bağdat bibiden bahsederlerdi, ismi çok hoşuma giderdi. Masallarda geçtiğinden belki.)

(dışarıda kar ve soğuk) ilkokul kitaplarındaki renkli resimler, arpa ekmeği gibi elde dağılan sayfalar, parçalanmış çizgi romanlar, "kuzey kutbunu keşfe gidenler", denizler altında yirmi bin fersah yol katedenler (aptallar sürekli denizaltından kaçmaya çalışıyorlardı), eskimolar, japon denizciler, çinli kayıkçılar, perulu lamalar, afrikalı aslanlar, uğursuz zenginlikler, korkup mağaraya sığınmış tepegöz ve sihirli olan her şey: halılar, lambalar, sopalar, sular...

masallar olmasaydı, insanlığın yaratıcılığı farklı şekilde de nasıl beslenirdi?

bunlar nereden geldi aklıma: Tolstoy'un "İvan İlyiç'in Ölümü"nü okurken, kahramanın en gerçekçi mutluluk anılarını çocukluk zamanı yaşamış olduğunu düşünmesiydi.

Masal dinlemek bir yere gitmeye hazırlanmak gibi geliyor. Belki Neverland'a. Peter Pan yanlış eve girmişti aslında. Bir kere ülkeyi şaşırtmıştı, sonra da bizim evi.

bunlar ne kadar çocukça ve naif olsa da ortada bir gerçek var: büyüklerin dünyası her zaman sınırlıdır. oysa çocuk için sınırsız bir algılayış vardır ve her çocuk yaratıcı bir şekilde sorularını sıralar: dünya yuvarlaksa sular niye dökülmüyor, yediklerimiz nereye gidiyor...

süreç ya çocuğun yaratıcı zekasını korur ya da birer sınırlı yetişkin yapar. yaratıcılığı ölür, papağan gibi bir tekrar makinasına dönüşür. içinin kuru boşluğunda yankılanan sesten ürken yetişkin her soruda korkar, her soruda kaçar.

masallardaki cesaret artık saçmadır. geçmişte geçmiştir. o büyümüştür. küçüklerin yeri değildir.

masallar güzeldir. (Neş'e dir)

yola çıkmak dedimde masal "olmamıştır" ama siz "çağrılmış"sanız bir şekilde çaresine bakacaksınızdır.

olmamışa... çağrılmışa...

(düşeyle)

4 Aralık 2008 Perşembe

• Orta Sınıfı Teğet, Taklitlerinin Merkezinden Geçmek

Öğretmen Özgür'ün önerisi üzerine Ali Şimşek'in L&M yayınevinden çıkan "Yeni Orta Sınıf" üzerine değineceğim. Kimi uğraşıları bitirdikten sonra bu küçük kitabı okudum.

Ali Şimşek'i (sanırım 2000 yılıydı) soL dergisinde yayınladığı Leman Kültürü ve Mizah yazılarından hatırlıyorum. İlgimi çekmişti. Sonra birçok kitabın künyesinde editör olarak adı geçiyordu.

L&M yayınevine dair bir parantez açayım. L&M bildiğim kadarıyla timaş yayınları çevresinden yani Fetullah ekolünden. Ali Şimşek bu yayınevinden kitabını niçin yayınlandı anlayamadım. Tuhaf kaçtığını söylememek elde değil. Belki yayınlayacak bir yer bulamadı ya da yayınevinin siparişi ile yazdı. Her zaman bağımsız bir yol vardır ki, Ali Şimşek gibi yayınevlerinde çalışmış birisi için o bağımsız yol yoksa bir şey diyemeyiz. Ya da cidden bile isteye yapılmış bir tercihtir. (Bu arada şuncacık kitabın bir redaktör görmediği gördüyse de benden daha kötü Türkçe bilgisine sahip birisi olduğu kesin. Bir ton yanlış yazım, harf düşüklükleri... Word'te bakıldığından bile altı kırmızıyla çizilecek onca yanlış var)

Orta sınıf üzerine Türkiye'deki tespitlerin birbirine yakınlığı bu alan üzerine çalışan kişilerin darlığından daha çok alanın beslenme ortamları (hadi aurası diyelim) ve taklit edilenin sınırlılığından kaynaklı geliyor. Aslında biraz da böylece bu yeni orta sınıfı görebiliyoruz. Birbirine yakın çıkarsamalar yapmanın ötesine geçelim.

80'ler, 90'lar, reklamlar, sıradan olmayanlar, yeni bir şey söyleyenler, guru severler, hakkı yenmiş bireyden bahsedenler, göçebeler, batıya karşı olan batıcılar / doğuyu seven şarkiyatçılar, devrimden nefret edenler, Mevlana ile Fuko'yu bir tasta birleştiren yerelciler ama öte yandan yersiz yurtsuzlar, bohemler, kreyziler, entellektüeller, okuyanlar, özellikli insanlar, kendilerini başkaları için özel (zaruri) birisi olarak görenler, bir şey olmuş olanlar, röntgenciler, aylak mirasyedi olan ya da olmak isteyenler, seçkincileri sevmeyen elitler, farklı olmak isterken hiçbir şey olanlar, uyuşturucu kullananlar, politikadan nefret edenler (yine de seçimde sağcısı AKP'ye solcusu CHP'ye oy verenler), itirafçılar, cinselliği bir tür dikiz olarak düşleyenler, çılgınlar, underground çocukları, tutunamayanlar, loserlar, yabancı grupların konserlerini kaçırmayanlar, hocasını anlattığı ilginç bir konuyu sanki kendi düşünmüş gibi dilinden düşürmeyenler, parlak dergileri takip edenler, dil ve imaj oyunlarını önemseyenler, yüzyılların düşüncelerini onu bilmeden iki günde ezip geçebileceğini düşünen şaşkınlar, kavram ezberleyenler, kendisini ağırdan satanlar, hem klasik hem new age olanlar, yaşamak istediklerini yaşadım diye anlatanlar, giydiği ayakkabı üzerine işsizlikten daha çok konuşulabilenler, dolmuşa otobüse binmeyenler (bindiklerinde kendilerini afrika ormanlarına safariye gitmiş gibi hissedenler), burjuva ol(a)mayanlar (ama daha çokta alttan olmayanlar), sınıflardan özerk olanlar vs... (başımızın belaları...) buradaki ‘yaftalarım’ karışık ve bir homojenliği çağrıştırmaz. Aslında bir homojenlikten çok bir sınır çizme çalışmasıdır burada yapılan. Kendini farklı olmakla anlatmaya çalışanların tabii ki birçok farklılığı aynı felsefe altında barındırması normaldir.

Türkiye'de sosyo-politik bir olgu olarak toplum-kültür-politika aslında bu süreçlerin karmaşık ilişkileri üzerine yazan üç ismi söylemek gerekiyor: Rıfat N. Bali, Can Kozanoğlu, Ali Şimşek...

Orta sınıf üzerine okunacak şeyleri bir yana koyarak bir ayrımı ortaya koyalım: Orta sınıf olabilenler ve onu taklit edenler. Olabilmekten kastım ekonomik gücün bu tercihlere yeterliliğidir, taklit ise adı üzerinden yetersizlikten kaynaklı bir tür imaj kurma çalışmasıdır. Bu açıdan kendi çevremde öz bir orta sınıf üyesi çok görmem ama taklitlerinden neredeyse hiçbir yerde kaçamam.

Orta sınıf patron ile işçi arasında bir yerdedir. Orta sınıf bayramda yurtdışına giden, ülke insanını görgüsüzlükle suçlayıp kendi görgüsüzlüğünü ifşa eder. (bakınız: engin ardıç, serdar turgut) orta sınıf taklitçilerine gelmeyeyim, ağır konuşabilirim. Sanırım Özgür bu ağır konuşma mevzunu merak ediyor. Burada susmak gerekiyor. (şimdilik)

bu arada ece temelkuran'ın bir önce eklediğim yazısı bunlara bianen okunabilir.

bizi de etkileyen orta sınıf dışında "sivil" toplum denen şeyin açımlanması, yayıncılığı gelişimi, idealitik üretimi, formasyon algısı, varlığının gerekçeleri üzerine durmak gerekiyor. Medya ve bugünkü kültür endüstrisi toplumun bir gerekliliği olarak mı ortaya çıkmıştır yoksa bir dayatma bir efsaneden / icat edilmiş olandan başka bir şey değil midir? (hani o da bir aldatmaca bir yanılsama olmasın)

Özce: Bilginin oluşturulma ve yayılım süreçleri ile bu süreçleri belirleyen değişkenler.

Şimdilik orta sınıfa dair bir şey yazmak istemiyorum. Bunlar geldi aklıma. Tonlarcasını ekleyebiliriz. Ama ben güzel bir müzik dinliyorum. Ve orta sınıfın burayı kirletmesini istemiyorum. Korkunç gelir çünkü onlara sıradan insanların birlikte gerekçeleştirdikleri eylemlerin müziği. Bir iç savaşın, bir ayaklanmanın, yenilmenin, yıkımın, devrimin…
Evet, ne kadar korkunç o ses öyle trallalalalalalalalalalala laa.
Tralalalal alalala lala

Yeni Orta Sınıf • Ali Şimşek • L&M Yayıncılık • Ekim 2005
(kitabı da teğet geçtik biraz ama affola)

Erken örgütlenme hayat kurtarır! / Ece Temelkuran

3 Aralık 2008 • Çarşamba • Milliyet
Onları, kocasından dayak yiyen eğitimli, iş-güç sahibi kadınlara benzetiyorum. Tıpkı o kadınlar gibi yaşadıklarını gizliyor, düştükleri durumdan sanki kendileri suçluymuş gibi sorunlarını saklıyorlar. Beyaz yakalı olup da işsizlik tehlikesiyle yaşayanlardan söz ediyorum.
2001’deki kriz sırasında onlarla ilgili ‘Beyaz Türk’ün Krizle İmtihanı’ diye bir yazı dizisi yapmıştım. O günden beri onlar hakkında bazı şeyler biliyorum. Çoğu, içinden yetişip geldiği özel okul-kolej-dershane-iyi üniversite-kariyer günleri-çokuluslu şirket ayrıcalıkları güzergâhında ‘gemisini kurtaran kaptan’ ahlakıyla biçimleniyor.

Örgüt deyince akıllarına ya PKK ya Hizbullah geliyor, sendikayı sadece pos bıyıklı işçilerin polislerden dayak yemesine neden olan gayrimeşru bir oluşum olarak görüyorlar. Örgütlenmelerine gerek yok çünkü onlar nasılsa parlak çocuklar. Nasılsa dünyanın kuralı dayanışma değil yarışma ve onlar bütün oyunların kurallarını biliyorlar. Çokuluslu şirkette sendikal faaliyet yürüten bir ahbabım anlatmıştı; kendilerine sendikaya üyelik çağrısı yapıldığında ‘Yönetimden izin alsak mı?’, ‘Müşterilere karşı ayıp olur bence’ gibi acayip tepkiler veriyorlar.

İş yapmaya gelince pek Batılı ama sıra örgütlenmeye gelince pek Doğulular. Ve 2001 krizinden sonra bir kez daha şimdi yeniden ‘kocalarından dayak yemek üzereler’. ‘İşveren için zerre kıymetin yok, sen emekçisin’ dersini şimdi işten atılarak ya da atılma tehdidiyle karşılaşarak yeniden hatırlamanın eşiğindeler.

Plaza Eylemleri

Ve fakat beyaz yakalılar, bu krizden örgütlenmeyi öğrenerek çıkacak gibi görünüyor. Bugün İstanbul’da ‘Plaza Eylemleri’ başlıyor. Türkiye Mimar ve Mühendisler Odalar Birliği’nin ve Bank-Sen, Tez-Koop-Sen, Dev-Sağlık-İş gibi sendikaların destek verdiği eylem bugün saat 12.00-13.00 arasında Yapı Kredi Plaza’da.

Eyleme Moda Eylem Grubu da destek veriyor. Eylemler sadece işten atılmaları protesto etmek için yapılmıyor. Esas amacı yeni işten çıkarılmaları engellemek ve beyaz yakalıları sendikal örgütlenmeye çağırmak. Eylemler bugün başlıyor ama her hafta yeni bir eylem ve yeni bir gündemle devam edecek bir süreç bu. Bugünkü eylemin gündemi IBM’den çıkarılan sendika temsilcileri.

Nedim Akay, Elvan Demircioğlu, Berk Alev sendika temsilcisi olmaları ‘gerekçe gösterilmeyerek’ işten atıldılar. Nedim Akay 17, Elvan Demircioğlu 20 ve Berk Alev (adından da anlaşılacağı üzere) 3 yıllık IBM çalışanıydı.

Beyaz yakalı arkadaş

Ey beyaz yakalı arkadaş! İyisi mi sen örgütlenmek için fazla havalı olduğunu sanma. Daha bildiğin şekil söyleyeyim:

“Are you too cool to be a union member?”

Gel sen bu sendikaya üye ol. Çünkü pısırık kolej çocukları gibi sinip kalmakla bu işin yürümediğini, elinden manyetik kartın alınmak suretiyle oyun dışına atılıverdiğini gördün 2001’de. Kimi işten çıkaracaklar diye tırnak yiyip bölüm şefine yaranmaya çalışacağına delikanlı gibi sendikana üye ol, işten çıkarıldığında yanında bunun hesabını soracak insanlar olsun. İşin ucunda tıpış tıpış evine gidip o havalı cep telefonun çalmadan, internet sitelerine CV gönderirken depresyona girmek var.

Bak beyaz yakalı arkadaşım, alnının akıyla iki kez işten atılmış biri olarak söyleyeyim:
Bu işten atılma meselesinin en kötü yanı, selam vermeyeceğin adamlara muhtaç olmaktır. Kendini parasızlıkla, işsizlikle terbiye ettirme. Git, adam gibi eylemine katıl, sendikana üye ol. Benden sana tavsiye, ihtiyacın olmaz zannetme. Bu kriz hepimizi yakar, senin ‘departmanın’ kurtulur, ‘executive bilmem ne’ olman sana ayrıcalık sağlar sanma. İşveren değilsen bu işin içindesin! Hepimiz içindeyiz. Yakanın rengi seni kurtarmaz, emekçi olduğunu unutma.

Ece Temelkuran • Beyaz yakalı ‘hatırlıyor’: Erken örgütlenme hayat kurtarır! • 3 Aralık 2008 • Çarşamba • Milliyet Web Sayfası'ndan alınmıştır

3 Aralık 2008 Çarşamba

• annn

zaman
aman
man
an
n
an
aman
zaman

sever
ever
ver
er
r
er
ver
ever
sever

gece
ece
ce
e
ce
ece
gece

para
ara
ra
a
ra
ara
para

paraf
araf
raf
af
a
af
raf
araf
paraf

kötü
ötü

ü

ötü
kötü

bilim
ilim
lim
im
m
im
lim
ilim
bilim

bazan
azan
zan
an
n
an
zan
azan
bazan

takan
akan
kan
an
n
an
kan
akan
takan

. . .

Tabela Nr. 004


Kasım 2008
Nr. 004
Tabela

30 Kasım 2008 Pazar

• ve güz bitti

ve güz bitti

"Kışı ve ateşi" sordu gelen.
Sustu ve oturdu yaşlı adam
- olmamışa ne diyeyim ben
olmuşa
eskide kalana
bit pazarına atılana
kıymeti kalmamışa
işte bunlar değil ki kış, ateş için laf ola

29 Kasım 2008 Cumartesi

• umutsuzlukta eşitiz

Olmanın ya da olamamanın.

Yazının gücü ya da havariliği

İnsanın anlatılamaz derecede oyunu ve ketum olanın çirkin intikamı

Size yalan söyleyen birine yalan söylediğini söylemekten utanmanın ve salak yerine konmanın dibi


sanırım 1995 ya da 96'nın sonbaharıydı. yazın çalıştığım markette okul açıldığında haftasonu bir gün işe giderdim. böyle bir pazar günü iş yok filan patron tavla oynamaya gitti. zaten yaptıkları başka bir işte yoktu. hep tavla oynayıp hayattan (aslında konformizmlerinden, beceriksizliklerinden) şikayet etmekti. hala esnafın ve şikayetçilerin en gözde oyunu tavladır. ne ileri ne geri... "at bir zar". şimdi teknoloji bu konuda çok yardım ediyor onlara. artık illa konu komşu gerekmiyor. al bir internet; kur peynir tezgahının üzerine vıcık vıcık oyna.

patron tavla işine gidip deşarj olurken bir kişi tükana girdi. tek sakızlık para verdi. sakızları karıştırdı. içinde bir yerine iki sakız aldı. görüyordum, ama bir şey demedim. hızlıca çıktı. bende camdan izliyorum. önde giden iki arkadaşına yetişti. hararetli bir şeyler anlattı. ben ona göre çocuk sayılırdım. sanırım beni nasıl kandırıp bir sakız parasıyla iki sakız aldığını anlatıyordu. anlatığı işin küçüklüğüne, anlatırken harcadığı kalorinin çokluğuna bile değmeyecek bir zevzevklikle. şimdi ben aptal mıyım, sanmıyorum. ama onun çok akıllı olmadığı belliydi. küçük bir sakız için bu kadar sevinen insana ne diyebiliriz? umutlu :) sakız bu kadar yapıyorsa biraz büyük bir şey ne yapar acaba?

sıkıcı tabii. neyi umut ettiysek olmadı. ne istediysek başaramadık. nereye niçin gittik: illa bir açıklama şart mı? şimdi bu zamanda ne kadar şey lazım. basit insan kendini çok karmaşık sanır. birkaç şeye baktığımızda yerimiz bellidir aslında. konuşmak zor mu? dünya batmayacaktır, elbette. sanki biraz dil oyunu ve binlerce olasılık var. peki, niye en kötüsü gelir aklımıza. sokağa çıkmak isteriz, ince yağmur. bir yerdeyizdir, ayaz çıkabilir. şimdi bu ne için yazıldı? bir ilişki tarifidir. bir eşitlik yorumudur. en azından umutsuzlukta eşitiz onu söylemek istiyorum. yani ölebilinecek bir an. her şeye başlanabilir. bırakılır. çok güzel...

- bir bardak çay içer miyiz?
- hikayeniz var mı?
- var.
- her zaman.

24 Kasım 2008 Pazartesi

• Hep bunu yapmak istemişimdir :-)



Mayıs 1990, sanırım 7'si, kar yağmıştı. Resmin solunda görünür hafiften. Fotoğraf çekilirken bile yemediğimiz hakaret kalmamıştı. Belki birbirimize bu kadar yakın olmamız bundan.

Bir 10 Kasım günü sadece göz göze gelip gülümsedi diye Nazım'ın yediği dayağı ve kışın ayazında üst sınıfların ellerinde taşıdığı buzları (ve nicelerini) hiç unutmadan. Sevmenin ağır geldiği, hırslarını öğrencilerini döverek gösteren, onları böcek gibi ezerek yetiştirmeye çalışanlara karşı güzel öğretmenlerime, meslektaşlarıma.

(Ha bir de ben dayak yiyerek adam oldum, yoksa hıyar bile olamazdım diyen salatalıklara)

17 Kasım 2008 Pazartesi

• Y ü r ü y e n l e r Üzerine

Tan Oral'ın Yürüyenleri'ni ilk gördüğümde (Güz 1999) çok ilgimi çekmişti. Bir kere bize yasaklanmış bir zamandan bahsediyordu. O zamanda yapılmış ve gizlice hikayelerin dışında basılmış gibiydi: Yani aleniydi. Tabi ki "o zaman" yasaklanmış değildi. Bir çok kaynak vardı, ama bizdeki algı bu işin gizlice olması gereğiydi. Açıktan söylemekte öyle dert değildi.

Şimdi 'Yürüyenler' kitabının indirimli fiyatlarla orada burada satıldığını gördüğümde üzülüyorum. Üzülüyorum, çünkü pahalı aldığım için değil, böyle bir kitabın üç-beşte olsa alıcısı olmadığı için. İnsanların hem de o çok şey olanların bakıp geçtikleri için. Ne diyebiliriz. Karikatür / çizim / desen kitabı almak çok saçma bir iş sanırım. 'Bak ve geç' geri dönme ne de olsa bir kaç çizgi. Bu vasat altı duruma karşın bir yazıyı öyle böyle okuyoruz. Ama bir karikatüre / çizime / desene, "karikatür / çizim işte" deyip 5 saniye bile ayırmıyoruz. Sonra da ayrıntılardan bahsediyoruz.

Bir gazetenin sürekli katkılarından en önemlisi (benim için) karikatürleri ve çizim bantlarıdır. Buna da Cumhuriyet, Birgün ve Radikal dışında önem veren başka bir gazete çok yok.

Her neyse... yıllar sonra bir Nisan ayı boyunca bu kitabın sergisini yaptık. Taradık, kopyaladık ve astık. Bu arada kitabım fotokopiden, taramadan iyice parçalandı. Sonra 'ucuz' kitaplar içinden yeniden aldım. Bayağı parçalanmış olanı ise oraya buraya astım ve gelen giden tarafından götürüldü. (Bu da ilginç!)

Şimdi de 'yürüyenleri' bu tarafa getiriyorum. İlgilisine... O ilgilinin her zaman ulaşacağını biliyorum... Aptallar önlerine gelmesini bekler ve bunu büyük bir meziyetmiş gibi anlatırlar. İlgilenenler arar ve bulurlar... ne mutlu onlara... ne mutlu bize...

Bu umutsuzlukta umut olacak ilgililer her zaman çıkar.

Yürümek hep güzeldir.... düşünmek için... kararlar almak için... kendi derinliğimize ya da sığlığımıza dalmak için... Anımsadığımca yazayım Nazım'dan: "Yürümek; / yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak, /... /yürümek!.. /... / yürekten / gülerekten / yürümek..."

--- aşağıdaki metin metis kitap web sayfasından alınmıştır ---

"Tan Oral'ın 60'lar 70'ler boyunca Türkiye'de hak arama yolunda sokağa dökülen kitleleri konu aldığı "Yürüyenler" dizisi karikatürlerini albümü. Tan Oral, bu albümün pek çok karikatürünün yer aldığı aynı adlı sergiyi 1964 yılında Erdek'te açmıştı. Tan Oral'ın o günlere dair kısa anektodlarını da içeren sunuş yazısını aşağıda okuyabilirsiniz.

Tan Oral ilk karikatürünü 1958'de mizah dergisi Dolmuş'ta yayımlamıştı; bir başka değişle Türkiye'nin sürekli değişim, siyasi çalkantı ve bunalım içinde yaşadığı son 30-40 yıllık dönem boyunca Tan Oral, neredeyse her gün bu tanıklığını çizgilerle kağıda döktü. Bireyler ve siyasi portreleri konu alan çok sayıda karikatürü olduysa da, Tan Oral'ın asıl konu kahramanları kitlelerdi; özellikle de bu tarihsel dönemin en belirleyici özelliği olan kırdan kente göçen yeni şehirli kitleler. Tan Oral yorulmaksızın onları takip etti: onların kent içindeki maceralarını izledi, onları hem çok sevdi, heyecanlandı hem de sergiledikleri paradokslara dikkat çekti, eleştirdi.

Tan Oral'ın Yürüyenler'deki incecik çizgileri, bir bakışla karikatür gibi görünürken, başka bir bakışla desen ve resim gibi görünüyor: Çizerin, kitlelerin mekân üzerindeki hareketlerini oldukları haliyle resmetme arzusunu sergiliyor. "

Tan Oral
Yürüyenler
• Metis Yayınları • 1. Baskı • Ekim 1999 • İstanbul • 174 sayfa •

"Yürüyenler! Sokaklar dolusu..." Tan Oral

[Yürüyenler'in Önsözü]

Yürüyenler! Sokaklar dolusu yürürlerken bir zamanlar, kâğıtlar dolusu çizmişim ben de onları. Bu çizimlerden birinin köşesinde şu not var: "Bir ülke insanları ki kendi gerçeklerini yaşayamazlar, bu olanak tanınmaz kendilerine; yürürler onlar da. Gerçeklerini yaşamış olurlar o gün için. Yürüyenler yaşayanlardır hep." Bu deyişte sırasıyla bir eleştiri, suçlama, tespit, savunma ve bir yüceltme gizli. Siyasal ve sosyal arayışın, dalgalanmanın ve çatışmanın sokaklara taşan bu biçimlenmesinde, hem tanık hem sanık olmanın o zaman kâğıtlara yansıyan bu titrek izlerini, yıllar sonra bir kitapta toplamaya çalışırken anılar denizinde ara sıra, biraz olsun kulaç atmak da kaçınılmaz oluyor. Kaçınmamak da gerek.

Bindokuzyüzaltmış, genç cumhuriyetin ilk çok partili demokratik yaşamının onuncu ve sonuncu yılı! Giderek sertleşen demokratik siyasal kavga, iktidarı yıkmaya yönelerek, meşruiyetin kaybolduğu savları ve tartışmaları ile sokaklara dökülünce, üç kişiden fazla bir arada yürümek yasaklanıyor ve yürüyenlere ateş edileceği söyleniyordu. Yine de sokaklar, alanlar, insanla doluyor, yürüyenler yürüyorlardı. 555K gibi bir simge, beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte yürüyenlerin K. meydanında bir araya gelmesine yetiyordu. Ve dur durak dinlemeyen bu yeni demokratik güç, kısa bir sürenin sonunda, başka güçlerce de olsa, bir iktidarın devirilmesine tanık oluyordu sonunda.

Bindokuzyüzaltmışbir’den sonra da, Yürüyenler daha önce kazandığı bu güçlü ivme ile, ilkin yeni kabul edilen toplumsal sözleşmenin, anayasa gereklerinin gecikmeden, eksiksiz olarak yerine getirilmesi için, sonra da daha ötesi için, daha mutlu bir sosyal düzen adına, yine sokaklara döküldü, yürüdü. Yürümek üstelik, bu yeni dönemde artık, bir ‘anayasal hak’ da olmuştu. Dönemin başbakanı ise "Yollar yürümekle aşınmaz!" sözüyle ünlenecekti. Daha da ileride, bir on yıl sonra ise, yürüyenler silah zoruyla bir kez daha durdurulacaklar, yürüyerek elde ettikleri ve genişletmeye çalıştıkları toplumsal ve demokratik haklar, bunlar size ‘bol geliyor’ gerekçesi ile ellerinden geri alınacaktı.

Yürümek, ‘söz’ün geçmediği yerde, işe yaramadığı anda, ‘beden’i ileri sürmek demekti. Onun için önemliydi. Onun için, tıpkı savaşta olduğu gibi, son çare idi. Belki savaştan farkı, elde silah yerine, üstü yazılı pankart taşınmasıydı. Söz’den tamamıyla umut kesilmediğinin bir göstergesi sayılmalıydı bu. Ama yine de yeri geldiğinde o pankartları taşıyan sopalar birer silah olarak havaya kalkıyor ve karşı tarafın kafasına inebiliyordu. Diğer elde tutulan bayrak ise değişmiyordu. Yürüyüş kolu, savaşa gider gibi bayraklarla, marşlarla, büyük kalabalıklar oluşturarak düzgün sıralarla yola çıkıyor, yolu kesilirse yolda, meydana varırsa orada kıyametleri koparıyor, ya da kopartılıyordu. Hedef, çoğu zaman bir alana varmak, orada toplanmak oluyordu. Orada heykel vardı, ülkenin bâni’si orada heykel gibi duruyordu. Onun çevresinde toplanmak ve ülkenin sorumlu yöneticilerini ülkenin kurucusuna şikâyet etmek anlamında, üstü yazılı pankartları, işte oraya bırakmak adettendi. Bu hep böyle oluyordu. Ve hiç de hoşa gitmiyordu nedense! Önceleri önü kesilen, alanlara sokulmayan, atlı polislerle dağıtılan kalabalıklar, sonraları kasklı kalkanlı toplum polisleri ile tanıştılar. Derken zırhlı panzerler çıktı ortaya ve basınçlı su sıktı onların üstlerine. Yürüyenler ıslandı ama öfkeleri durulmadı. Ardından bombalar ve kurşunlar geldi yeniden. Ölenler oldu. Kalanlar evlerine kapatıldı. Sokağa çıkmak yasaklandı. Sokaklar bomboş kaldı. ‘Beden’ görünmez oldu.

Çocuk iken aklımı kurcalayan, benden yanıt ve karar bekleyen belirsizlik, savaş ve bireysel dövüş karşısındaki tavrımın ileride ne olacağı konusunda idi. Red edilmesi ya da kaçınılmazlığı kadar, bir gün denenmesi ve üstesinden gelinmesi de zorunlu olan dehşet verici kabuslardı onlar benim için. Her ikisinde de ‘beden’in öne sürülmesi gerekiyordu. Öte yandan akıl ise, aklın kullanılmasını ve bedenin sakınılmasını emrediyordu.

Ama bazen kişinin kendi tarafının ve kendi değerinin yine kendi gözünde ve herkesin önünde bir kez daha kanıtlanması kadar, bir eylemin işlevinin savsaklanamaz önemde oluşu da, hiç düşünmeden ona katılmayı zorunlu kılıyor, bunu göze almayı gerektirebiliyordu. Gövdenin gösterilmesi isteniyordu en azından. Zaten eylemin bir tanımı da buydu; ‘gövde gösterisi’. Katılıyorduk.

Öte yandan gösteri ve kavga, salt gövde ile mi olur? Sanat, geniş bir gösteri ve mücadele alanı ve biçimi değil mi? Üniversite anfilerinde o zaman, kara tahtaya yazılan ‘Sanat yok, Devrim var’ sloganı geçerli olabilir miydi? Ya da Güzel Sanatlar panellerinde ileri sürülen "Sanat toplum sorunları ile ilgilenemez!" tutturmaları bir değer taşıyabilir miydi? Sanat her şeyle ilgilenebilirdi. İlgilenmeliydi de. Ama onun neyle ilgilendiği ve ne dediği kadar, hatta ondan da çok, nasıl dediği ve bunu ne zaman söylediği önem taşıyordu doğrusu. Ve gövdeden başka gösterilecek bir şeyleri de olmalıydı insanın kavgada. Kâğıt, kalem ve masanın zarif çekiciliği ile o günlerin sert siyasetinin güçlü iticiliği bir araya gelince, kişinin yapabilecekleri de biçim kazanmaya zorlanıyordu.

"İnsanın bu evrendeki güzelliği sevmesi, düş ve düşün aleminde başıboş yaşaması, her zaman kolaydır. Fakat insanların yoksulluğundan kaçmaya çalışmak ve onları ıstıraba sürükleyen sorunlarla ilgilenmemek hiçbir şekilde mertlik olamaz. Fikrin kendini gerçekleştirmesi için sahibini eyleme sokması gerekir." Pandit Nehru’nun, kızı Indra Gandhi’ye hapisaneden yazdığı mektuplar, o günlerdeki pek çok benzer yayın gibi çoğumuzu etkiliyordu. Nâzım Hikmet ise; "Neş’e kavganın musikisidir / Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz / Neşenin çelik ahengini duymayan adam" dizeleri ile taa ötelerden sesleniyordu bizlere.

İşte Yürüyenler, böylesine düşünsel ve eylemsel arayışların içerisinde, siyasal baskılarla siyasal başkaldırıların, gelecek tasarımını, aydınlık umudu ile karanlık tehditi arasına sıkıştırarak kurşunileştirdiği günlerde, masa başı sıkıntılarından kâğıda dökülen ilk izlerde belirmişti. İlk izler, ilk çizimler çoğalmaya da başladılar. Her gün çizimlerin çeşitlendiğini görüyor, önemini hissediyordum. Bunlar ayrı bişeydiler, daha önce çizdiklerime, daha önce yapılan karikatürlere benzemiyorlardı. Zaten Yürüyenler’i ilk sergilediğimde onlara karikatür de diyememiş, başka bir söz aramıştım. Mizah’ın sevdiğim bir tanımı olan "Gülen Düşünce"nin kısaltılmışı saydığım ‘Güldüşün’ tanımlamasını kullanmıştım, ama o da pek tutmamıştı, neyse. Dosyada biriken çizimlere baktıkça onların farklı olduklarını görüyordum. Daha önce bireyler vardı çizimlerde, kalabalık çizmek gerekse de yine tek tek bireylerin bir araya gelmesi ile resmediliyorlardı. Yürüyenlerde ise sanki birey yoktu, bireylerden oluşan topluluk yerine, ayrı bir varlık seziliyordu. Ülkede değişen ve gelişen toplumcu siyasal anlayışa da uygundu bu. Soyut bir kavram olan toplum şimdi bireyden daha önemli görünüyordu herkese. Çizimler, değişen siyasa ile birlikte değişen sokağa da uygundu. Toplumcu siyaseti yansıtıyor, savunuyor ve yüceltiyordu.

Çizimler organik biçimleriyle kâğıt üzerinde çoğalırken, niteliklerinin ve çeşitlenmelerinin bir gereği olarak kendi kaderlerini de yaşıyor, fal gibi, ileride olacakları da kâğıt üzerinde göstermeye başlıyordu. Önce olanlar çizilirken, sonra çizilenlerin olduğu görülüyordu. Derken, sokak ile kâğıt başabaş paralel gidiyordu. Sokak kâğıda yansırken, kâğıdın sokağı etkileyebileceği de düşünülecekti daha sonraları. Ve bu pratik uygulama, benim dışımda başka ellere de geçecekti. Kendilerince gerek duyanlar, Yürüyenleri imzasız olarak çizip, yayınlayıp, dilediklerince kullanacaklardı. Bu durum karşısında sessiz kalmamı eleştiren dostlara ben, “Yürüyenler herkesin malı,” diye cevap veriyordum. Bu siyasal görüşlerime de pek yakışıyordu doğrusu. “Çizimi kolay, ihtiyaç duyan herkes tabii ki çizebilir, çok basit, kaş göz yok, birey kişi yok, anonim bir sanat oldu bu,” diyordum. “Yeter ki işe yarasın, sosyal ve politik amaçlarımıza hizmet etsin, iş görsün.” Böyle söylemek hoşuma gidiyordu. Öte yandan Yürüyenler, karikatürde bir tür klasik anlatım aracı gibi de algılanmaya başladıydı, savaş, barış ve benzeri simgeler gibi. Elbet onların da bir ilk çizimleri olmalıydı.

Ama kendi imzaları ile onları yeni baştan çizip, kendilerince başka amaçlarla yayınlayanlar, hatta ödül alanlar bile olduydu. Aynen çizenler de vardı, onlara kaş göz ağız kulak ekleyenler de, biçim fetişi yapıp saçmalayanlar da. Oysa Yürüyenler, sokakta da, kağıtta da bireysel kimlik belirtmez, konumları ve eylemleriyle sınıfsal bir kimlik gösterir sadece. Dolayısıyla çizimlerde, kimlik ifade aracı olan yüz’e ihtiyaç yoktur. Kaldı ki Yürüyenlerde cinsiyet ayrımı da yoktur, gözükmez. Ama çizimlere kaş göz, ağız burun konulunca, birdenbire tüm kalabalık, bir erkekler topluluğu olarak beliriyordu. Yanlış olarak ve yanıltıcı olarak... Bu arada Tekstil Sendikası dergisinde, o yıllarda, boy gösteren işçi çizimlerime, kadın işçilerin getirdikleri eleştiriler geliyor aklıma. Sendika dergisinde yer alan ve hep erkek figürlerden oluşan çizimlerime bakan kadın işçiler "Biz kadınlar devrimci değil miyiz yani?" diye haber göndermişlerdi bana. Haklıydılar, çünkü en çok kadın işçi, bu sektörde çalışıyordu üstelik. Ama Yürüyenler için böylesine bir eleştiri hiçbir zaman olmadı. Pek çok yayın organında, sendika ve politika dergilerinde yayınlandı durdu onlar.

Bu arada kâğıt üstünde gözlenen ve Yürüyenlerin doğasına uygun olmayan bu türden yabancı çizimler gibi, belki de ona koşut, sokakta da doğal yürüyüşlerin karşısına, bazen de yanına, özel kimlikli, aykırı amaçlı kışkırtmalarla yürütülenler de çıkarılıyor, yollara dökülüyordu boyuna.

Bana gelince, Yürüyenleri ilk çizdiğim günlerde ve bu basit çizimlerin değerini kendimce ilk hissettiğimde, onların başkalarınca yürütülebileceği endişesini duymuş olmalıyım. ‘İntihal’ diye bir olgudan da habersiz olarak, bu kaygımı bir köşeye saf saf notlamışım; “‘...Ben ne halkın alınterinden on para çalmışım /Ne bir şairin cebinden iki satır...’ diyor şair. Hey gidi, Yürüyenler dizisini herkese sunmaya hazırlandığım şu günlerde her an elimden bir şeyler kapmaya bakan çizgi korsanları... Korkmuyorum onlardan. Yürütülmüş çizgi ile yürünmez. Ben yürüyenlerle yürüyeceğim. Vererek yürüyorum hep / Alarak değil / Ağırlaşarak değil!..”

Bu elbet yetmeyecekti. Onları ilk kez sergilemeden ve kimseye göstermeden önce, adıyla sanıyla ve kendi adımla yayınlayıp tescil etmeyi de düşünmüştüm. Yürüyenleri ilk kez, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatının Aylık Düşün-Sanat Dergisi olan ‘Gençlik Dergisi’nin 30 Temmuz 1965 tarihinde basılan 89. sayısında yayınlatarak onları bir sicile kaydetmiş oldum. Bu derginin ikinci sayfasında yer alan çizimlerin yanında bir de kısa açıklama vardı:

“Tan Oral, ‘Yürüyenler’ diye adlanan bir dizi güldüşün (karikatür) üzerine çalışmaktadır. Bu sayfada ikisini sunduğumuz ’Yürüyenler’ ile ilgili bize şu tanımlamayı yaptı: “Türkiye insanı yıllardan beri sokaklarda. Çok sorununu böyle halletmekte. Topluca isteklerde bulunmakta, topluca başkaldırmakta. Ve bu güç çok kişiyi ürkütmektedir. Bu ürküntü Yürüyenler’ in başına neler getiriyor görüyoruz zaman zaman. Ama o her zaman dilediğini alıyor. Yürüyenler’ bir başka canlı varlık. Bilinci, karar vermesi, konuşması, hareket etmesi hep kendine özgü. Şaşmaz bir kişiliği var. Onu tanımayanlar, tek insanla karıştıranlar, ateş açmışlardır, at sürmüşlerdir üzerine, şimdi de tank ediniyorlar. Gülünç oluyor bu davranışlar, ama olayların tümü acı. İşte ‘Yürüyenler’ deki humour burada. Ve olanları olduğu gibi çizmek çok kere humour’un gerçekleşmesine yetiyor. Bu garip ve harikulade yaratığın sokaklarda dolaştığını çok göreceğiz daha, açlık, işsizlik, haksızlık, adaletsizlik, güvensizlik oldukça. Ama onun her dolaşması iyi günler belirtisi olmuştur. Yürüyenler dizisi T.C. Anayasası madde 28’i konu edinmektedir.”

Gençlik Dergisi’nin bir sonraki Ağustos 1965 tarihli 90. sayısında Yürüyenler kapaktaydı artık, hem de renkli olarak. Aynı günlerde Erdek Şenliği’nde Yürüyenler ilk kez sergileniyor, halkın içine çıkıyordu. Bu sergi ile ilgili öyküleri anlatmadan önce, bu dizinin adı nasıl konuldu onu anlatmalıyım.

Sözünü ettiğim çalışmaları gün ışığına, görücüye çıkarmadan önce bu diziye bir ad arıyor ama bulamıyordum. Bulduklarım ise bir işe yaramıyordu. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin olarak "Anayasa Madde 28" gibi fazla officiel adlar geliyor aklıma, onları da muhtemel resmi tepkilere karşı seçilmiş birer kalkan gibi görüyor ve hemen cayıyordum. Bir gün heykeltraş Namık Denizhan ile konuşurken konuyu açtım. “Ne çiziyorsun,” dedi. “Yaşadığımız olayları, her gün yürüyenleri yani,” dedim, gösterdim çalışmaları. O da “İşte adı üstünde,” dedi, “Yürüyenler!”. O ana kadar sıradan bir eylemi ifade ederken bu sözcük, tırnak içinde söylenince zihinde bir özel isim oluverdi hemen. Ve öyle kaldı. Sorun çözüldü, çok hoşuma gitti, kendisine teşekkür ettim.

Yürüyenler, ilk kez 25 Temmuz 1965’te Erdek’te sergilendi. Koltuğumun altında yirmi kadar taze çizimle İstanbul’dan Bandırma’ya vapur ile yola çıktım. Geminin burun altında, üçüncü mevki kamaraların bulunduğu yerdeki penceresiz çay ocağının tahta sıralarına yerleştikten sonra, yol boyu "Kapitalin Özeti"ni kocaman gözlerle okuyup bitirerek Erdek’e büyük güven duyguları içinde vardım. Orada koskoca Cumhuriyet Meydanı’nın tam ortasında bulunan büyük çınar ağaçlarının gölgesinde yere, üçer metre aralıklarla bir üçgen yapacak biçimde üç adet ahşap direk diktim. Üst yanlarından birbirlerine ikişer tane enli tahta ile göz hizasında bağladım onları. Böylece üstlerine çizimlerimi kolayca asabileceğim dokuz metre uzunluğunda, çevresi dolaşılabilen bir sergi alanı elde ettim. Üçgenin tam ortasına yere çaktığım bir kazığa da direkleri tepelerinden telle bağladım ki sistem sağlam olsun, sallanmasın diye. En başa serginin adını ve Gençlik Dergisi’ne verdiğim açıklamamı koydum ve ardından çizimlerimi sıraladım. Alandan geçen kalabalık serginin çevresinde kümelenmeye başladı. Bu kâğıt üstüne sinek pislemiş gibi küçük siyah noktacıklardan oluşan soyut biçimlere bakanlar, onlardan gerekli siyasal sonucu çıkarıyor ve bunu, sergi sahibi ile yani orada mutlu bir biçimde dikilen benimle paylaşıyor, tartışıyorlardı. İçlerinden biri bu ilgiyi sürdürdü, oradan hemen ayrılmadı. İsmail Tikveşli adlı Balkan göçmeni bir oto tamircisi, bana, yani oraya sergi getiren bu devrimci yalnız adama sahip çıktı. Bilgi yüklü, düzgün konuşan alçak gönüllü bu kişi Türkiye İşçi Partisi ilçe yöneticisi olduğunu gizli bir övünçle söylüyor, kentin tüm sosyal yapısını ve orada yaşanan sömürü düzenini ayrıntılarıyla, örnekleriyle, rakamlarla ve sergiden kaynaklanan, bana duyduğu dostane güvenle anlatıyordu. Buraya kadar çok güzel, bundan sonrası ise ilginç!

İki gün sonra, sabah alana geldiğimde, bizim serginin hemen yanı başında, aynı sistemle kurulmuş, aynı üçgen yapıda, ama ahşapları düzgün ve boyalı çok şık başka bir serginin durduğunu hayretle gördüm. Şaşırdım çünkü benim sergim, bir imkansızlık sonucu o gün orada alelacele icat ettiğim ve uyguladığım bir sistemle oluşmuştu, örneği yoktu, olamazdı. Aynı yöntemle kurulan bu yeni serginin pırıl pırıl panolarında ise Amerikan Haberler Merkezi tarafından hazırlandığı duyurulan, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya ve Türkiye politikasına ilişkin övücü yazı ve resimler vardı. Bir sonraki günün sabahı ise şaşkınlığım artarak sürdü. Çünkü Amerikan sergisindeki tüm panolar kaldırılmış yerlerine Amerika’daki balıkçılığı anlatan masum resimler konulmuştu. Olan biteni daha sonra Tikveşli’den öğreniyordum. Dediğine göre, Erdek’in bir kulüpte örgütlü ticaret erbabı bizim sergiyi "komünizm propagandası yapılıyor’ gerekçesi ile Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet etmiş. Bazı partililer de misilleme olarak Amerikan sergisini ‘Amerikan propagandası yapılıyor’ diye aynı biçimde şikâyet konusu yapmışlar. Lüks Amerikan sergisinin panoları işte bu tepki nedeniyle değiştirilmişmiş. Bizim sergiye ise dokunan olmamıştı.

Sergi sonrası İstanbul’a dönecek yeterli param kalmamıştı cebimde. Orada gözüme ilişen bir banka şubesinin, süslü afişlerle çevrelenmiş camlı kapısından içeri daldım ve kredi istediğimi söyledim. Banka memuresi pek şaşırdı ve nazikçe bunun olanaksızlığını anlatmaya çalıştı. Ben ısrar ettim, ‘Afişlerinizde halka ve ihtiyaç sahiplerine hizmet ve kredi verdiğiniz yazılı, benim de ihtiyacım var ki sizden bunu istiyorum.’ dedim ve ekledim: ‘Hem ben şu karşıkı serginin çizeriyim.’ Bunun üzerine çağrılan banka müdürü de kredi veremeyeceklerini kesin bir dil ile bildirdi. Ben vazgeçmiyordum. ‘O zaman size Yürüyenler sergisinden bir çizim satayım’ dedim. ‘Alamayız’ dediler. Ben, banka duvarlarına asılmış kalın çerçeveli resimleri göstererek, ‘Bunları nasıl satın aldınız?’diye sordum. Bana, ‘Bu kararı genel müdürlük verebilir...’gibilerden işi yokuşa süren yanıtlar vermeye başladılar. ‘Afişleriniz doğru söylemiyormuş demek...’ diye mırıldanarak, keyfi kaçmış bir suratla çıktım oradan. Olayı benden dinleyen Tikveşli çok bozuldu. ‘Böyle bir serginin çizerini biz burjuvaziye muhtaç eder miyiz hiç!’ diye çıkıştı bana. Onun verdiği küçük bir kredi ile İstanbul’a döndüm.

Yıllar geçecek, devran değişecek, çok şey toz olup havaya karışacak ama, 1995 yılında insanı duygulandıran bir değerbilirlik örneği yaşayacaktım. Kadirşinas şair Adnan Ardağ otuz yıl aradan sonra, düzenleyicisi olduğu yeni bir Erdek Şenliği’nde o günleri hatırlayarak, beni sergi açmak üzere davet edecekti. Erdek’e yeni bir sergi ile gidecek ve orada oto tamircisi dostum İsmail Tikveşli ile onun kamyon kasasından bozma işyerinde, Türkiye’deki siyaseti yana yakıla konuşacaktık.

Yürüyenler, Erdek’ten sonra 1-15 Mart 1966 tarihleri arasında İstanbul Beyoğlu Şehir Galerisi’nde daha bir özenle yeniden sergilendi. Galerinin diğer salonunda Nuri İyem, uzun süren bir soyut döneminin ardından, o zaman sanat çevrelerinde tartışma başlatan yeni portrelerini ilk kez sergiliyordu. TRT İstanbul Radyosu’ndan Batu İşmen bizi radyoevine çağırdı, sergilerle ilgili konuşmalar yaptı bizimle. Bana sordu: ‘Sizce karikatürün ya da yeni deyimiyle güldüşün’ün temel sorunu nedir?’ Ben de ‘Bu sanatın temel sorunu bence seyircinin yönlenmesidir diyebiliriz. Eskiden karikatür karşısında seyirci, çizicinin kurgusunu çözmeye çalışan bir insan durumundaydı. Bu kurgu, gülme nedenini bulmak için düşünmeye zorluyordu seyirciyi. Seyirci gülebilmek için kendini zorluyor, düşünüyor, çizicinin kurgusunu çözüyor ve gülüyordu. Ve herşey burada bitiyordu. Oysa biz diyoruz ki, bu sanat diğer sanatlar gibi, seyirciyi, görücüyü devamlı etkileyen yönlendiren bir sanat olsun. Bunun için de seyirci, güldüşün karşısında düşünsün ve sergiden ya da güldüşün karşısından ayrıldığı zaman da düşüncesi kesilmesin; devamlı düşünen, devamlı gördüğünü yorumlayan ve böylece yönlenmiş bir insan olsun. Zaten sanatın tanımı için de, ‘Çağının gerçekleriyle hesaplaşma ve bunun duygusal yönden saptanmasıdır’ diyorum.’ diye yanıtladım.

İlk defa mikrofonda konuşuyor olmak çok zor gelmişti bana, ter içinde kalmıştım. Stüdyodan benim gibi kan ter içinde çıkan İyem de “Resim yapmak çok daha kolaymış” diye söyleniyor, mikrofondan yakınıyordu. Bana göre de öyleydi, neyse. Camlı, çerçeveli, kokteylli ve davetiyeli bu sergide yer alan karikatürlerden birini sergiyi izleyen üstad Cihat Burak satın almak istedi. Şaşırdım. Hemen elini cebine götürdü, benim için yüklüce sayılacak bir para çıkardı ve bana verdi. Sergiden sonra alırım, dedi, paspartu ve çerçeve istemez, ben onu bir kitabın arasına koyarım, aklıma geldikçe açar bakarım. Dediğini yaptım. Ama ne önce, ne de sonra sergilerimde orijinal karikatür satmadım başkaca. Sadece yayımına izin verdim, o kadar. Yürüyenler’i de satmadım.

Bu arada yürüyenler dizisinin birçok çizimi ise daha sonra kaybolup gidecekti. Bunlardan birkaçı, Paris’te açılan bir Türk karikatürü sergisinde, birçoğu da basılmak üzere verildiği ‘Türk Solu’ dergisinde, bana söylendiğine göre, çizimler bu dergide basılmadan önce, bir polis aramasında yitip gitmişti.

Yürüyenler’den geriye kalan çizimlere gelince, yıllar içinde yeri geldikçe defalarca çeşitli yayın organlarında yayımlandı onlar. Derken, afiş oldu, kart oldu, pankart oldu, kitap kapağı, çizgi film oldu, dolandı durdu. Bunlar, sonradan yapılmış biriki çizimin de eklenmesiyle ilk kez bir araya toplandılar, ve işte sonunda bu kitap ortaya çıkmış oldu.

Gerçekte yürüyenlere gelince, sokaklarda ve alanlardaydı onlar hep. İçlerinden Vedat Demirci vuruldu, düştü önce. Öğrenciydi, yürüyordu. Taylan Özgür onun ardından... O da öğrenciydi, yürüyordu. Şerif Aygün sonra... O da yürüyordu, işçiydi. İlklerdi onlar. Son olmadılar ne yazık ki... 28-29 Nisan ‘60 olaylarından, ‘62 Saraçhane Mitingine, ‘63 Kavel Grevinden, ‘66 Çıplak Ayaklılar yürüyüşüne, Mayıs ‘68 üniversite öğrenci işgallerinden, Şubat ‘69 Kanlı Pazar’da kıyıma uğramaya, 15-16 Haziran ‘70 Büyük İşçi Yürüyüşü’nden, 1 Mayıs ‘77 katliamına, ‘83 seçim mitinglerinden, ‘91 Zonguldak maden işçileri yürüyüşüne kadar, yeri göğü sloganları ile, pankartları ile inleterek, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmek uğruna kent yollarını arşınlayıp duruyorlardı. Pekiyi, demokratik hak ve özgürlüklerde genişleme oldu mu, iletişim ve muhalefet kanalları daha mı açıldı, baskıda azalma, refahta artma mı oldu? Bunları bilemem, ama sorarım. Bu ülke insanları kendi gerçeklerini yaşıyorlar mı, bu olanak tanınıyor mu kendilerine, yürüyorlar mı onlar da?.. Günümüzde onlardan rahatsız olanlar artık yürüyenleri kentin dışına atmayı başardılar. Bugün onların kim kime dum duma ücra yerlerde ve ancak kendi başlarına, polis kordonu arasında bir aşağı bir yukarı yürümelerine yasal izin var. Ama yine de belli olmaz, yürüyenlerin damarına pek basmaya gelmez!..

Tan Oral
Şubat 1999 Göztepe
Bu yazı metis kitap sayfasından alınmıştır ve kitabın önsözüdür.
Kitap üzerine çıkmış yazıları okumak için tıklayınız