Sayfalar

31 Aralık 2011 Cumartesi

2012


Musika kutusundan dinleyebilir veya iki ayrı parça olarak indirebilirsiniz.

30 Aralık 2011 Cuma

Kaçakçı Şahan • 1971 • Bekir Yıldız (Öykü)

Kaçakçı Şahan
1971, Öykü
Bekir Yıldız
Halkın Dostları Yayınevi
Kaçakçı Şahan 
Çalışma fermanları hükümetten mühürlü kaçakçıların kulakları çınlasın.
Durdu. Durmasıyla dünya, sesten, canlılıktan yana kurudu sanki. Ayakları altındaki gürültüye yeniden kavuşmak istedi. Yürüdü. Sessizlikten korkuyordu. Çünkü o gece, bozkırda sessizlik, devden büyüktü. 
Şahan, Halep'te kazandığı parayı altına çevirmişti. Şimdi onun iki altını vardı. İşler böyle denk düşerse, birkaç kez daha gidip-gelecek, sonra bu işten elini ayağını çekecekti. Çünkü kaçakçılığa kabarık değildi hevesi. 
Uzakta it ulumaları duyuldu. Şahan adımlarını ufalttı. Çevresine bakındı. Sonra başını yukarı verdi. Ay'ın yarısı yoktu. 
İyice durdu. Ay, sanki koşuyordu. Şahan şaşırdı. Başını iki yana salladı. "Hey mübarek," dedi ve ağzından çıkan bu kelimeleri kulakları işitti. Böylece yanında biri varmış gibi geldi ona ürperdi. O, hiç kimseyi, hiç birşeyi istemiyordu şimdi. Biricik amacı, az ötedeki huduttan geçip köyüne girivermekti. Çömeldi. Bi cıgara sarıp ateşi, avuçları arasında körleterek yaktı. Yoğun birkaç nefes çekti. Aklı bir solukta ocağına sıçradı. Karısı, çocukları uyuyordu şimdi. Nedense küçük oğluna gönlü aktı. Onu çok seviyordu. Kıvırcık saçlarını mı, kara gözlerini mi, yoksa çükünü sallıya sallıya koşuşunu mu ötekilerden ayırdığını pek bilmiyordu Şahan. Ama sevginin sıcağı, bolu onundu işte. 
(...) 
Sonra Şahan'ın yanına geldiler. İhtiyar adamın, eti çekilmiş elleri titriyordu. Günlerden beri traşlanmamış yüzündeki ak kıllar dikelmiş, çukura kaçan gözleri daha ufalmıştı. Fakat bu eskimiş yüzde diriliğini ve heybetini kaybetmemiş biricik canlılık parmak kalınlığına ulaşan kaşlarıydı. 
İhtiyar adam çömeldi. Şahan'ı daha yakından görmek istiyordu. Bu arzu Şahan'ı ele vermek için değildi. Ancekent köyünde, belki herkes onun kim olduğunu söyleyebilirdi ama, bu ihtiyar adam, Şahan'ın Şahan olduğunu söylemiyecek biricik insandı. Çünkü o, Şahan'ın özbeöz babasıydı. 
Teğmen omuzunu dürttü:
"Hadi herif, yeter çömeldiğin," dedi. "Tanıdınsa söyle." 
İhtiyar adam, yavaş yavaş ayağa kalktı. Şahan'ın az öteye kopan bacağına uzandı. İki eliyle kavrayıp oğlunun eksikliğini tamamladı. Uzaklaşırken ihtiyar sesi zar-zor duyulabildi:
"Tanımıyam. Heç görmemişem." 
O gün Ancekent köyünde az konuşuldu, az yenilip, az içildi.
(...) 
Şırnak - Uludere - 2011, Fotograf: (?)

— Quino (Joaquin Salvador Lavado)

http://www.quino.com.ar/eng-quino-biografia.html

24 Aralık 2011 Cumartesi

üç filim birden: "kavuşursan meşk olur, kavuşamazsan aşk olur"

I.
Hayatı çalışarak geçen bir arkadaşım, ekonomik gidişin sağlıklı görünmediğini söylediğin de düşüncesini binlerce sayfalık kitaplara, dinlenmiş uzman görüşlerine dayandırmıyordu. Onlarca kriz geçirmiş bir ülkede yaşamanın öğrettiklerinden kimi çıkarımlar yapıyordu. 
II.
'Devrimci tip'lere özel bir alerjisi olan arkadaşım, izlediğimiz filimdeki devrimci karaktere: "Böyle devrimci mi olur" diye söylenmeye başladı. Çok hazzetmediği, klişeleşmiş devrimci kişilikleri savunmak ihtiyacı hissediyordu. Saçmalık devrimcilikte değil herhangi bir insanın durup dururken biranda hiçbir ön-iz vermeden değişen cinsel tercihleriydi. Evet, arkadaşım her dönüşümün altında olabilecek arzuları yorumlamaya girmemişti. Sadece o güne kadar şahit olduklarından böyle bir insanın olamayacağını söylüyordu. Olsa idi bu sefer bu konumda olamayacaktı. Filimin saçmalığı buradaydı. 
III.
Ceylan'ın son filimini izleyen arkadaşım filimdeki küçük memurlara takılmıştı. O küçük yaratıkların "komşuda pişer bize de düşer" hesabı kadının işlerini nasıl yaptıklarını anlatıyordu. O sahneler özellikle dikkatini çekmişti. Çünkü böyle bir gerçek vardı: İki ile üçün hesabını yapan, namusculuk taslayanlar. 
IV.
Her zaman her şey hakkında  bu kadar sağlıklı tespitler olmuyor. Eğer izleyici filmin karakterlerinden birisi ile kendini özdeşleştiriyorsa veya herhangi bir bağ görüyorsa filmi 'beğenme' olasılığı artıyor. Yanlışlıklar, eksiklikler ve çarpıtmaları görmezden gelebiliyor.
Gelecek Uzunu Sürer, 2011
Yönetmen/Senaryo: Özcan Alper
İyi niyet, ah iyi niyet! Ne zaman dertlerimize merhem olacaksın, ne selim hastalıksın sen!
Gelecek Uzun Sürer filmini dinledim. İzlenecek tek şey zulmü görmüş Kürt insanlarının paylaştıklarıydı. 
Filimin gerçek alıntılar dışındaki kurgusu evcilik oyununa dönmüştü. Evcilik oyunlarının o "Sen serseri, ben doktor, o da kötü adam" kurgusundan ileri gidemiyordu. Birisi "Ayşe n'olcek" diyordu: "O da hemşire olacak, doktorun aşkı". Arada dramatik kompozisyonu güçlendiren hemşire hanımın serseriye aşkı olacaktı. Bilemiyorum kaç hemşire aşkının peşinden elinde iğneler ülkenin bir başka şehrine göçerdi. 
Kurgu ile gerçeğin bağını kurmaya çalıştığımız da ortaya çıkan komposizyon: bir haber fotoğrafının ayrıntısında görünen bir insan uzvunun kadraj dışındaki alanının yönetmen/senarist eliyle tamamlanmasına benzer.  
Edindiklerimiz, yetilerimiz ve yeterliliğimizin belirlenimi altında olan bir çizimdir bu. Yönetmen/senaristin gerçekçi olması şartı yoktur, ama gerçekleri bir tarafın bildiğinden daha fazlasıyla bilmek mecburiyetindedir.  Bizatihi 'iyi niyet' çokça düşündüğümüz o olumlu sonuçları doğur-a-mayabiliyor. Şayet doğurursa halk dilinde buna şans-kısmet diyoruz: Atıyoruz ve nadiren tutuyor. 
İnsanları bir yerden bir yere sürükleyen şeylerin nedenleri başlı başına bir film konusu olabilecekken. Sürüklenmeyi geçtik, öldürülmelerinin bile bir evcilik oyunun kurgusundaki kadar bile yansımayışı acıdır.
Aşk ve Devrim, 2011
Yön: Serkan Acar, Sen: Serkan Turhan
Devrimcilik: Bir bıçak kemikte sanatı 
1999'da İber yarımadasından yayın yapan yabancı kanalların birinde belgesel izliyordum. Dilini anlamadığım belgeselin bir yerinde hapishaneden serbest bırakılan siyasi mahkumlar gösteriliyordu. İçlerinde birkaç yaşlı adam zafer işareti yapıyordu: Tuhaftı. Oysa çevremizde yaşlı insanlar içerisinde politik düşüncelerinde devrimci/sosyalist olan neredeyse hiç kimse yoktu. Görünen herkesin cezaevinden elinde bir bavulla sessizce çıktığıydı. 
Süreğenlilik Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin en büyük problemlerinden birisiydi. Mücadelenin içindeki insanlar bile bir on yıl önceki mücadele hakkındaki bilgilerini zamanında da çok güvenilir olmayan kişilerin/kurumların çalışmaları ile öğrendi. Sonuç ise ne kadar yamuk tip varsa devrimcidir; komik, klişe bile değildiler. Evet, hepsine atfedilen tuhaflıklar başkalarında da bulunabilirdi. Oldukları siyasal alanda bir yoğunluk göstermeyen davranışları ile abartıldılar. Bu tuhaflıkların içinde politik sorunlar/tartışmalar görünmüyordu. 
Devrimci çıngıyı yaratan ise neredeyse her on yılda bir baskı ve şiddet karşısında yenilen solun sonrasına -sıradan olayların dahi- birer efsane olarak türemesi sebep oldu. Her seferinde bir öncesinden daha güçsüz bir enerji ile parladı. Tutuşamadı. 
1990'lar hepimizi için zifiri bir karanlıktı. Sosyalizmin ciddiyetinin diplere vurduğu, meşruiyet alanın kendimize bile yetemediği bir dönem... Cahillerin bilim-düşünce adamı olarak televizyonlarda bağırdığı bir dönemdi. Kahvehane ağzıyla konuşan adamların bir cümle ile yıktıkları sandıkları bir politik hatta sahip olmak güçtü.  
Her tartışmada işi "benim arkadaşımda sizdendi, şimdi cipe biniyor", "sosyalizm mi kaldı" diye klişe laflarla kesen insanlar. Daha da kötüsü mücadele insanları içerisinde kimileri belli başlı kavramları -dönemin deyişiyle- çok "yıpranmış" olduğu için kullanmıyorlardı. Sebebi ise "sosyalizm demenin halktan kopukluğun bir göstergesi" olmasıydı. Sosyalizmin bazen bir yalnızlık biçimi olabileceğini hiç anlamadılar. Halkçıydılar, popülerliği arttığında da sosyalist oluyorlardı. Sosyalizm demeden yüzlerini halka daha çok döndüğünü düşünenler gittikçe halktan koptu. İşin bir kavramı kullanıp kullanmamak basitliği ile anladılar ve anlattılar. 
Bir darbe, bir ideolojik yıkım ardından örgütlerini tasfiye etmeye çalışan liderler... Şiddet... Öldürülmeler... Faili meçhuller... Yargısız infazlar... Karanlık, çıkışsız bir zamanda abilerinin-ablalarının yolundan gitmek isteyen gençler... Eski kuşak ile yeni kuşağın arasına giren bir uzun on yıl sonrası... 
O on yıl, o on yılda olanlar-olamayanlar hala yüzümüzde yaranın bıraktığı büyük bir çukur olarak duruyor. 
Bir de döneklerimiz vardı .) Komiktiler, hem çok gençtiler hem de abi ve ablaları kadar bile olaya hakim değildiler. 
Filme dair bir şey söylemek istemiyorum. Yönetmen bir dönem filmi yaptığını açıklıyor. Aynı şekilde Özcan Alper de Birgün'deki söyleşisinde 1990'ları anlattığını söylüyordu. Alper Özcan Diyarbakır'da Cihangir haritası ile gezerken, Serkan Acar gezdiği/bildiği yerin haritasını eliyle bir kağıda çiziyor. 
***
Bugünkü şansımız o dönem solu fazlası ile etkileyen-semiren sol liberallerle yolların ayrılmasıdır. Dönem belki karışık ama eskiden ikna edilemeyen dostlara yüzlerini daha net gösterdiler. Sosyalistlerin dağ başlarındaki kuru çayırlarında otlanmayı bırakıp düz ovadaki tüccar tarlalarına koştular. Zihniyet asalak olunca... 
Süreğenlik bıçak kemiktecilik oynamakla, artık anlamı açık kelimeleri kullanmamazlık etmek ile sağlanamıyor. Süreğenlik kuru toprağımızı artık nasıl biliyorsak öyle işlemekle olacak.
Ek: Aşk Ve Devrim'in izinde: Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken Devrimcilik… / Zahit Atam

Entelköy Efeköy'e Karşı, 2011
Yönetmen-Senaryo: Yüksel Aksu
Toprağa Dönüş: Ekolojik mi olacak teknolojik mi 
"Böön" toprak meselesi ile devam edip ardından hayvancılık meselesine dalacağız gibi. Filimde 'aşırı' ilen temsil ediliyoruz. En azından toprağımıza, insanımıza yabancı değiliz ve onu ekolojik mantığımızla pazarlamayı da düşünmüyoruz. 
Emek vermeden yemek olmuyor. Emek verilmeden önümüze gelen yemek borç hanemize yazılıyorsa çok tembellik etmişiz demektir. 
Filimin yönetmeni Aksu'nun Birgün'deki söyleşisini okumuştum. Yazıyı bulamadım. Açıkçası muhalifliğin sadece bir dırdır, karşılık atışma olarak algılanmasında gelen bıkkınlığı anlatmıştı.  
Çevremizde bir şeyler oluyor ve biz ha'bire bir şeylere yetişmeye, birilerine laf yetiştirmeye çalışıyoruz. Evet, hepimiz her işi yapamayız. Ama bildiğimiz işi adam akıllı yapmaktan alıkoyanın ne olduğu da anlaşılmıyor. 
Heba ettiğimiz şeylere üzülürken yine birçok şeyi heba ediyoruz. Dönemsel krizlerde günahı ve sevabı ile geçmişi örtüyor eski yanlışlarla yine aynı yolumuza devam ediyoruz. Ta ki yeni bir kriz gelene kadar. Oysa varolan boş zamanımızda emeğimizi sevdiğimiz, önemsediğimiz şeylere ayırmayı bunların da birer mücadele başlığı olduğunu anlamıyoruz. Bu yüzden sağaltıcı yanını da görmüyoruz.  
İşe yaramak hissi insanın provakatörüdür. Neye yaradığından öte belki biraz da buna ihtiyaç var. 
İyi seyirler.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Aziz Shahrokh

Kabouki (Kevokim)

Gol Nishan

ne olmak isteriz

‎" Karacoğlan eşeğiyle o köyden o köye gezerken bir gün Kozan'dan Adana'ya gitmektedir. Karşıdan zamanın Adana kadısı ile Kozan valisi gelmektedir. (O zamanlar Kozan, Adana'dan daha büyüktür)
Vali, kadıya sorar:
- Kim bu eşeğinin üzerinde deli gibi türkü söyleyen?
Kadı:
- Efendim bunlara Ozan derler, köy köy gezer ekmek elden su gölden yaşarlar altlarındaki eşekten bir farkları yoktur.
Vali de aşıkların eşekten farkı olmadığı lafına katılır. Karacoğlan konuşmaları çok uzakta olsa da duyar. Ne de olsa aşığın gönül gözü, kulağı açıktır. Biraz yaklaşınca iner eşekten ve başlar eşeği dövmeye. Kadı hemen atılır:
- Efendi! efendi! suçu ne bu eşeğin ki döversin?
Karacoğlan:
- Sormayın efendiler, ben bu eşeğe diyorum saz öğren ozan ol; söz öğren aşık ol. Anlatamadım bir türlü, O tutturdu: Yok! Ben illa ya Kozan'a vali olacağım yada Adana'ya kadı. "


10 Aralık 2011 Cumartesi

9. Hariciye Koğuşu • 1937 • Peyami Safa (Roman)

(...) 
Bir gün, yukarı sofa balkonunda oturuyor, bağlara bakıyordum. Haziran. Öğle vakti. Erenköy yanıyor. Erenköy terliyor. Dizlerimi güneşe uzattım. (Benim doktorun tavsiyesi)

Taze ve canlı yeşilini kaybeden bütün tabiatta ilkbaharın uzaklaştığını görüyorum.

Kendisine daima gıpta ettiğim bahçıvan, aynı nokta üstündeki ısrarından yorulmuyor ve isyansız gayretiyle, bana bir bahçede uğraşmak sevgisi telkin ediyor. Fakat, bir taraftan da beşeri ihtiraslarımızda yenildikçe tabiatı özlediğimizi, ondan biraz kuvvet alınca yeniden büyük kavgaya girişeceğimizi anlamıyor değildim ve aspirin gibi bir ilaçtan fazla tabiata kıymet vermiyordum, ümitsizliğimin son dereceye gelmesi birazda bundandı.

(...)

Susmaya devam etti. Uzun bir suküt. Dakikalar geçiyor. Her an birbirimizden biraz daha uzaklaşıyoruz. Konuşursak, birbirimize bunu hissettirmekten başka bir şeye yaramayacak. Bunun için susuyoruz. Ne onda bu büyük mesafeyi atlatmak ve ötekinin yanına varmak isteği, ne de bende kuvveti var. Bu sessizlik içinde zaman aramızda bir düşman gibi geçiyor.

Nüzhet balkonun parmaklığındaki sarmaşıklardan kopardı, sonra aşağı indi, bahçıvana seslendi, gene doğruldu, etrafına bakındı. Aramızdaki sessizliğe hareketleriyle hucüm ediyordu.

Ben kımıldayacak halde değildim. Kanım sönüyor. Damarlarımın ince yollarında haşhaşlı bir hava yürüyor ve bütün adalelerim uyukluyor; içimde bir enerjinin ölümünü duyuyordum.

Onunla aramızda herşey o kadar bitmiş ki bir kelime bile konuşamıyoruz.

Balkondan çıkıp gitti.

Ayak seslerinin uzaklaşmasını dinliyordum. Son. Bir şimendifer düdüğü. Keskin, acı ötüyor. Hayatımda büyük bir devrin kapandığını korkunç yarına ilk adımı attığım an. Felaketlerimin başladığı saniyeyi tanıyorum. Hiç aldanmam.
(...) 
9. Hariciye Koğuşu
Roman, 1937
Peyami Safa

"Peyami Safa okumaları ölümünün 50. yılına denk gelmiş.
Romanlarını (Fatih-Harbiye, Yalnızız) okudukça,
Yalçın Küçük'ün muhtelif zamanlarda tekrarladığı:
"Kemal Tahir'i sağcılara verelim, Peyami Safa'yı biz alalım"
sözünün nedenleri anlaşılıyor.

Cind se Stinge Lumina • 2006 • Yön: Igor Cobileanski, Moldova Film

6 Aralık 2011 Salı

Maskeli Leydi ve Dozer

Maskeli Leydi
Tekmili Birden Tansu Çiller
Faruk Bildirici
Ümit Yayıncılık, 1998



I.
Kadıköy'de kitaplara bakarken ucuz kitap kasalarından Akif Kurtuluş'un Tören Provası'nı aldım. Arkadaşım da bana yandaki kitabı önerdi. Uyarıları ile birlikte aldım. 
II.
Kitabı önerirken Yalçın Küçük'ten bir söz tekrarladı: "Bu ülkede değerli kitaplar yerlerde 2-3 kuruşa satılır".
III.
Tarihi ve olanları anlama uğraşında sadece kuram, tarih kitapları; romanlar yeterli olmaz. Oto/biyografi ve anı kitaplarında; kuram, tarih, romana dair bir çok başlığın buluşabildiği anları görebilirsiniz. An'ın,  tarih -hele ki o tarih sizin ömrünüzün de bir kısmı- içinde nasıl bir çehre kazandığını iyi anlatırlar. İyi-kötü şahitsinizdir.

IV.
Kişilerin nasıl seçildiği ve kararların nasıl verildiğini görürsünüz.

V.
Kitabı okudukça ülkenize ve insanınıza üzülmenize sebep olur. Kimi yerde gösterilen cehalete güler, kimi yerde halkın parası ile sefahat içinde yaşayanları bir kaşık suda boğasınız gelir. Yardakçıları, dalkavukları, haramileri, yalancıları, firavunları, koltuk ve statü düşkünlerini bir arada olduğu bir kolaj çalışmasını görürsünüz.


***

Zenginliği görmüş, onların içinde büyümüş ve asla onlardan birisi ol(a)mamış insanın önüne bir ayrım çıkar: Ya bütün bunlar birer saçmalıktır uğraşmaya değmez, ya da bütün bunlar onun olmalıdır. İkinci yola gidenlerin içinde başkalarının mal mülküne karşı büyük bir hasetin, kıskançlığın olduğunu her hareketlerinde, konuşmalarında hissedersiniz. Pis bir ezikliktir bu. Ne kadar zengin de olsalar evlerinden yoksuluğun en çirkin hali silinip gitmez: Açgözlülük.

Açgözlüler, zengin olduklarında bile kalktıkları masadan garsona bırakılan bahşişi cebine atar, yediği sandviçlerin parasını sekreterine ödetir. Her şeyi kendi hakları görür ve yükselmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar.

Kitapta, bazılarının ingilizce bilmesi ve ABD'de eğitim alması ile her şeyini tamam ettiğini zanneden bizlerin çoğunlukla görmediğimiz taraflarını da anlatıyor.

Turgut Özal ABD hayranı bir muhafazakardı, Maskeli Leydi ABD vatandaşı olmak ile övünen talihine TC başbakanlığı çıkan bir zat. Kadınlığı ile cehaletini örtüşü ise başka bir yazının konusu olsun.

Okuduysanız dahi yeniden kitaptan "Gençlerin Oda Darbesi" (s. 89-95) bölümünü okumanızı öneriyorum. Kitabın son yıllar eki ile tekrar basılması iyi de olacaktır. Kime dozer dendiğini kitaptan öğrenebilirsiniz.

***

Şimdi de tarihi şeyler yaşıyoruz. Gelecekte bugün olanları öğrenenler ne düşünecektir, acaba?

4 Aralık 2011 Pazar

Ş A Ş T I M ... / Vural Önsel


almanya'ya işçi göçünün ellinci yılına

Ş A Ş T I M ...

Makinaların insan hizmetine girişinden bu yana teknolojinin en son bulguları ile donanmış modern insanı çalıştırma metodunu ve disipline girmiş kendi yöntemleri ile birleştirip uygulama alanında üstün başarı kazanan firmamız çıkardığı mamüllerle kısa zamanda tanınmıştır. Şimdi verimi arttıran bir hız ve tempo ile daha olumlu bir yönde gelişmesi için mevcut iş gören sayısı kifayetsiz olduğundan yabancı işçi isteklerimizin acilen karşılanmasını rica ederim. Diyordu. Telefonda. Karşıdaki ilgili de efendim daha bu yıl iki ayrı posta halinde beş yüz baş iş gücünü hemde yıllık kontratlı olarak gönderdik. Diğerlerini de istek halinde Balkan ve Akdeniz Memleketlerindeki ilgili bakanlıklara yazmış bulunuyoruz. Zannederim yeni yıla kalmadan onlar da bu ihracaatı yapacaklardır. Bir ithal etmek için gerekeni yapıyoruz. Emin ve müsterih olabilirsiniz. 
---oo0oo--- 
- Emin olasın ki o Yugoslavla leeh düştüler.
- Yok la
- Vallah
- Nasıl oldu la, onlar manda kimi adamlar
- Ula bize manda, manda söker mi oğlum biz kimiz!
- Tabii ola biz kimiz dedi. Aşağıda yatan Recep de kalktı
- Aa bakayum ne pişireysun
- Çay
- Uuy anam çay mı dedun da
- Ben de içeyum ha o çaydan
- İç o gadder çokkine
- Ne deduydunuz siz konuşaydunuz da
- He, biz dedim ki Türküz oğlum, gözünü aç aha bele bağa bak bi yol. Heç bizde sizden aşağı galacak göz var mı?
- Ne oldu da anlameyrum, kime dedu, kim dedu?
- Ula biz dedimi o Yugoslafnan o Yunana dedim
- Ne dedun da?
- Dedimkine, biz sizden aşağı kalmak yukarı çıkarıh ondan kellide ahordu bin kere, bin ikiyüze çıhardım malister geldide aha, elini nah omuzumun başına koyup pırava ola Türk dedi mana.
- Vıyy anacuğum bin iki yüz mü yaptın da sen mi yaptın?!..
- Heye, men özüm yaptım yek başıma
- Ne yaptın da .........in anamuzu verdim pabucumuzu elimize.
- Ben buraya çelduğumda ha bu pok yiyen akord yediyüzdü da geçen yıl bin oldu. Şimdide bin iki yüz oli nasıl iştir bu anlameyrum. 
---oo0oo--- 
Altı kişi kalıyorlardı firmanın yurdunda. Küçük sekiz metre karelik bir odada. İkişer ranzalık karyolalarda yatıyorlardı. Adam başına yetmiş mark ödüyorlardı firmaya. Tek göz oda için dört yüz yirmi mark. Ertesi gün Yugoslav bin ikiyüz yirmi yaptı. O gün ondan teslim alan Yunanlı 1225 yaptı. Alman geldi ondan teslim aldı. Daha bir hafta olmamıştı 1225'e çıkmıştı akort ne kadar çalıştıysa da o gün akordu çıkaramadı. Diğer Almanlarla da konuştular. Ah bu auslenderler dediler. Ah. Eşşek bunlar resmen eşşek.
Sabahleyin Alman Türk'e teslim ettiği makineyi, öğleden sonra gelen Yugoslav Türk'den teslim aldı. 1250 sabahleyin akort meyisteri yeniden akort tutmuş 1250'ye çıkarmıştı akordu. Hıh dedi Türk nasıl yetişindi bakayım. ............ Yugoslav şaşırdı, işten atarlardı akordu çıkarmasa daha çok çalışacaktı. Kan ter içinde kalmıştı ama ilmini de öğrenmişti artık. Makina ışık gölge oyununa göre yapılmıştı. Ne kadar seri çekersen o kadar seri çalışıyordu makina. İki saat böyle çalıştıktan sonra makina hep aynı tempoyu muhafaza ediyor daha süratli olursan o da süratleniyordu. Yugoslav güldü. Ula Türk dedi, sen sabah bak bakalım görürsün akşam postasında Alman yine şaştı kaldı dün sabahtan bu yana akort 125 fazlalaşmış yani 1350 olmuştu. Dondu, istavroz çıkardı, makinaya baktı, yoo makina yine eski bildiği makineydi. Arkadaşlarına söyledi, mistere söyledi, ne ettti o gün de akortu çıkaramadı. Sabahleyin çalışmış bir kişi değil cenkten çıkmış, bir mağlup gibi zor sürükledi arkadaşları.
---oo0oo--- 
Türk fena kızdı. Sağdan daldı bir saat öyle, ortadan olmadı, soldan bir saat sonra o da Yugaslov'ın kendine nasıl yetiştiğini anladı. Bu kez artık kimse tutamazdı onu. Gece makineyi öğrenmeye hasretti çoğunu. Yağ bidonuna, volan kayışına su hortumuna ayrı ayrı komut verir gibi çalıştırdı ve sabaha doğru nihayet istediğinden fazlasını öğrenmiş olarak ve akordu 1350'ye çıkararak teslim etti. Yugoslav da şaştı kaldı. Lan bu Türk'de keramet mi var demeye başladı. Çalıştı, nihayet o da malı soğutacak fasılayı vermeden 1400'e yükseltti. Firmanın yönetici Müdürü geldi akort meisterini azarladı. Atölye şefine çıkıştı. Forarbeiter'i payladı, Alma işçileri tersledi, çekti gitti. Meister'ler şaştı. Bu nasıl işti ki bir haftada 1000'den 1400'e çıkan bir akort mal verebiliyordu. Yunanlı teslim aldı çalıştı. Bir ara meisterler geldiler yeniden makineyi ayarladılar, kontrol ettiler yooo makinada bir bozukluk yoktu. Her şeyi tamamdı. Tekrar şaştılar. Gece postasına devredip gittiler. Alman 1400'ü görünce dili damağı uçukladı. Kıpırdayamadı, meister'i geldi çıkıştı. Ne bakıyorsun alık alık, çalışsana!..
- Efendim akort 1400, meister iyi ya çıkar işte, ya ne olacaktı, 400 mü dedi. 
Alman çalıştı, düşünüyordu da; 700'dü geçen yıl akort. Evet tam 700. Bu yıl iki misline çıkmıştı. Hem de son üç haftada, birden bire arttıkça artmıştı. Nedenini anlayamıyordu. Çalışmaysa işte çalışıyordu hem kendi vatanında idi. Öbürleri gelip geçici idilar, ama patron onlara hep rest çekiyordu. Çalışmazsanız çıkar gidersiniz beyenmeyendurmasın efendim kimseyi zorla çalıştırmıyoruz. Sadece yabancı işçilerİ çalıştırsam bana yeter diyordu? Yeni evlenmişti, borçlu idi, mecburdu. Mobilya, televizyon, çamaşır makinesi, fırın, araba, vs taksitle almıştı. Hızla, canlabaşla çalıştı, gözleri karardı, bir ara düşecek gibi oldu yanındaki çalışan tuttu kendini o gün de akordu çıkaramadı ne işti anlayamıyordu. 
Bu Türk'de muhakkak bir keramet vardı. Muhakkak. Yoksa işte o da çalışmıştı hem de ne çalışma. Ölümüne! Takatı kalmamıştı artık. Azizler mi yardım ediyordu ona nasıl olabilirdi başka!?.. Dua etti. Tövbe ve istavroz çıkardı ııh. İmkansız yok. Bir haftada böylece geçti. Ertesi hafta Alman hastanelik oldu. Aklını kaçırayazdı. Ona geçmiş olsuna gittiler. Alman sordu akort? Yugoslav 1600 dedi, Alman yatakta inledi, debelendi, kalktı, Yugoslav'ı kolundan tutup ha ......... tir çekti. 
Yugoslav'da, Yunanlı'da, Meisterler de şaştı. Mecburi akordu 1800'e çıkardılar. Artık nefes almadan çalışmaya girmiş, öyle bir zora koşulmuşlardı ki ne Yugoslav, ne Yunanlı 1700'ü geçemediler. Bir hafta ikisi de hastanelik oldu. Ziyarete gittiler. Geçmiş olsun dediler. Adamlar sordu. Akort.. 2100 dediler. Yugoslav fenalık, Yunanlı baygınlık geçirdi. 
---oo0oo--- 
Meyisterlere kızdı yönetici, Forarbeiti payladı. Almanları azarladı geldi Türk'ün elini omuzuna koydu. Bıravoo dedi. Sana 10 fenik zam yaptım. Saatına ha gayret daha çok aferin bıravoo Türk'e dedi gitti. Meisterlerin aklı almıyordu. Forarbeiter'in zaten çoktandır kendisi ile konuşurken bu insan değil, insan üstü bir varlık gibi görmeye başlamış saygılı ve biraz da korkuyla bakar olmuştu. Bu adama azizler yardım ediyor, diyordu içinden. 
---oo0oo--- 
Çay mi dedunuz da ha ben içeceğum dedi. Aşağı atladı öbürleri anlatıp gülüyorlardı.
- Gardaşım aha böle tam 2200 yaptım. Vallah Folarvadın gözleri partladı, o saat düştü bayıldı.
- Ne yaptun ne yaptun?!..
- 2200 yaptım men özüm, yek başıma, bize kim derler be hıı?
- Uu desene ...... tin anamizu verdin papuçu elimize da! 
---oo0oo--- 
Telefondaki ses
Yabancı iş gücü isteklerimizin acilen karşılanmasını istirham ederim diyordu. Verimi arttırıcı bu ithalin artırılması. Zaten, kaç kalem mal talep ediyoruz! Beş yüz baş karşıdaki ses ithal mallarınnın son yıllarda biraz güç karşılandığını ancak Akdeniz ve Balkan ülkelerinden talep yapıldığını onlar da istenen evsaftaki malların gönderilmesi için ellerini çabuk tuttuklarını beyan ediyordu. Müsterih olunuz. Emin olunuz diyordu. 
---oo0oo--- 
- Emin olsanki aha böle hepsi dondu kaldı.
- Yoh la.
- Hee vallah
- 2400 ki yapanda akordu herifler bırahtı, gaçtı, meister bayıldı, atölye şefi aklını kaçırdı. Şaştım gardaşım, mende şaştım, ne işti öbürünün yerine de çalıştım 2600 ettim. Öbürünün postasında da iki bin sekiz yüz ettim.
- Ne ettun, ne ettun
- 2800 etmişim men özüm yek başıma. Ola oğlum bize kim deyifler be, hele inciyatım, be bir de sabah gahtım mı, di sen gör artıh meni kimse tutamaz.
Yattı, ertesi sabahleyin çay demlenmişti, ama Hınıs'lı Rüstem bir daha kalkmadı. Laz ağlıyordu. Herkes Rüstem ölmüş diyordu. Şaşıp kalıyordu. Nasıl olur? Ölmüş he. O mu? diye şaşıp kalıyorlardı.
Çarpım Tablosu  1974  Vural Önsel  Şark Matbaası

Vural Önsel ile ilk kez 
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler 
Ansiklopedisi'ni okurken karşılaştım. 
Daha sonrada yine kimi dergilerde de gördüm. 
Kendi bastırdığı bir kitap olduğunu biliyordum. 
Okuduğum yayınların birinde kapağını da görmüştüm. 
Kitapçılık günlerimde kuytu bir kitapçıda 
en üst raflardaki tozlu kitapları elden geçirirken şaştım. 
Beklemediğim bir anda o kitabı bulmuştum.
Kitapta Almanya anılarını öyküleştirerek anlatmış. 
Kitap sonuna koyduğu fotoğraflar, 
dilekçe kopyaları ile kendi mücadelesini anlatmış. 

Almanya'ya işçi göçünün 50. yılınnda,
kitabın ilk öyküsü olan Ş a ş t ı m ...'ı
ekleyerek bir katkım olsun istedim.
Bloga eklemekte yetmeyecek sanırım.


Vural Önsel' 13 Mayıs 1975 tarihinde başbakanlıktan çıkan
Demirel'in burnuna attığı yumruk ile meşhur olmuş.
"Halkın yumruğu bu" diye bağırıyormuş




Sağcılar onu Chp adamı olarak suçlarken
o kendisini bir devrimci (THKP'li) olarak tanıtıyordu.



Bu tarih öncesinde ve sonrasında adli sebeplerden
bir çok kez cezaevine girip çıkmış.



Sonra kendisine ne olduğu pek bilinmiyor.
İnternet üzerinden kimi çarpıtılmış bilgilere ulaşılıyor.
En son 1980'de yine adli bir olaydan cezaevinde görünüyor.



(*) Haber görselleri 14 Mayıs 1975 tarihli Milliyet gazetesinden alınmıştır.


30 Kasım 2011 Çarşamba

Bodjal • 2004 • Ale Möller Band

Ale Möller Band: Bodjal • 2004 

01.Ilios The Sun
02.Bodjal
03.Styggen The Nasty Ones
04.Tango Greco/Vrisi
05.Tid Balkah The Dark Birds
06.Dao Bidaal/Livadhia
07.Epese
08.Atlan Dok (*)
09.Nje Pajem (*)
10.Sandpolskan
11.Atlaz
12.Bachaar Larai
13.Xanalego 
(*) İşaretli parçaları sayfada bulunan
musika 'box'ından dinleyebilir veya indirebilirsiniz.

29 Kasım 2011 Salı

islamcı entelektüel cennette kabul görecek mi

Hoca: "Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir: vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici 'fikir' zümreleri var. Bizim memlekette hakiki 'fikir' yok; bizde üç yüz seneden beri 'fikir' diye bir tek şey var: Taassup! (*)
***

12 Haziran seçimleri sonrası sıra bekliyorum. Seçimden başarı ile çıkmış olmalarından sokakta göbek atacak bir adam heyecanlı bir şekilde yanındakilere ve sesini yükselterek oradaki herkese inceden bir propaganda kayıyor: "Üstadım 76'da askerdeydim. Ramazandı, bize ekmek vermediler. ... Bunlar böyle dinsiz. ... Üstadım halk kimi seçeceğini biliyor. ... Bak, bütün halk düşmanları yüzde biri bile geçemedi. ... "

***

Sanatın, siyasetin, düşüncenin sahnesine giren hiç bir şey kutsal kalmaz.

***

1999 yılında üniversitedeki türban eylemlerine destek vermeye koştu kimilerimiz. Tarih bilgisinden o kadar yoksundular ki; ülkede gericilerin çıkış yolunun anti-komünizm ve devrimci düşmanlığı ile başladığını hatırlamadılar. Dünyada sol hareketlere karşı kullanılan içeriği belirsiz bir demokrasi için oradaydılar. (**) Çünkü son yılların kafa karıştırıcı Kemalizm düşmanlığından başka bir şey göremiyorlardı. Cahildiler. Kemalizmin kolay lokma olduğunu görmüyorlardı. Solun üzerine bir karabasanı, ışığını söndüren sol-liberalizmden kurtulamadılar. Kürtlerin ve liberallerin Kemalizm ile hesaplaşmaları bazılarımızın zaten zayıf olan tarihsel maddeciliğini iyice amorf bir şeye benzetti.

***

Sosyalistler, devrimciler bu ülkede hiç iktidar olamadılar. Ama şikayet ettikleri iktidarları eleştirmek içinde iktidar olmayı da beklemediler. Yine onlar kadar acı, baskı ve hayal kırıklıklarını da hiç bir siyasi taraf yaşamadı. İçlerinde işkence görenler, yıllarca hapis yatanlar ve idam edilenler oldu. İşsiz kalanları, haksızlıklara uğrayanları, yalnızlaşanları ve politik düşünceleri yüzünden bin bir türlü musibetle uğraşmalarının cefasını da çektiler. (Ahmet Kaya'nın söylediği "cefasını çektik, sefasını süreceğiz" çok gerçek olamadı) Tabii bir de bunlara sebep olanlar vardı. Sebep olanları bu ülkede birileri "oh" olsun diyerek bir güzel sevdi. Bu "oh" diyenleri hepimiz unutmadık.

***

bir onur ünlü filmi daha
Hepiniz imana geleceksiniz!

Yönetmeni tanımıyorum, başka filmini de izlememişim. Ünlüymüş demek ki "daha" ile afişe yapıştırmışlar ismi. Afişte 90'lardan bildiğimiz bir ismi görünce erken başlaması nedeniyle de aldım bileti.

Filmi beklerken arayan Özgür, hangi filim olduğunu duyunca "o dönem filmiymiş, akp filmiymiş almasaydın keşke" dedi. "İyi, o zaman nasıl oluyormuş görelim" dedim.

Filmin genel kurgusu devletlü atatürkçülüğün yılmaz savunucuları ve onların aileleri -Sulhi Dönmezer ile şurekası diyebiliriz- üzerine oturtulmuş. (İnsanlarımızı hapishanelere sokmak için uğraşanlar) Baba Celal Tan bir anayasa profu. Tabii bütün aile üyeleri babanın konumundan yararlanarak orada-burada devlet olanaklarından ballanıyorlar. Yüksek mevkidekilerin beceriksiz oğul ve kızlarına devlet imkanlarından yararlandırması sadece geçmişe özgü bir şey bugün böyle bir şey olmuyor!!! Hak geldi batıl yenildi.

Prof Celal Tan kıskançlık krizi ile genç karısını öldürüyor. Sürpriz bir doğum günü kutlaması için o sırada evde olan aile üyeleri olaya şahit oluyor. Tabii, onlar da bu cinayeti saklıyorlar.

Celal Tan kanser hastalığı sebebiyle üç ay ömrü kalmış olan bunak anayasa hukukçusu arkadaşından cinayeti üstlenmesini istiyor. O ise ölümün derdinde gelecek melekleri ve ölümden sonra yaşayacaklarından korkuyor. Yani imana geliyor. İslamcıların bu "siz de öleceksiniz haahahahah" dedikleri bir an işte. Her güzel dinsiz kızın yakışıklı bir mümin genç tarafından müslümanlığa ayartıldığını anlatan romanlar gibim. Ölmek düşüncesiyle dine yönelen insanları gördükçe kendi kendilerine ne kadar doğru bir yolda olduklarını tekrarlıyorlardır. (***)

Olaylar gelişiyor, herkes Celal Tan'ı aklamak için elinden geleni yapıyor. Öldürülen kızın kör kardeşi olayı çözüyor ama yetmiyor. Yine suçlu oluyor. Yine iyiler cezaevine giriyor, kötüler dışarda kalıyor.

Filimde anlamadığım sahne, Celal Tan arkadaşına dini öğretip suçu üzerine almasını isterken, gece vakti elinde namaz kitabı bir cami önünde öldürdüğü kızın ruhunu görüyor. Dedim, herhalde Celal de imana geliyor.

Öyle olursa Celal Tan hacca gider, beş vakit namaz öğrenir, kızı örtünür, torunu imam hatip lisesine gider, oğlu kapalı bir 'hanım' ilen evlenir ve eski tas eski hamam sürer. Sanki sürmüyor!

Yalnız ünlü yönetmenimiz bir 'daha' ki filiminde caminin arka yüzünü de çekse iyi olacak. Caminin görevlisini toplanan yardım paralarını, ünlü bir yardım derneğinden gelen görevliye verir. Paranın hangi hayırlı hizmetler için harcanacağını konuşurlar. Burada göz yaşları akar. Sonra cami görevlisi, oğlunun laikçi despotluk altında bir işe atanamayışından ve torpille atanan laikçi çocuklarından bahseder. Diğer adam orada göz yaşları döker ve oğlan intihar eder. Mükemmel oldu. İnanç var, azim, acı, mücadele, duygu... hepsi var. Cami de var. Daha ne istiyorsun, sayın ünlü yönetmen! Adı da: "Hepiniz imana geleceksiniz!" olsun.

"islamcı entelektüel cennette kabul görecek mi" sorusunu merak ediyorsanız. islamcı entelektüel görünce, onlara sorun bir cevapları vardır.
---- dipnotlar ---
(*) Üç İstanbul, 1938, Cemal Mithat Kuntay
(**) Ergenekon davası başladığında süreci anlayamayacak kadar yollarını kaybetmişlerdi. Sonuna kadar gidilsin diye eylemler yapıldı. Polisler gece yarıları kapılarını çalınca neye destek verdiklerini biraz olsun anlamış oldular.
(***) Ölüm Kagısıyla Dindarlık Arasındaki İlişki Üzerine Bir Yorum, Murat Yıldız, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 3, 1999
Yazıda yorumlanan araştırma ölüm kaygısı-inanış arasındaki ilişki hakkında ve sonuçlar hiçte iman edenlerin düşündüğü gibi görünmüyor. Okumanızı öneririm. Yıllar sonra bu yazıyı bulmak benim için güzel bir tesadüf oldu.

27 Kasım 2011 Pazar

arslan yetiştirmeye kalkışan tilki

... hayvanlar arasından tilki ile aslanı seçmelidir;
çünkü aslan kendini tuzaktan koruyamaz,
tilki de kendini kurttan koruyamaz.
Bu nedenle tuzakları tanımak için tilki,
kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir.
Prens, Niccolò Machiavelli

I.
Gündemde bir fıkaralığın bahsiyle ötekiler, biraz daha lügatim ile gidersem mübalağa edilerek es geçilenler var. Çeşit çeşitler, doğamız gereği...
II.
-onlar vebalılar, su bilmeyen bozuk et gibi kokanlar, hayata yenilecekleri öğretilerek katılanlar, şehirlerin derinliklerinde birer köstebek gibi çalışanlar, yurdun hapishanelerini dolduranlar, dilleri konuşturulmamışlar, tarihleri lanetlenmişler, müziklerini gizli gizli icra etmiş-dinlemişler, onlar ahlaksızlar...-  
III.
Mübalağa erleri saygı uyandırabilme kuvvetlerini o kadar yitirdi ki, işlerini ister istemez bir kuşkuyla karşılıyoruz. Mübalağa ettiklerine bilimle acıyorlar, Batı'dan, gelişmiş memleketlerin seçkin üniversitelerinde gördükleri eğitimden bunu 'anlamışlar'. Sonrada anlayabildikleri kadar da öğrencilerine, okurlarına anlatmışlardır. Gözleri açıldığından artık çevrelerindeki çoğu farklılığı daha iyi fark eder olmuşlardır: Dilsel, dinsel, cinsel... hepsi ortadadır. Böyle olunca konumuz da: "Kaybolan, ezilen, dışlanan, horlanan, horuldanan.. kültürleri koruma ve yaşatma"ya döner. Oysa çalışmalar okunduğunda anlatılanların karamsar tarihinde nelerin olduğu muammalar olarak kalır. Mübalağa erlerinin çalışmalarının eleştirdikleri modernist kurumlarınkinden farkı sadece sermaye kaynağıdır. Yazılanlar ve konuşulanlardan anlaşılan gördükleri sadece: Sefilliktir. -O yüzden bir kaç şeyi öne çıkarıp onları mübalağa ederler- Bu sefillikte yok vardır da var yoktur. Gerisi de teferruattır. Çoğunlukla başka bir şey bilmez ve görmezler. Verdikleri emeğin karşılığı ortaya koydukları çalışmalarda anlatılanlar zaten faklı olanlar için malum olandır.

IV.
Mübalağa edilenlerden kimilerinde: Atanın biri dölüne izlere bakarak 'orada tilkinin mi, yoksa aslanın mı gezinmiş olduğunu nasıl anlayacakları'nı hikaye eder. Terbiyelerinde bazen tilkiye bazen aslana daha çok dikkat çekerler. En son hangisi daha çok zarar vermiş ise o daha çok söze katılır. Bazı vakit iş sonrası loş damların orta yerinde kurulmuş sofra içinde, sazla sözle, kesme cam bardaklarda acı suyla başka şeyler de hikaye edilir. Yine de bir arslanın -canlarını verdikleri- kükremesine korkusu baskın bir saygı duyar, tilkiyle aynı masaya bile oturmazlar. -Ama şimdiler de başka kimileri mübağala erlerinin sözlerine inanıp tilkiler ile masaya oturmak üzeredir.- Onların kelimelerinden biri yurt'tur. Vergi vermeyi sevmezler, vergiciye dilenci, dilenciye öşürcü (aşarcı) derler, çünkü gerektiğinde yurt için canlarını gönderirler. -aslında yolları arslanla çok uzun zamandır ayrıktır, nadiren yakınlaşmıştır- Onların vergisi dölleridir. Gelecekleridir.
V.
Her hayvanın geçtiği bir yol vardır. Yolda iz yoksa bunun hayır'lı bir işaret olmadığını, eğer tilki arslan yetiştirmek istemişse o yollarda gezen bir çok çakal izinin sebebini anlarlar. Hayatta kalırlar.
VI.
Onların yenice öğrendiği bildikleri bazı izlerin tilki ile arslanın terbiyecisinin olduğudur.

Yunanistan
Mübalağa erlerinin gördükleri fotoğrafa şapkalı gölgesi çıkmış olan seyyahın gördüğünden çokta farklı değildir.

22 Kasım 2011 Salı

Uyuyor gibi


"One of 17 volunteers who fell during an attack in the Spanish Civil War. He was shot in the head, 1936."

İspanya İç Savaşı'nda saldırı sırasında düşen bir gönüllü. Başından vurulmuş, 1936.

Lorca... Uyuyor gibi...

10 Kasım 2011 Perşembe

Üç İstanbul • 1938 • Mithat Cemal Kuntay (Roman)

Üç İstanbul
Roman, 1938
Mithat Cemal Kuntay
Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'unu, Sander Yayınları'ndan bir baskısını bulup okumak istedim. Zaman sıkıştırınca Oğlak Kitap baskısını okudum. Şimdi orta yaşlarında olan kuşağın bir kısmının bir dönemin TV dizisi olarak anımsadığı bu kitaptan "Abdülhamit'i Burnu Kurtardı (LXXII)" başlıklı bölümünü pasajlara ekliyorum. 
Kitapta işlenmiş olan siyasi konular kadar yer alan bir diğer başlık ise dönem insanlarının cinsel serüvenlerine dair onlarca ayrıntıdır. Geçmiş, cinsel tercihlerden diğer örtülü bir çok başlığa çok da renksiz görünmüyor. 
Tabiy kitap burada bitmiyor.
 ***
Çağaloğlu'undaki bu taş binaya taşındığı günden beri Adnan yalnız kalamıyordu: Misafir, misafir... (...)

Artık eski dostlarıyla da münasebetini kesmişti: Zaten Moiz hala Selanikte'ydi; (...) Mektuplarını aylardan beri cevapsız bırakıyordu. Avukat Tevfik Hoca da artık pis adamdı: Ona selam veren kirleniyordu; Adnan bu iki dostundan kaçıyordu. Başka iki eski dostu da ondan kaçıyorlardı: Dağıstanlı Hoca ile Şair Mehmet Raif.

Bugün sokakta Dağıstanlı Hoca'ya rastladı; zorla arabaya aldı, eve götürdü. Uzun müddettir, Hocayı görmemişti; Abdülhamit için siyasi temayüllerini yoklamak istedi.

"Seni Deli İbrahim'in torunu meğer ne saçma adammış. Hükümdar tarafı hiç yok. Evde oturmak için doğan adamı tesadüf sarayda oturtmuş. Hükümdar ailesinden gelmeseydi tapuda mukayyit olurdu. Sonra o ne hükümetmiş, bütçesi yok, Maliye Nazırı var; donanması yok, amiralleri var. Fakat Allah'a şükredelim ki, onun büyük olmaya merakı yoktu; sahne adamı değildi; Almanya İmparatoru gibi aktörlüğe kalkışsaydı halimiz haraptı.

Dağıstanlı Hoca: "Onun mevhum bir büyüklüğe bile tahammülü olamazdı. Suikast kurşununun hedef dairesi büyür diye korkardı!"

Adnan rahat etti: Hoca, Meşrutiyet'ten sonra Abdülhamit'i beğenmeye başlayanlardan değildi. Hoca'yı cemiyete almak istedi.

Dağıstanlı Hoca: "Beni Cemiyet'e alıp ne yapacaksınız Adnan? Cennet'e de gitseniz, Cehennem'e de, ben sizin yanınızdayım. Ama ben numaralı vatanperver olamam."

Adnan: "Seni içimize alırsak bize bir kuvvet olursun hocam."

Hoca: "İçinize alacağınız adamlar sizin kuvvetiniz değil, zaafınız olacaklar."

Adnan: "Yani pis adamlar alırsak?"

Hoca: "Hayır, hayır; adı çıkan maskaralardan korkum yok; onların fiyatı üstünde... Meçhul edepsizlerden kork."

Adnan: "Mesela?"

Hoca: "Mesela, mesela... sonra söylerim.

Hoca, düşündü; coştu; öfkelendiği için yine ayaktaydı.

"Bu lafıma iyi dikkat et: İnkılap yaptınız diye bugün boynunuza sarılanlar yarın boğazınızı sıkacaklar!" dedi, sustu. Çehresinden bir fildişinin yekpare beyazlığı ile ak bir sakal uzanıyordu.

Hoca: "Sizin en büyük düşmanınız kimdir biliyor musunuz?"

Adnan: "Tabii ki biliyoruz: Alatini Köşkü'nde oturan Abdülhamit!"

Hoca: "Haşa, tövbeler olsun değil. Sizin en korkunç düşmanınız Fatih'teki yobazlardır. Sarıktan korkun. Müslümanlık geç kalan bir saat derler. Hayır. 'Ali - Muaviye' vakasından beri bu saat hiç işlemiyor, durmuştur."
(...)

Adnan: "Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar."

Hoca: "Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir: vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici 'fikir' zümreleri var. Bizim memlekette hakiki 'fikir' yok; bizde üç yüz seneden beri 'fikir' diye bir tek şey var: Taassup! (...)
(...)

Adnan: "Fatih hocalarının dini de yalandır; dinsizliği de!"

Hoca: "Yalanmış! Tabii ki yalan. Onu ben de biliyorum. Onun için bu yalandan korkun diyorum ya! Sarıklı milletini bana mı anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah'ı da inkar etsinler; Peygamber'i de!... Sultan Hamit otuz üç sene sarığa sırma takarak; taassuba maaş vererek tahtında oturdu efendi!"

Adnan şaştı: Dağıstanlı Hoca, Abdülhamit'e eskisi gibi Deli İbrahim'in torunu demiyordu. Düşündü, düşündü, buldu: Hoca düşmüşlere sövmezdi.

Adnan: "Şu ikinci düşmanımız kimmiş merak ettim hocam?"

Hoca: "İkinci düşmanınız sizsiniz!"

Adnan, sokak edebiyatı yapan Hoca'nın şirinliğine güldü; deminden beri müphemiyetinden korktuğu ikinci düşmanının ne kadar tehlikesiz olduğuna seviniyordu.

Hoca: "Sizsiniz! Çünkü siz, halkı fikir idare eder, sanıyorsunuz. izdiham, kafasıyla değil, gözleriyle düşünür. Bu gözleri idare etmeyi bilmeyeceksiniz, kendinize düşmanlığın en büyüğünü siz kendiniz yapacaksınız. Yığın karnıyla düşünür, Gözüyle öğrenir, Kalbiyle kızar. Avamın midesindeki yeniçeri kazanını tanımıyorsunuz. Halkın gözünü rahatsız etmemek için hiç değişmemeye mecbursunuz. Eski ceketinizi çıkarmayacak, eski evinizden çıkmayacaksınız..."

Hoca duvarlara, tavanlara baktı: "Allah daha ala etsin. İhtişamlı konak. Fakat ben senin yerinde olsam Aksaray'daki evi bırakmazdım Adnan!"

Adnan bozuldu; artık anlıyordu. Bu Dağıstanlı Hoca da, Şair Raif de, onun saadetini yakından görmeye tahammül edemiyorlar, onun için ondan kaçıyorlardı. Fakat Hoca'nın bu lafına gücenmek küçüklük olurdu. Canının sıkıldığını örtmek için güldü.
(...)

Hoca, Adnan'ın sefil yaşamasında inat ediyordu: "Görmüyor musun? Ahmet Rıza'nın Paris'teki yamalı ceketini hala alkışlıyorlar; Talat'a bak, Edirne'de giydiği sarı kaputunu hala çıkarmadı, hala asker tütünü içiyor. Uzağa gitmeye ne hacet? İşte Sultan Hamit... Ne sayede sağ kaldı? Burnunun sayesinde!... Gazeteler her gün burnuna kandil asmakla meşgul. Biri çıkıp da, 'Bizim Mısır'ımız vardı, bir Bosna Hersek'imiz vardı, bir Şarki Rumelimiz vardı; ne oldu?' diye hesap soruyor mu? Sormuyorlar neden? Çünkü halk fikriyle değil, gözüyle görürde ondan! Çünkü Şarki Rumeli'nin gittiğini fikir görür, Abdülhamit'in uzun burnunu göz görür de ondan!.. Sizin de yaptığını bu inkılaba, bu ehrama bakmayacaklar; rubanız kaç tane? Eviniz kaç katlı? Onu sayacaklar.

Adnan, deminden beri, Hoca'nın söylemek istemediği 'meçhul edepsiz'i merak ediyordu:

"Şu Cemiyet'e aldığımız meçhul edepsiz kimmiş? Merak ettim Hocam?"

"Kim olacak? Senin Hidayet Beyefendi'n! Cemiyet'e sokmuşsunuz; Şehremini oluyormuş."

Oda kapısı açıldı; kapının kanadına Erkanıharp Müşiri'nin Mermer Yalı'sında olduğu gibi, bir uşak yapıştı: Sofadan Hidayet haykırıyordu:

"Aşk-olsun Adnan Beyefendi Hazretleri, biz gelmezsek sizin arayacağınız yok!."
Önden Hidayet girdi, arkasından Hacı Hulusi Paşa, redingotunda iliklemek için fazla düğme arıyordu. Adnan, Hacı Hulusi'yi görünce fenalaştı.

Dağıstanlı Hoca, Hidayet'le Hacı Hulusi'nin uzun selamlarına "aleykümselam!" diye ağzıyla aldı. Odadan kaçtı. Arkasından koşan Adnan'ın göğsüne merdiven başında elini dayadı: "Dostlarını yalnız bırakma!.."

Adnan, Hidayet'le konuşurken düşünüyordu: "Şu insanlar ne tuhaftı; Hoca'nın duydukları yarı yarıya yanlıştı. 31 Mart'ta istibdat geri dönmeyince, Hidayet de, Hacı Hulusi Paşa da İttihat Terakki'ye yazılmışlardı. Fakat dün Şehremenliği'ni isteyen Hidayet'e, Sivas Valiliği'ni isteyen Hacı Hulusi Paşa'ya Talat, "Zat-ı saminiz hafiyesiniz beyefendi! Zat-ı aliniz de hırsızsınız Paşa Hazretleri" demiş, kovmuştu. Zaten şimdi Hidayet, Adnan'a bunun kavgasını etmeye geliyordu. Fakat bu Dağıstanlı Hoca'nın Meşrutiyet için ne fikri olabilirdi? Devlet kuvvetlerinin ayrılmasındaki ilim nazariyesini mi söyleyecekti? Dış politikada hükümetin hangi siyasi manzumeye katılacağını mı kestirecekti? Tabii ki, Dağıstanlı Hoca İttihatçı Adnan'a, "Madem ki inkılap yaptınız, havyar yemeyeceksiniz!" diyecekti.

***
Alıntı Yapılan Kitap: Üç İstanbul, Roman, 1938, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Kitap

2 Kasım 2011 Çarşamba

sabahın doğusşu

fotoğrafı büyük boyda görebilmek için üzerine gelip tıklayın

26 Ekim 2011 Çarşamba

İyi Geceler Türkiye


Ölüme, ölümlere seviniriz; cinayetlere seviniriz; bize dokunmayan (belki çıkar sağladığımız) haksızlıklara, hukuksuzluklara seviniriz; kendi tekerimiz döndükçe zulümlere, acılara seviniriz. Sonra da anlaşılmamaktan, ahlakın bozulmasından ve insanların birbirine saygılarını yitirmesinden şikayet ederiz. Daha kötüsü de, daha da böyle devam edeceğizdir...

****
2000 yazında William Saroyan'ın "Dünyanın Bir Öğle Sonrasında" adlı kitabını okuyordum. Kitaptaki erkek çocuğun adı "Van"dı. O zamanlar konulara çok hakim olmadığım için bilmiyordum. Kitabı okumaya devam ettikçe, aklıma iki de bir Van şehri geliyordu. Kitabın ilerleyen sayfalarında Saroyan oğluna isminin nereden geldiğini açıklıyordu:
“Van diye bir şehir vardır, Türkiye’de; orada olurduk. Zaten senin adın da o şehirden, Van’dan geliyor.”(*)
Sonrasından sahaflardaki dergilerden, kitaplardan Sorayan'ın Türkiye ziyaretini, kitaplarını, oyunlarını öğrendim. Bugün kitaplarını Aras yayınları basıyor.

Geçtiğimiz bahar, kardeşim Van hakkındaki -muhtemelen bir doktora tezinden düzenleme- kitabı okurken bir çok ilginç ayrıntıyı anlatmıştı. Örneğin Fatih'in bayağı sayıda Ermeniyi İstanbul'a getirttiği ve bir kısmının da eski zamanlarda Sivas'a göçtüğü gibi ayrıntılar. Eski zamanlarda Van'daki zanaatlar, ticaret hayatı ve topluluklar hakkında irili ufaklı bilgilerde vardı içlerinde... Bir de yazarın sağcı-muhafazakar bakışının parıl parıl parladığı paragrafları okudu kardeşim: Konuştuk, gülüştük. Ama Van'a ilgimiz, saygımız arttı.

Van şimdi yıkıldı. Nedeni binalardaki dayanıksız sistemler değil, zamanında o sistemlere de izin veren her şeyi çalınmış, tecavüze uğramış ama bunun farkında olmamışlarımız tarafından yıkıldı. Onlar yarın Türkiye'nin her bir yerini yıkacaklar ve yine aynı lakırdıya devam edecekler. Ne zaman ki kendileri de bu acılardan paylarını alır, bi' ihtimal bir şeyler öğrenebilirler.

Bir Sabah Libya'da Demokrasi Güneşi Doğar

Kaddafi öldürüldü. Kaddafi'nin öldürülüşünü izlemedim. Fotoğraflar yeterince açıklayıcıydı. Aklıma yıllar önce öldürülen Çavuşevsku geldi. Halkların beslenememiş ama oluşmuş beklentileri çoğu zaman emperyalistler tarafından iyi kullanılıyor. Bazılarına bir gün demokrasi çıkageliyor.

Philippe Desmazes / AFP / Getty Images
Libyan National Transitional Council (NTC) fighters escort a pro-Muammar Qaddafi fighter (center) after he was captured during a street battle in Sirte on October 18, 2011.

Muammer Kaddafi taraftarı bir savaşçı (ortada) sokak çatışmaları sırasında yakalandıktan sonra Libya Ulusal Geçiş Konseyi savaşçılarıyla. Sirte / Libya, 18 Ekim 2011. 
Yukarıdaki fotoğrafta yakalanmış -muhtemelen- Libyalı yaşlı bir adam ile onu tutan ve yine -muhtemelen- Libyalı olan iki genç görünüyor. Onlar Libya'nın geleceği... Kadraja sığanlar çok mu bilindik? Giyimlerinden, kilolarından iki farklı zihniyeti görüyoruz. Adam yaralı, zayıf... Diğerleri bayağı iyi durumda görünüyorlar. Bana çok şey anlatıyor bu fotoğraf. Ama kim iktidar kim muhalif belli değil.

Kaddafi ekonomik olarak dünyanın en imkanlı ülkelerinden birisini kurdu ama ideolojik olarak yenildi. Çünkü kapitalistlerin öyle yada böyle insanları inandırdıkları 'düşünce özgürlüğü', kendini ifade etme hakkı nihayetiyle kendi kendini yönetme aptallığına halkını inandırmadı. O, dolambaçlı yolları kullanmadan iktidarda olmanın bütün nimetlerinden yararlandı, devran dönene kadar... Libyalılar şimdi kendi kendilerini yönetecekler ve özgürce düşüncelerini ifade edecekler: Aynı Batılılar yada bizim insanlarımız gibi...

Alacağı, düşüneceği, yapacağı hatta yatak odasında neler olacağı önceden belirlenmiş, söylenmiş. Skalası "normal"den "anormale" kadar genişleyebilecek bir toplam 'özgürce' ülkesini yönetecek. Hukuk, güvenlik, maliye, eğitim, sağlık ve bütün sistemleri "zengin"ler, "uzman"lar, "bürokrat"lar, "din adamları" tarafından yönetilirken: Ne yapacağı / eyleyeceği / düşüneceği / söyleyeceği sınırlanmış yaşamlar birlikteliği ne kadar seçebilir ise o kadar seçebilecekler o kadar kendilerini yönetecekler, o kadar özgür olacaklar.

Ve buna demokrasi diyecekler.

İyi geceler Türkiye
25 Ekim 2011
---
(*) Alıntı kaynağı: http://mesrutacikmazi.blogspot.com/2011/01/dunyann-bir-ogle-sonrasnda-william.html

13 Ekim 2011 Perşembe

Haşîşîler: İslam'da Radikal Bir Tarikat • Bernard Lewis

Haşîşîler
İslam'da Radikal Bir Tarikat
(1967)
Bernard Lewis
Çeviren: Kemal Sarısözen
 Kapı Yayınları, Nisan 2005
 
Sahafların, kitapçıların ucuz kitaplar bölümü farklı okumalara sebep olabiliyor. Özellikle ilginizi çekip ama bir türlü yoğunluktan başlayamadığınız alanlarla ilgili kitapları ucuz kitaplar içerisinde görünce insanın eli uzanmadan edemiyor.

Neden İlgi Çeker?

Kendini tek ve doğru olarak ifade eden ortodoks dini inanışın tarih yorumu taraflı (kimi zaman aşağılayıcı) olunca dinler tarihini farklı kaynaklardan okumak ilgimi çekiyor. 
İranlı Haşişiler için çoğulu melahide, tekili mülhit olan Arapça (...) sözcükler kullanılmıştır. "Dinden çıkan, dinsiz" manasına gelen bu sözcük sıklıkla, ehlisünnet dışı tarikatlara, bilhassa da Haşîşîlerin bağlı oldukları İsmailî mezhebine atfen kullanılmıştır.
Tarih Nasıl Anlaşılır?

Kitabı alma gerekçemin tarih dışında nedenleri de var. Son yıllarda Türkçe'ye çevrilen ya da yazılan onlarca 'tarihi roman'da geçen ve bugün 'normal' karşılanmayan olay, yaşantı ve kişiye dair cahilce vurgulamaları dinlemenin de etkisi bunlardan birisidir.
"Haşhaş kullanımı ve haşhaşın tesirleri o dönem de bilinmekteydi ve bir sır değildi; ne İsmaili yazarlar ne de diğer ciddi Sunni yazarlar, tarikat mensupları arasında uyuşturucu kullanıldığını öne sürmüşlerdir."

Ya da tarihsel figürler hakkında atılıp tutulan onca 'çılgın' iddiaya rağmen aslında anlatılan kişinin anlatıldığı gibi bir yaşam sürmemiş olması ihtimali de var:

(Hassan Sabbah'ın) İranlı vakanüslerin aktardıkları, İsmaililerce kaleme alınmış biyografi, sofuluğuna ve dünyevi hayattan elini eteğini çekmişliğine vurgu yapmaktadır.
Peki Hassan Sabbah'ta çılgın olan ne:
... Haşişilerin (Hassan Sabbah'ın) tarihte bir eşi bulunmamaktadır; o da, terörün politik bir silah olarak uzun vadede planlı ve sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.
Neden Haşîşîler?

Kelimelerin zaman ile kazandıkları anlamlarını görmezden gelerek bugünkü anlamları üzerinden tarihsel yorumlar, romanlar yazılmaya başladığında işler karışıyor. (1)
 Haşişi ismi dahi Suriye coğrafyasına aittir ve muhtemelen her yöne çekilebilecek bir sözcüktür. Her halükarda hikayeyi çekici kılan, bu isim olmuştur. Önümüze konmuş çeşitli izahatlar arasında kulağa en makul geleni, bunun, tarikat mensuplarının -yaptıklarından ziyade hal ve tavırlarına saplanıp kalınarak- yabanıl inançlarını ve abartılı tavırlarını hakir görmenin bir ifadesi sayılmasıdır."
Yine de yazar eleştirdiği ama kedinin de vazgeçemediği kitabın adını bu "hikayeyi çekici kıl"mak için seçtiği görünüyor. Çünkü yazarında bahsettiği gibi:
"Haşişi sadece Suriyeli İsmaililere atfedilmiş yöresel bir isimdir; İsmaililerin İran'daki veya başka herhangi bir yerdeki kolları için bu ismin kullanımı asla söz konusu olmamıştır."
Oysa kitabın odaklandığı kişilerden Hassan Sabah İran'da Alamut Kalesi'nde yaşamış ve Yeni Davet'çi bir İsmaili'dir. :
Arapça haşiş sözcüğü, aslen "ot" bilhassa da "kuru ot veya hayvan yemi" manasına gelmektedir. Daha sonraları, yalnızca Ortaçağ Araplarının uyuşturucu tesirine aşina oldukları hintkeneviri (cannabis sativa) yerine kullanılmaya başlanmıştır. Daha modern bir sözcük olan haşaş, "haşaş kullanıcısı" anlamına gelmektedir.

Ataların Mirası Ne Kadar Silinir?

Din ile ilgilenmeyenlerin fazla farkında olmadıkları bir şey vardır. Her dinin, resmi bir dili ve milliyeti vardır. Yahudiler kardeşleri Araplardan farklı olarak, Yahudi olmanın sadece kendilerine tanınmış bir kutsal üstünlük olarak yaydılar. Araplar ise bunu ret ettiyse de uygulamada hep böyle olmadı:
"İslam dışı kitlelelere dinlerini değiştirme (ihtida) yoluya hayat bulan İslam'ın yayılışı, sayıları çığ gibi büyüyüen yeni Müslümanların, beraberlerinde, Müslümanlığı ilk olarak benimsemiş olan Arapların hiç de aşinası olmadıkları Hıristiyan, Musevi ve Farsi geçmiş tecrübelerini İslam cemaati içerisine taşımalarına yol açmıştır. Bu yeni Müslüman kitle, kendileriyle aynı dine inanıyor olmalarına rağmen, Arap olmadıkları gibi aristokrat da değillerdi; bu nedenle, hakim Arap aristokrasisinin, kendilerine, aşağı sosyal ve iktisadi mevkiler reva görmesinin yarattığı adaletsizlik hissi, söz konusu kitle mensuplarını mevcut nizamın meşruiyetini sorgulayan hareketlerin tabii birer neferi olmaya itmiştir."
Ataların Ruhu Canlanır mı?

Dine, farklı dil ve etnik kökenlerden her yeni katılım; yeni ve birbirinden farklı onlarca yoruma ve bunların sonucu olarak farklı toplumsal kural-yaşantı ortaya çıkarması kadar doğal bir gelişme olamaz. Kimse atadan öğrendiğini bir günde unutup her şey hakkında kuralları olan bir düzene geçemez. Bu süreçlerin her zaman hoşnutlukla bittiğini ise sadece 'resmi' tarih kitapları ile ortodoks din adamları söylüyor: 'Herkes güle oynaya o dine geçmiştir. Hatta ne kadar aptallık yapıp yıllarca bu gerçeği görmediklerine şaşmışlardır.'
(İsmaililer -Yeni Davet- içerisinde)(...) "mucizevi güçlere sahip olduklarına inanılan ve öğretilerinde din dışı Gnostisizm, Maniheizm ve diğer pek çok Farisi ve Musevi-Hıristiyan öğretilerin harmanlanması olan mistik ve aydınlanmacı fikirlerin yer aldığı, kutsal adamlar -imamilar ve dailer- mezhebidir. Bu kimselere atfedilen inanışlar arasında, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi (tenasüh), imamların ve kimi zaman dailerin de Allah mertebesine konulması ve sefahat - her türlü hukukun ve sınırlamların bir kenara itilmesi- yer almaktadır. Kimi bölgelerde -mesela İran ve Suriye'de yer alan köylüler ve göçebeler arasında-, Şiilik öğretilerinin ve kökenleri daha eskilere dayanan yerel mezheplerin ve akidelerin karşılıklı etkileşimlerinden türeyen yerel dini oluşumlar ortaya çıkmıştır."
Belirleyici olan resmi dinsel düzen bunları kendi sistemine uydurmaya çalışsa bile bir yerde bunu önüne geçmesinin sınırları vardır: Özellikle fiziksel olarak ulaşamadığı yerleşim birimlerinde, göçerlerde ve gittikçe kendinde uzağa düşen topluluklarda. Kendisini korumak için geri çekilen her muhalif anlayış için bu fiziksel engeller birer propaganda ve örgütlenme alanına dönüşmeye müsaittir.

Eski Mirasın İktidarı ile Yeni İktidarın Mirası

Yine de derin ayrımlar (mezhepler) çevreden önce dinin otorite merkezinde ortaya çıkan iktidar kavgaları içerisinde ve iktidar özlemi olan grupların faaliyetleri ile başlayacaktır. Bir şekilde bu ayrımlar dinin ordu ve bürokrasisi ile çevreye taşınacağı gibi merkezdeki hoşnutsuzlar ile çevredeki hoşnutsuzların buluşması zor olmayacaktır. Bir taraf kendisine kitle yaratırken, diğer tarafın ise kendi hoşnutsuzluğunun kitlesini güçlendirecek, ideolojik olarak onunda beslemesine izin verebilecek böyle bir ayrım ile organik bir ilişkiye girmesi kaçınılmaz olacaktır. Önce yeni iktidarın miras kavgasına bakalım:
(Ali'nin kızı Fatma soyundan gelen) "Aşırılıkçılarla ılımlılar arasındaki kesin ayrışma, Hz. Ali'den sonraki altıncı imam Cafer es-Sadık'ın 765 yılında ölümünün ertesinde vuku bulmuştur. Cafer'in en büyük oğlu İsmail'di. Kesin olarak bilinmeyen sebeplerle ve muhtemelen aşırılıkçı unsurlarla olan ilişkisi yüzünden İsmail, Cafer'in mirasından reddolunmuş ve Şia, yedinci imam olarak bir küçük kardeşi Musa Kazım'ı tanımıştır. İmamlık, on ikinci imama dek Musa'nın soyundan gelenlerin elinde kalmıştır. Şia'nın çoğunluğu, 873 yılı dolaylarında ortadan kaybolmuş olan on ikinci imamın "beklenen imam", Mehdi olduğuna bugün dahi inanmaktadır. 
Burada ayrıntılandırılması gereken dine katılan eski yapının iktidarının (-odaklarının) yeni yapıda görev almak istemesi ve bunu bir şekilde ifade edecek bir yol arayışı ile ilgilidir. Dışlanma ile sonuçlanan her arayışısın  hegemonyanın dışına çıkamadığın da hegemonyanın ideolojik argümanlarını zayıflatma ve kendi argümanlarını güçlendirmeye çalışacaktır. Bu da:
"İsmaililer (...) Uzunca bir süre kendilerini gizli tutmuş olan topluluk, gerek bağlılık ve örgütlenme bakımından, gerekse de entelektüel ve duygusal bir çekim merkezi olmasından, rakiplerini geride bırakan bir mezhep kurmuşlardır. (...) Dindar kesimlere göre İsmaililer, gerek ananei gerekse hukuk bağlamında en az Sunniler kadar Kur'an'a itibar etmektedirler. Entellektüel kesimlere göre ise kadim, bilhassa da yeni-Eflatuncu düşünce temelinde kainata felsefi bir izahat getirmişlerdir. (...) hoşnutsuz kesimlere göre de, mevcut nizamı ortadan kaldırıp yerine imam önderliğinde yeni ve adil bir toplum inşa edebilmek için geçek bir imkan sunabileceğine inanılan, örgütlü, yaygın ve kudretli bir muhalefet hareketinin cazibesini uyandırmışlardır."
Mirasçıların Yol Ayrımı
(Mısır'da) Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fatima'nın soyundan gelmelerinin bir ibaresi olarak, kendilerini Fatımiler olarak tanıtan yeni bir hanedanlığın temeli atılmıştır.
(...)
969 yılında (...) Fatımi liderler, eski hükümet merkezi Fustat yakınlarında, imparatorluklarının başkenti olacak Kahire adlı şehri ve inançlarının kalesi sayılacak el-Ezher isminde bir cami-üniversite inşa ettiler. 
Her ne kadar mirasçılar arasındaki ayrımlar yine kendi mirasları hakkında görünse de yukarıdan izlendiğinde ayrımın genetik kimi özellikler barındırdığını görebiliriz. Süreç ile oluşan ayrımlar sadece iktidar mücadelesi içerisinde birilerinin tutulması değil, sahip olunan mirasa göre gelişmektedir.  
(İsmaili gruplar) Birkaçı haricinde tümü, yıkmaya güçlerini yetmediği bir devletin ve nizamın güçleri tarafından bozguna uğratılmışlardır. Nadiren başarıya ulaşmış olanlar (...) iktidarın zırhına bürünüp islam cemaatinin muhafızlığına soyundukları anda, bizzat kendi taraftarlarına sırtlarını dönmüş ve bu kimseleri ortadan kaldırmışlardır.
(...)
Suriyeli ve İranlı Nizari İsmaililer, gaspçı saydıkları, Kahire'deki son Fatimilere asla bağlılık duymamışlardır.
İsmaili taraftarları kabaca söylersek Araplar ve Diğerleri olarak ayrılmıştır. İktidara gelen Fatimiler ile diğerlerinin arasına giren ataların mirasıdır. Sonuç olarak yolları ayrılanlar miraslarını yaşatmaya çalışacaklardır. (2)

Küçük Bir Ek

Dine katılan her halkın atalarının ruhunun bir süre sonra canlandığını söylemek zor olacaktır. Ancak kimlerin de canlanmayan atalar kimilerinde canlanmasına sebep olacaktır.
"Türkler sarsılmaz bir askeri güce sahiptiler; dini ekollerinin ortodoksisi karşısında herhangi bir ciddi karşıt fikir kalmamıştı. Lakin başka taarruz usulleri mevcuttu ve İsmaililik yeni biçimiyle, Selçuklu devletinin bünyesinde barındırdığı kalabalık bir tatminsiz kesimin önüne, yeni ve sağlam  bir başkaldırı stratejisiyle desteklenmiş görkemli bir ortodoksi eleştirisi getirmişti. İsmaililiğin eski daveti muvaffak olmamıştı; Fatımi imparatorluğu can çekişiyordu. Bir yeni davete ve yola ihtiyaç vardı. Tam da Hasan Sabbah isimli devrimci deha, bu ihtiyaçlara cevap olmuştur."
Hassan Sabbah ve Miras'a Eklenen Davet

Yol ayrımı ile kendi başlarına kalan ve mücadele etmek zorunluluğunda olan her grup ideolojisini yeniden kuracaktır. Gruplardan belli bir mirasının iktidarı için mücadele edenler: Miras ve kazanılanlar ile hedeflerini sadece geçmişten gelen ve aynı dil kökenine sahip halk ile sınırlamayacaklardır. Bu sefer miras başkalaşmış ve kendi evrensel ilan etmiş olarak güçlenme mücadelesine girişecektir.
"Orta Asya'dan Orta Doğu'ya göç etmiş Türkmen boylarına dahi nüfuz edebilmiştir."
Ayrıca belli bir uzlaşı sonucu oluşmuş her bir yorumdaki yabancı öğeler atılacağı gibi yerel bir dil ve yorum ortaya çıkacaktı.
"Yeni Davet'e ait dini eserlerin bir kısmında, Fatımi ilahiyatının sofistike kentli entellektüellerinin tersi istikamette, köylü diniyle özdeş tutulan pek çok büyü unsuruna rastlanmaktadır."
Hassan Sabbah'ı öne çıkartan sistematik bir düşünceden daha çok sistematik bir örgütlenme kurmasıdır. İran ve Suriye'nin her yanına yaydığı adamları ile suikastlar örgütleyecektir. Örgütlediği toplamın gözü karalığı ve eylemlerindeki acımasızlığı korkulan bir şöhreti olacaktır.
"... İsmaililer, bir yemin ve kabul olunma sistemine ve mertebenin ve bilginin belirlediği bir hiyerarşiye sahip gizli bir cemiyet meydana getirmişlerdir. Müritleri ser verip sır vermemiş olduklarından, haklarındaki bilgimiz bölük pörçük ve içinden çıkılmaz kalmaya mahkumdur."
Bununla birlikte yeni katılımlar için çevreye elçiler göndermek ve insanları davet etmek gerekmektedir.
Tarikat örgütlenmesi için kullanılan en yaygın tabir, "çağrı" veya "vaaz" manasına gelen da've'dir (Farsça'sı: Davet); temsilcileri,  'dai'lerdir.(...)Cezire (ada) kelimesi, dainin başında bulunduğu coğrafi veya etnik nüfuz alanını belirtmek için kullanılmaktadır. Diğer islami tarikatlarda olduğu gibi İsmaililer de, dini liderlerine Arapça'da şeyh, Farsça'da pir diye hitap etmektedirler. Tarikat mensupları için sıkça kullanılan tabir ise refik (yoldaş)'tır.
Örgüt yapısı kaçaklara karşı da kendi önlemini almıştır:
İsmaili öğretisi, özü itibariyle , serbestliğe mahal vermemektedir. İnsanın talimin, yani yetkin öğretinin izinden gitmekten başka seçeneği bulunmamaktadır.
Yenilirken
Merkezi otorite karşısında dağlara çekilen İsmaililerin sonunu halifelik değil Moğollar getirmiştir. Alamut Kalesi teslim alınmış, İsmaili arşivleri ve kütüphanesi yok edilmiştir. Peki geriye ne kalmıştır:
Katillere yakıştırılan ve kabaca "sofu" manasına gelen fedai tabirini de yine İsmaililer çıkartmıştır ve günümüze dek muhafaza edilebilmiş ilginç bir bir İsmaili şiirinde, bu kimselerin cesaretlerinden, sadakatlerinden ve kendilerini hiçe sayan adanmışlıklarından bahsedilmektedir.
Türkiye'de birbirinden farklı inanışların iz ve ayrıntıları görebiliriz. Kimi nazik durumlar bu konuları araştırılmasına kolay kolay olanak vermiyor. Türkiye toplumunun ne kadar Türk, dindar olduğu konusunda ilginç sonuçlara erişeceğimizi düşünüyorum.
"İsmaili inanışın manevi kavram ve yaklaşımları, İran ve Türk tasavvufuna ve şiirine alttan alta, dolaylı yollardan tesir etmeyi sürdürdüğü gibi, 15. yüzyılda Türkler arasında patlak vermiş olan derviş isyanındaki, 19. yüzyılda İran'da patlak vermiş olan Babi ayaklanmasındaki devrimci mehdilik çıkışlarında da İsmaililikten esinlenmeler fark edilebilmektedir."
 13 Ekim 2011
--- Dipnotlar ----
(1) En ilginç örneklerden birisi sevişme eylemi hakkında olandır. Eskiler muhabbetine doyum olmayan, atıştıkları arkadaşlarını "biz çok sevişirdik" ile anlatırken günümüzde bu kalıp farklı anlamlara gelecektir. Orhan Kemal, Sait Faik'i anlatırken vurguladığı sevişme eylemi eski anlamı içrektir.Orhan Kemal, Sait Faik'i Anlatıyor. 
(2) Kitapta anlatılanlar ile oluşturduğum ayrışmalar tablosu:
_____________Ali Taraftarları_____________
.......||.....................................................||..........
On İki İmam...................................... İsmaililer..
(Musa Kazım Taraftarları).......(İsmail taraftarları)
.............................................................||...........
...................Fatimi iktidarında oluşan ayrılmalar...
..........................||....................||..................||.....
..........................||....................||.............Dürziler
...................Nizari'ciler.......Musta'cılar................
.................(Yeni davet).....(Eski Davet)..............
_____________________________________ 
 (*) Bütün alıntılar kitaptan yapılmıştır:  
Haşîşîler: İslam'da Radikal Bir Tarikat -  The Assasins: A Radical Sect in İslam, 1967 - Bernard Lewis - Çeviren: Kemal Sarısözen - Kapı Yayınları - 1. Basım - Nisan 2005

11 Ekim 2011 Salı

gazetenin biri • (some newspaper by ?)


-------------------------------------------------------
Gazetenin Biri
-------------------------------------------------------
Ülkenin biri bombalandı.
Adamın biri daha fazla güç ve para istiyor.
Ülkenin biri daha fazla güç ve para istiyor.
------------------------------------------------------

Şeytan İni'nden çıkış

Bir kutu alıp içine filmler doldurmaya başladığımda hangi filimleri seçeceğimi pek bilemiyordum. Öyle ya da böyle başarılı yapıtları toplayıp izlemeliydim. Zamanımı boşa harcamamalıydım. Gittiğim çoğu filimde gördüğüm "bu da ne ya!!" diyen insanlardan olmak ve sürpriz yaşamak istemiyordum. 
İnsanlardan bir çok filim önerisi aldım ve çoğunu izledim. Ağırlıklı bir kısmını sevmiş olsam bile kendi filimlerimi genelde aralarda buldum diyebilirim. 
Türkiye'de bir çok filmi izleyebilir ve bulabilirsiniz. Yine de  farklı-bilinmeyen başarılı filmlerin yayılmasını sağlayacak kişilerin aynı filmlere (yönetmenlere bile değil) kilitlenip kalmış görürsünüz. 
Beğendiğim bir filmin yönetmenin diğer filimlerini de izlemeye çalıştım. Her yönetmen için bunu gerçekleştirebildiğimi söylemeyeceğim. 
Tezgahtarlar (Clerks) Vancouver (Kanada)'da izlediğim bir filim beni fazlası ile sevindirmişti. Bu film muhtemelen kuzeyin kuzeyinde bir şehirde yaşayan muhalif eğilimli iki tezgahtar ve çevrelerindeki insanlar arasında geçiyordu. Tezgahtarların bir günü içerisinde olanlar ve dönemin gençlerini tanımak ilgimi çekmişti. Dönemin modası, saç kesimi, günlük dilleri, konuştukları konular, takıntıları ile o film "Clerks"ti (1994, Yön: Kevin Smith). 
Kevin Smith çok az bir para ile çektiği bu filmin ikincisini de çekti. Evet, izlemedim. 
Şeytan İni (Red State, 2011)...  Filmden Sonra...Haftada bir filme gitme arayışı içinde filim bakınırken Kevin Smith'in yeni bir filmine rast geldim. Afişi korku filmi formunda görünmesine rağmen Kuzey Amerika'da onlarca küçük örneğini görebileceğiniz tarikatlar üzerine olduğu belliydi. Aklıma 21 Gram (2004, Yön: Alejandro González Iñárritu) gelmedi dersem yalan olur. 
Yönetmen filime sanki kendi açmazlarını da taşımış. Böylece belli bir tehlike oluşturana kadar bu tarz yapılanmaların gelişiminin nasıl gözardı edildiğini ve ardından nasıl ortadan kaldırıldığını irdelemiş. 
Filmin içerisinde eşcinsellere karşı olup kendileri de eşcinsel olan tarikat üyeleri gibi sıkıcı bağlantıların olmayışı ve tarikat liderinin 'samimiyeti' filimin anlatım gücünü arttırmış. Hem tutucu bir tarafı, hem de serbestlikte sınırını bilemeyen gençleri de vermesi ile 'Amerikan toplumunun sınırları neresidir'i gösterebiliyor. 
Filmden Sonra YoldaEşcinseller, evrim teorisi, ateistler, solcu kurumlar, akademideki kimi hocalar, yazarlar, sanatçılar ve aklınıza gele(meye)cek onca yere ve kişiye karşı bir propaganda sürecini örgütleyen benzer küçük dini (kimisi milliyetçi grupların) web sayfalarını internette rahatça bulabilirsiniz. Hiç gitmedikleri ülkelerin dillerinde bile web sayfaları hazırlamayı ihmal etmezler. Genelde ciddiye alınmazlar. Bir kısmının bariz soğuk savaşın karşı propaganda büroları olduğunu kullandıkları dilden bile anlayabilirsiniz.
Amerikan toplumunun eğitim sistemi ve liberal uygulamalar içerisinde bu tür küçük dini gruplar kendilerine yer bulabiliyor. Bizim ülkemizden kimi tarikatlar da onlara katılabiliyor. İngilizce dil kursu için yazıldığım yarı devlet destekli göçmen okulunda bile hocaların konularda işlediği bu tür dini gruplar oluyordu. Çünkü ortalama ayda bir bu gruplara ve kiliselerine dair haberler yayınlanıyordu. Bir kaç ders boyunca 39 karısı ve sayısız çocuğu olup Kanada içlerinde yaşayan bir tarikat lideri hakkındaki haberleri işledik. 
***
Bir gün çalıştığım işyerine gelen yaşlı ve bayağı atletik görünen Polonyalı dinci bir adamın saçma dini propagandasını dinlemek zorunda kalmıştım. Benim geldiğim ülkeyi öğrenince çirkinliğini (aynen bizdekiler gibi) ortaya çıkarmaktan gocunmadı. Elektriği Hırıstiyanlar bulmuş, Ay'a onlar gitmiş, bir çok buluş onlarınmış ve ben niye Suudi Arabistan'a gitmemişim. Bu adamı dinleyince Türkiye'deki dincilerin neden İslam bilim tarihi gibi tuhaf şeyler hakkında müze çalışması yaptıklarını iyi anlıyorsunuz. Çünkü bilimsel başarılar, bilimsel düşünceye düşman olan dinlerin bile sidik yarışı alanına dönmüş. Tersi bir durumu arkadaşımla içkili gittiğim Pakistanlıların işlettiği dükkanda yaşadım. Ülkemi öğrenince alkol almış olmam onlara bayağı dokunmuş olmalı ki dinimi(!) sorgulamaya kalktılar. Çünkü dinciler dünyadaki insanları kendilerinden olan ve olmayanlar olarak görürler. Bir ülke müslüman yada hıristiyansa onlarındır ya da değildir. 
Radyoda programa katılan kendi vatandaşımın neredeyse yüzyıl önce çökmüş olan Ottoman Empire'ı hala yaşayan bir ülkeymiş gibi anlatmaktan geri duramayışını dinledim. (Aklıma Borat filmi geldi.) Tanıştığım cahil 'Türk'lerin (hatta diğer müslümanların) Mustafa Kemal'e küfretme fasıllarını dinledim. Tabii kimi kaçak solcularımızın da onlara nasıl destek verdiklerini söylemeden geçemeyeceğim. Daha onlarcasını da geçiyorum. Bu kadar insanı 'ideolojik' olarak besleyen onlarca dini tarikatı çevrenizde görebilirsiniz. 
Filmin ardından bunca şeyi düşünmek, sıkıcı geliyor. Oysa, Rutkay Aziz doğru diyordu: "Dünyada en korkulacak şey eyleme geçmiş örgütlü cehalettir" ve bunlardan sürüsüne bereket bulabilirsiniz. Hepsi de cennete gidecektir. 
09 Ekim 2011