Sayfalar

19 Aralık 2012 Çarşamba

...to be continued (sürecek)

...to be continued (sürecek)

Yedekleme Projesi mi? - Metin Çulhaoğlu (soL)  
Taraf'taki gelişmeler, en yaygın biçimde, bu gazetenin ve önde gelen yazarlarının artık misyonlarını tamamlamış olmalarıyla açıklandı. Bu yaygın açıklamaya göre, Taraf bir misyon gazetesiydi; başta Ergenekon-Balyoz davalarında tetikçilik yapmak, kamuoyu oluşturmak üzere üstlenilen bu misyon tamamlanmıştı. Artık Taraf’a ihtiyaç duyulmuyordu.  
Bu tür yorumlardaki isabet ve doğruluk paylarını inkâr edecek değilim.  
Ancak, özel olarak Taraf olayının temelindeki asıl şablonun da devrini doldurduğunu, belirli bir mekanizmaya bundan böyle ihtiyaç duyulmayacağını, işin içindeki iki taraf açısından da söylemek mümkün görünmüyor. 
İşin içindeki taraflardan biri, Taraf'ın belirli bir dünya görüşünü, ideolojiyi ve siyaset anlayışını temsil eden ve bugün bu gazetede olmayan kadrolarıdır. Şimdi, başka mesleklerden kişilerin, hatta politikacıların, olumsuz deneyimlerden ya da belirli bir yaştan sonra bir kenara çekilip eski işleriyle bir daha hiç uğraşmamaları mümkündür. Çokça örneği de verilebilir. Ancak, aynı şeyin profesyonel basın-medya mensupları için söylenmesi kesinlikle mümkün değildir. Bu mesleğin, meşgalenin özünde, mayasında vardır: o sana “bırak yakamı” dese bile sen onun yakasını bırakamazsın. Bu açıdan, “insan gazeteci olmaz, gazeteci doğar” beylik lafı ne kadar doğrudur, orası ayrı; ama bu işe bulaşmış birinin gazeteci öleceği kesindir.  
Bu durumda, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Neşe Düzel ve benzerlerinin bu camiadan kesin kopuş yaşayıp köşelerine çekilmeleri düşünülemez. Gerçi yaşadıklarından sonra Ahmet Altan’ın örneğin “Sudaki İz-II” ya da “Katır Çiftesi Gibi” türü romanlar yazması ilginç olabilirdi, ama yapamaz. Daha doğrusu sırf bunlarla yetinemez.  
Yeni bir misyon bekleyeceklerdir. 
İşin bir tarafı için, durum budur.  
(...)

12 Aralık 2012 Çarşamba

'mutsuzluktan söz etmek istiyorum'


Birikenler bir anda olmasa bile çözülüyor... çözülüyor. Hem de özel gizlerin, sırların, kimyasalların, formüllerin yardımı ile değil. Günün birikimine dikkatli bir bakış kişinin görebileceği bir çok ayrıntıyı veriyor. Nasıl yorumlanacağı gibi nasıl görüldüğü de tartışılabilir.

Uzun zaman önce izlediğim bir belgeselde deniz batığından çıkarılmış bir kaya kütlesine benzer şey özel bir cam akvaryuma boylamasına yatırılmıştı. Bu kaya kütlesi hakkında bilgi veren uzman devri daim yapan su içinde bekletilen bu taşlaşmış kalıntının uzun bir süre sonra iyice çözüleceğini ve içinden bir kılıcın çıkacağını söylüyordu. X-ray taramalarında içinde bir kılıç olduğu görülmüştü. Deniz canlıları ve sudaki diğer mineraller kılıcı bir kayaya benzetecek şekilde kaplamıştı. 

Bazı şeylerin çözülmesi, anlaşılması ilginç... İlk gençliğin heveslerinden dil oyunları, anlama ve anlatma da  yetersizliği fark edildiğinde daha sıradan şeylere yöneliyoruz: Su gibi. Yöneldiğimiz bir tür çözme işi. Artık günlük dil, haber, olaylar ve olanlar bir kısım özellikleri ile tarihin kalıntılarını çözme de bize yardımcı oluyor. 

Acaba nasıl olmuşlardı?

Hasta Adamdan Çakmasına Osmanlı'nın Diplomatik Dansı
Belki daha ayrıntılı tarih okumaları için vaktim yok. Belki de zamanını bekliyorum. Her halükarda bir yerlerde muhteşem tarihimizin ayrıntılarını biliyoruz. Okuduğumuz biraz da güzel insanları etkisizleştirmenin ve yok etmenin tarihidir. Ülkesini ve insanını bir adım ilerisine taşımaya çalışırken yenilen insanları... Cumhuriyetin her ileriye devrimin kaderine işlemiş olan eskinin mirasını yaşatma hastalığını göstermesi ile hala sürüyor.

Tarihi ve gerçeği ile hesaplaşmadığı için yapışkan bir toprakta kendisi olmaktansa maske takarak yaşayan insanımız... (batılı akademik kafa ile yazılan tarih sökümlerinin bu halka değil olsa olsa AB/D raportörlerine malzeme olduğu için konu dışı bırakıyorum)  Memleket toprağında dindar geçinen kimi insanımızın hangi katliamlarda hangi din ve inanıştan döndüğünü bilmeden kendi atasına yapılanı başkasına yapma çabasına bugün şahit oluyoruz. 

Yoksa, "bu da gelir, bu da geçer" mi diyeceğiz?

Bugün sırf kimi köşeleri tuttuğu, soygunları için fırsat tanıdığından emperyalistler tarafından hoş görülen aptal, şımarık, kibirli, cahil ve "kaşınan" ecdat çakmasını izliyoruz. Adaleti, ekonomisi, eğitimi, sağlığı, sosyal adaleti ve sayamadığım her şeyi ile hasta bir memleketiz. Ellerine sağlık, on yılda yarattılar. 

Ülkemizdeki Katil sürüleri
Yobazların ağızlarından köpük gelerek anlattıkları müslümanlaştırma ve cihat hareketinin nasıl yapıldığının bir örneğini Güney sınırlarımızda kendini gösteriyor. Ne kadar masumane ve hoşgörülüler değil mi?

Kuşat, kaynakları yok et, katliam yap, işbirlikçileri ayarla ve yerleş... Ama tarih eskinin birbirinden habersiz kayıtsız kuyutsuz dünyası değil. Bu sefer yemeyecek.

. . . . . 
Yeter! Daha da yazacaktım. Doğu Akdeniz neredeyse bütün dünya ülkelerinin donanması ile doldu. Suriye'de emperyalistlerin ve yobaz çetelerin katlettiği insanların olduğunu okuyup (Esat yaptı diye haber yapanları da ekliyorum) ardından bunları ve orhan pamuk'u desteklemek için göt kıvıran yetmez evetçileri okumak insanı yoldan çıkarabiliyor. yok mu sol adına bunlara destek veren birkaç yetmez ama evetçi? abi ağzını burnunu kıralım. valla diyorum. en azından belki biraz canları acır da savaşı ve çoluk çocuk aileleri ile öldürülmenin ne demek olduğunu düşünürler
 Bir Batman filminde kötü adam Penguen elinde bant ile yapıştırılmış kağıt parçalarını gösterirken senin çöpe attığının benim başımda yeri vardır mealinde konuşur. Bildiklerimden diyeyim:
Bu ülkede zenginlerin B planı, zora düşünce ülkeden en hızlı şekilde tüymektir. Yine biz kalacağız yine biz öleceğiz. Savaş tamtamları çalıyorlar. Duymuyor musunuz? 

2 Aralık 2012 Pazar

For Hire! — Bangalore Şehri Çekçekleri



Bangolere: Hindistan'da Karnataka eyâletinin başkenti ve Asya'nın silikon vadisi olarak adlandırılan şehir. (Vikipedia)

30 Kasım 2012 Cuma

rahatı kaçan ev

Yerleşmek nihayetinde daha verimli bir ekonomi için ekonomik tercihler de bulunmaktır. Bu ilkeyi geçici olarak göz ardı edebilecek savaş, salgın hastalık, kıtlık, doğal afet ve zorlayıcı kimi nedenler olabilir.
İlk toplu yerleşmelerden beri insanlar gereksinimlerine göre en ekonomik ve güvenli seçeneğe yönelmişlerdir. Farklı topluluk, coğrafya ve kültürleri göz önüne alırsak bu gereksinimleri kabaca ve tartışmaya açık maddeler halinde yazayım. 
- yerin güneşe göre konumu (bakısı), iklimi
- su ve diğer temel kaynaklara mesafesi,
- hayvancılık ve/veya tarıma uygunluk,
- balık ya da kara hayvanı avcılığına uygunluk,
- tehditlere karşı korunaklılık,
- diğer yerleşim alanlarına yakınlık, (mübadele, ticaret, güvenlik v.s. amaçlı)
- diğer yerleşimlere rahat ulaşım sağlayan yollara yakınlık
Bir arada yaşamaya başlayan ilk insanların yerleşim alanlarının hatta yollarının bugün bile faal olması bu kuralların yaşar olduğunu gösteriyor. Şehirlerarası yolculuklarda yanımızdan yöremizden ya da altımızdan uzanan tarihi köprüler, yollar; teknikteki gelişmeler ne kadar ilerlemiş olsa bile yol seçeneğinin çokta farklılaşmadığını gösterecektir. Ekonomik olmayan zorunlu tercihler hariç... 
New York, Manhattan Adası 
Gökdelenler 
Yerleşmeyi, yerleşilen alandaki değişimi ve yerleşim alanının genişlemesinin belli bir hiyerarşisi vardır. Şehirlerin yatay ve dikey büyümesinde güvenlik sorunu olmadığında belirleyici olan ticari ve sınaî faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerin oranı ile bağlantılı kalıcı nüfus artışı yerleşimi etkiler. Artan nüfus zorunlu kalmadıkça işine yakın yerleşecektir.

Şehirlerin, çoğunlukla da şehirdeki ticari yerleşmelerin dikey büyümesi (gökdelenlerin inşası): Eğer o şehir aklı başında birileri tarafından yönetiliyorsa yatay genişleme imkânlarının kısıtlı ya da hiç olmamasının sonucudur. Gökdelenler Kuzey Amerika'ya özgü yapılardır. (Bunu her şeyin büyüğüne sahip olma hastalığı ya da yağmalanmış dünya zenginliği olarak görebiliriz de...) Oysa Avrupa'da çok fazla gökdelen yoktur. 
Belli bir kattan sonra yüksek binalar aşırı maliyetli ve yapım sonrasında bakımı pahalıdır. Bu binaların değerini kaybetmemesi için sürekli bakım ister. Ayrıca yeni yapılacak binalarla yarışabilmesi için de sürekli olarak güncel 'tüketici-kiracı' gereksinimlerini karşılanması için adapte edilmesi gerekir. Bu ve benzeri masraflar gökdelenlerin maliyetini arttırır. Gökdelenler ilk başlarda mecburiyetten doğmuş yapılardır. Ekonomik olmasalar da konum itibari ile ekonomiktirler. Şehrin özellikle ticari merkezlerinde artan kira rantı ve arsa spekülasyonlarından kaynaklı yüksek binalar yapılmış. Bu binaların yarattığı ilgi başkalarını da tetiklemiştir. 
Türkiye  
İstanbul'da ve diğer yerleşim alanlarında yapılan gökdelenler, toki konutları ve diğer şirketlerin yaptıkları konutların bir kısmının bir on yıl sonra bekâr ve çocuksuz ailelerin ucuz konutlarına dönmesi muhtemeldir. Önemli bir kısmının boş kalmasına hazır olunmalıdır. Böylece bugün iddia edilenlerin çoğunun ham hayal olduğu görülecektir. Gittikçe değer yitirecekler ve olanağı olan ailelerce bir süre sonra terk edileceklerdir.

Sebepleri ise kısmen girişte verdiğim ilkeler ile açıklayabiliriz. En az bir ilkenin özelliğini bile barındırmayan konutlar değer kaybeder. Bu da tek bir olasılığı doğurur yerden bağımsız kalacak yer arayanların buralara yönelmesi: yaşlılar, yoksullar, işsizler...
Son on yıl içinde yapılmış toplu konutlar sakinlerine yönelik araştırmaları, ayrıca kimi süreli yayınlardaki röportajlar ve yazıları okuduğunuz bahsettiğim rahatsızlıkların kimi ipuçlarını ya da açık kendisini görebilirsiniz.

Kimi kişisel notlar 
Kanada'da kaldığım şehirde olanağı olan hiç bir aile/kişi gökdelenlerde kalmıyordu. Kaldığım gökdelenlerde uluslararası öğrenciler, şehre yeni gelen aileler, bekârlar ve genç çiftler haricinde o şehrin insanlarını çok görmezdim. Çünkü olanağı olanlar şehrin merkezini çevrelemiş iki-üç katlı evlerde kalıyordu. Şehrin uzak noktalarındaki küçük merkezlerde ise eski bir model yeniden canlanıyordu. U ve L şeklide üç-dört katlı bitişik geniş bahçeli apartmanlar.

Bir süre gökdelende kalınca bu terk edilmişliğin sebebini anlıyorsunuz. Markete gitmek için 20-30 kat inmeniz gerekiyor. Asansör bozuksa, biri taşınıyorsa veya cuma akşamı iş çıkışıysa bu en az 5-10 dakika beklemeniz demektir. Dakikliğin çok önemli olduğu bir yerde bu beş-on dakika bir saat ile ölçülebilir. (Bu tür tersliklerin ülkemizde nasıl olacağını da düşünün.) Bir süre sonra bunun yılgınlığı başlıyor ve bir tür ev canlısına dönüşüyorsunuz veya eve gelmek istemiyorsunuz. 
Birbirinden ufacık odalarda, tanımadığınız komşularınız ve hiç beklemediğiniz anda bir yerlerden gelen gürültüler ile huzursuz olabilirsiniz. Nedeni ise bu tür binalarda mekân duvarları ağırlığı arttırmamak için beton ya da örme tuğladan yapılmıyor. Hafif malzeme tercihi de ses yalıtımında feragat etmek oluyor. 
Yüksek katlı olmayan toplu konutların değerini kaybettirecek olan ise niteliksiz yapılar olacağı gibi yetersiz altyapı ve şehre uzaklık olacaktır. Çünkü hiç bir anlamda içinde yaşayan insanına ekonomik olanaklar sunmayan yapılar değerini yitirir. 
Bu işlerin sonuçlarını hep birlikte yaşayacağız ve göreceğiz.
Paul Kuczynski
Bu kadar şatafatla yapılan o koca çirkin yapıları bir gün; nasıl da eskimiş, boş kalmış ve satılmamış göreceksiniz. Şaşırmayınız. Buna maymun iştahı ve plansızlık diyoruz. Bir daha öğrenmiş, borçlanmış ve kaynaklarımızı heba etmiş olacağız.   

20 Kasım 2012 Salı

- Evet abi, sanat filimiymiş! Adı da... Neydi yaa?

Gözetleme Kulesi / Pelin Esmer
Araf / Yeşim Ustaoğlu
Dengê Bavê Mın, Babamın Sesi /
Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan 
Kavramlar geliştirerek, diğer insanlarla ilişkilerimizdeki kimi davranış ve yaklaşımları tarif edelim. Belki de karşı taraftayız ve aslında tariflenen bu davranış/lar ile karşılaştığımız durumlara yanıt verdiğimizi düşünüyor ve böylece kabul gördüğümüzü, oyunu kuralına göre sürdürdüğümüze inanıyoruz. Biraz da yetersizliklerimizi örteriz. 
Yanılma paylarımı da yanıma alıp diyeyim: Fotokopi makinesinden daha hızlı kopya üretebilecek kadar çoklar, sıkıcılar ve kendilerinin -ayrıca çevrelerinin- hayatın merkezini belirlediğine inanıyorlar. Her yerdeler: Hocası, çok okumuşu, akıllısı, çok dil bileni, liberali, devrimcisi, halkçısı, sanatçısı, kadını, erkeği, genci... Zibil kadarı ummadık yerden karşınıza çıkabilir.
Bir şeye emek veren bir insanın, beklentisini bir inanma ile açıklaması saçma gelmese de... Düşüncesi, tercihleri ve yaşayışı ile kendini meşru sanan insan kör bir inanış sahibidir ve fildişi kulede oturmaktadır. 
Yine yanılmaktan ve yargılamaktan çekinmeyeceğim bu çokluk için, bir yerinden isyan da ettikleri 'normlarına' uymayan her insan ve o insanın eylemi, dandik zihinsel derinliklerinde birer gülme/aşağılama unsuru olabilir. Oysa karşılaştıkları insanlık durumlarının esprisinden kendi hayatlarını da ilgilendiren onlarca ilişkiyi görebilirler. 
Karşılaşılan insanlık durumları hakkında taşınması gereken bir ciddiyete karşı, toplumun (kendi çevresinin) normlarını yıkmak istercesine laçkalaştırması iyice sıkıyor. Laçkalaştırılan insanlar ve onların eylemleri kendinlerine benzemeyenlerden olduğunda daha bir asap bozucu oluyor. 
***
Mizah, beyin jimnastiğinin en ilginç aracıdır. Bu araç, basit görünmesine rağmen zordur. Mizahın olanakları aynı zamanda laçkalaşmaya da yol verir.  
Toplumun merkezinde olduğuna inanlar, kendilerine meşruluk kazandıran hiç bir şeyi mizahının konusu yapmaz. Şakaları kendinden veya çevresinden başlamaz. Başlasa da etliye sütlüye dokunmaz. Eksikliğin ve kusurun kendilerinde olmadığına inanmış bir insan için başkalarının -istensin veya istenmesin- bütün yaptıkları birer gülünçlük malzemesi olabilir.  
Kimin, ne amaçla yaptığına gelmeden, insanın eylemi belli bir dikkati ve çabayı hak eder: Sefillik, dilsizlik, bilmemezlik, aptallık, kandırılmışlık, saflık, iyi niyetlilik, inanmışlık, yardımseverlik, köylü kurnazlığı, yalancılık, kandırma, samimiyet, aldanma, gülmek, değersiz görünen şeylere değer vermek, aza tamah etmek... Sayısız sebep ve davranış, yorumlanmadan önce size bir dikkat sorumluluğu yükler. Her gördüğünüze aynı değerleri yüklerseniz: bir süre sonra rollerin değişmesi hayat gereğidir. 
(Telefonda konuşan) -Evet abi, sanat filimiymiş! Adı da... Neydi yaa?
(Yanındaki) - Babamın... se-si... dave mın.
(Telefonda konuşan) - Babamın... dave. babamın... mın. sesi. Neyse ya! İzliycez artık... 
***
Ha, bir de 'sanat sevici'lerimiz, soylulaştıranlarımız var. Gülünçleştirenler ile gülenlerin aynı yerden gelmesi çok mu tuhaftır? Bu orta sınıf ergen zihniyeti ne tür bir hastalıktır ki 30'unda bile yaşar?

5 Kasım 2012 Pazartesi

Mahalle Kahvesi, Sait Faik, 1950

Sait Faik Abasıyanık  Fotograf: Ara Güler
Karanfiller ve Domates Suyu
... 
Bilmedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazım gelir. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa'nın kör gözü hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. Hey aslan Mustafa, der, uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga Romalı esirlerin aslanla dövüşmesinden şu itibarla farklıydı ki Romalı esir aslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa ejderhayı bir sene içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu. 
... 
Kınalıada'da Bir Ev
...  
İşte konuşuyorlar. Ne konuşuyorlar acaba? Bir vapurun projektörü yarı aydınlık odayı ışık içine daldırıyor. Sevdiğim kız yemek yerken çirkinleşmiyor. O kadar şen, o kadar sıhhatli ki yediğinin farkında olmuyor. Arkadaşımın yüzünde hep neşeli şeyler var. Ağzında bir lakırdı. Ne söylüyor merak ediyorum. 
İşte bu yüzden hikaye yazarım. İşte bu yüzden hikayeci geçinirim. Hikayelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler kızarım. Kendimi beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez. Kınalıada'ya gelince... İşte onu pek merak eder, bir türlü de inemem, bu gidişle inemeyeceğim de...  

İzmir'e
...  
Balzac:
"Düşüncelerinde hiçbir kımıldama yoksa düşünceliler kendilerini düşüncesizlerden daha ileri sanmasınlar" der.
...  
Bütün alıntılar: 
Mahalle Kahvesi (1950), Sait Faik Abasıyanık
1. (36.) Basım, Ekim 2012, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

24 Ekim 2012 Çarşamba

"İşçiler, Köylüler, Gençler, Yurtsever Askerler, Bütün Halkımız!"

Sahaflara ilgim Türkiye sol tarihine merakım ile başladı. Yine bu ilgi, ilk başta o tarihteki kimi kitap ve dergilere yönelikti. Zamanla farklı mecralar da eklendi.Süreçle kimisi değerini yitirdi kimisi daha da değerlendi. Eskisi kadar keyifli gelmese de kitap aralarından nadiren (kimi zaman 3-4 yılda bir) çıkan küçük şeyler ilgiyi yeniden tetikliyor. Aşağıdaki bildiri yine bir sahaf gezisinde çıktı. Muhtemelen 12 Mart Muhtırası'ndan sonra DEV-GENÇ'in yayınlamış olduğu bir bildiri. Belleği her vakit silinmeye ve deforme edilmeye çalışılan Türkiye solunun belleği kamusaldır. Bulduğum bu bildiriyi kendime saklamak istemedim. Kimilerinin bu bildiride yazanları kendi çıkarlarına göre kullanmak isteyebilir. Orada yazanlar kendi varlığının da savunucusudur. Kimileri bunu paylaşmanın iyi olmadığını düşünebilir. Onlara tek diyeceğim: Halka karşı suç işleyenlerin sırları/sakladıkları/yalanları olur, bizim olmasın.

6 Ekim 2012 Cumartesi

"Katilleri bombalayın"

Cihad Avrupa'ya Nasıl Ulaştı?
Balkanlar'da Allah'ın Savaşçıları
ve Gizli Servisler
Jürgen Elsasser
Çeviri: Emre Ertem
Nesnel Yayınları, 2008 (2005)
Jürgen Elsasser'in kitabının çevirisi bir çok acemilik barındırsa da içerdiği onlarca ayrıntı ve bilgi açısından ilgiyi hak ediyor. Kitapta, soğuk savaşın karşı tarafı görülen Sırplara karşı Bosnalı Müslümanların Batı tarafından desteklenişinin hikayesini okuyabilirsiniz. Karanlık bir geçmişe sahip dinci 'büyük bilge'(!) Aliye İzzetbegoviç hakkında da ayrıntılı bilgi sahibi olacaksınız. Abd'nin, Almanya'nın, Suudilerin, Katar prensinin, İran'ın ve Türkiye'nin desteği ile bölgeye gelen mücahit, silah ve paranın nasıl ulaştığını göreceksiniz. Bugün güney sınırlarımızda yaşanan onca olay bir anda kafanızda aydınlanacaktır. Afganistan'da Sovyetlere, Bosna'da Sırplara, Libya'da Kaddafi'ye ve bugün Suriye'de Esad'a karşı desteklenen dinci katil sürüsünün serüvenini okuyacaksınız.

Bunlar yalan diyeceklerin bin yıldır süren Sünni-Emevi anlayışın (bizlere din derslerinde bile öğretilen) savaş taktiklerini, buna dair söylemlerini ve onlarca tarihsel örneği araştırmalarını öneririm.

Bu arada karşı tarafı bombalamaya hevesli gazeteler her zaman varmış. Ancak bu sefer Batılı gazeteciler NATO'yu Türk hükumetinin gizli ajandasına karşı uyarıyor. 

Kitaptan bu kadar uzun bir alıntının yapılması 03 Ekim 2012 tarihinde Akçakale ilçesinde bir eve düşerek 5 insanın ölümüne sebep olan 'top mermisi yada havan mermisinden' sonra ortaya çıkan süreci biraz olsun farklı bakmanız içindir. Yazının kimi yerlerini koyu yazılması bana aittir. İktidar yanlısı medyanın çarpıtmalarına karşı uyanık olmak hepimizin sorumluluğu...
Kendi İnsanlarını Katlediyorlar  (*)
Bosnalı Müslümanlara karşı işlenen en kötü suçlardan bir kısmı Batı'da gösterildiğinin tersine Sırplar tarafından değil, Dünya kamuoyunu Dünya aleyhine çevirmek isteyen özel mücahit birliklerince işlendi. 
Saraybosna'da gerçekleşen üç katliamın özel bir önemi vardır; çünkü bu üç katliamın her biri Batı'nın süren iç savaşa daha fazla karışmasına olanak sağladı. 1992 Mayısındaki ekmek kuyruğu katliamı YFC'ye (Yugoslavya Federal Cumhuriyeti) karşı BM yaptırımlarının uygulanmaya başlamasına neden oldu, 1994 Şubat ayındaki Pazaryeri katliamı sonrasında NATO savaş uçakları ilk kez Bosnalı Sırplara karşı hava saldırıları düzenlediler. 1995 Ağustosundaki 2. Pazaryeri katliamını bahane eden NATO kuruluşundan bu yana ilk kez bir sıcak çatışmaya girdi. İki hafta boyunca askeri ve sivil Sırp hedefleri bombalandı ve böylece Sırplar daha geniş bir cepheye geri çekilmeye zorladı. 
27 Mayıs 1992'de ekmek kuyruğu katliamında açılan ateş sonucu 18 sivil hayatını kaybetti. Amerikan hükümeti, Avrupa Topluluğu, Müslüman devletler ve BM Güvenlik Konseyi bu saldırıdan hemen Sırpları sorumlu tuttular ve 30 Mayıs'ta YFC'ye karşı çok sert yaptırımlar yürürlüğe sokuldu. (757 sayılı bu BM Güvenlik Konseyi kararı) 
Ancak 22 Ağustos 1992'de çıkan Independent gazetesinde şu başlıkta bir haber yayınlandı: "Müslümanlar kendi insanlarını katlediyor. BM, ekmek kuyruğunda bekleyen insanların katliedilemesinin bir propaganda saldırısı olduğunu söylüyor." (23) Gazetenin kullandığı bilgiler BM tarafından Bosna'da görevlendirilmiş olan UNPROFOR temsilcilerindne alınmış güvenilir açıklamalara dayanmaktaydı. UNPROFOR komutanı Lewis Mackenzie daha sonra kitabında şunları yazmıştı: "Bizim adamlarımız bazı şeylerin olaya uymadığını söylüyorlardı. Saldırıdan hemen önce sokak kapatılmıştı. Sokakta bulunan ve kuyrukta bekleyen insanların olduğu bölgenin yakınında medya da bulunmaktaydı, ancak uzakta bulunuyorlardı. Saldırı gerçekleştikten hemen sonra medya olay yerine geldi." (24) 
5 Şubat 1994'te Saraybosna'da Pazaryerinde meydana gelen patlamada 68 kişi öldü, 200 kişi yaralandı. CNN olaylardan hemen haberdar oldu ve Sırp havan topu atışından bahsetmeye başladı. Başkan Clinton, patlamadan büyük olasılıkla Sırpların sorumlu olduğunu söyledi ve Bile gazetesi, NATO Sırplara bir kesin uyarı vermeden hemen önce "Katilleri bombalayın" çağrısı yaptı. 
Bu kan banyosunda da çok sayıda tuhaflıklar var. Jane's Defence Weekly yazarlarından Paul Beaver 9 Şubat 1994'te şüphesini şöyle dile getirmişti: "Tek bir ateş sonucu bu kadar kurbanın olmasına kesinlikle inanamam. Daha önce buna benzer bir şey hiç duymadım." (25) İsrail'de yayımlanan Davar gazetesi, yukarıdan "Bosnalı Sırplarının bulunduğu uzak noktadan" yapılan havan topu saldırısının bu sonucu ortaya çıkaramayacağını ve patlama sonucu ortaya çıkan yaralanmaların saldırının pazar yerinin aşağısından yapıldığını ortaya koyduğunu yazdı. (26) 
Fransız Devlet televizyonu TF1, 18 Şubat 1994'te gazeteci Bernadr Walker ile yapılmış bir görüşmüş yayınladı. Walker, programda yayınlanan katliamdan tereddütsüz biçimde Müslümanların sorumlu olduğunu gösteren bir BM raporundan söz ederek (27) Bu raporun BM genel sekreteri Boutros'ının masasına da ulaştığını Ghali'nin raporun bu koşullarda rahatsızlık yaratacağını düşünerek kendisinden sakladığını ve raporun daha sonra ortaya çıkmadığını söylendiğini" açıkladı. (28) BM raporu asla ortaya çıkmadı ve Walker TF1'deki program nedeniyle dava edildi. Ancak davayı bir çok tanık ifadesini delil olarak sunduktan sonra 1998 başında kazandı. (29) Eski UNPROFOR komutanı Michael Rose 'unda havan saldırısının Sırp kontrolündeki bölgeden değil, şehrin Müslümanlarca kontrol edilen bölgesinden yapıldığına dair bilgisi vardı. (30) Bölgede görev yapan Portekizli subay Martins Branco'nun tanıklığı da bu bilgiyi doğrulamaktadır: "Bu saldırının asıl failleri Sırplara karşı batının askeri müdahalesini provoke etmek için kendi halkının bombalamaktan çekinmeyen Müslümanlardır." (31) 
28 Ağustos 1995'te Saraybosna'da Pazaryerinde başka bir katliam daha yaşandı. 37 kişi öldü 90 kişi yaralandı. Aynı gün içerisinde -henüz kurbanların sayısı kesinleşmemiş ve bir araştırma yapılmamışken- ABD hükümetinin özel temsilcisi Richard Holbrooke, NATO'nun Bosnalı Sırplara karşı nokta vuruşlarından vazgeçerek, ağır ve mümkünse uzun sürecek bir hava saldırısı başlatmasını isteyen bir açıklama yaptı. (32) 
(....) 
NIOD raporunun başka bir bölümünde Ağustos katliamını aydınlatıcı şu bilgiye yer verilmiştir: "Toplanan tüm deliller Sarayabosna'da Amerikalı görevliler tarafından ortadan kaldırıldı. (36)
 (*) Cihad Avrupa'ya Nasıl Ulaştı? Balkanlar'da Allah'ın Savaşçıları ve Gizli Servisler, Jürgen Elsasser, Çeviri: Emre Ertem, Nesnel Yayınları, 2008 (2005), s. 113-116 
Pasajda geçen dipnotlar 
23. Leonard Doyl, Muslims 'slauhgter' their own people, Independent, Londra, 22.08.1992 
24. Lewis Mackenzie, Peace Keeper. The Road to Sarajevo, Vancouver, 1993, s. 193 
25. In unseren Himmeln kreuzt der fremde Gott. Verheimliche Fakten der Kriege in Ex-Jugaslawien, Haziran, 1999, İsviçre 
26. Davar, Tel Aviv, 16.02.1994, aktaran Malta Olschewski, Von Karawanen bis zum Kosovo, Viyana, 200, s. 144 
27. UN Tracks Source of Fatal Shell, Times, 16.02.1994 
28. Programın kopyası yazarda mevcuttur. 
29. Nasa Borba, 28.02.1998, çevirisi Balkan Press, Nr. 59, 02.03.1998 
30. aktaran David Owen, Balkan-Odyssey, Indigo 1996, s. 279 
31. Diario de Noticias, Lizbon 03.07.1996 aktaran Alexander Dorin, s.107 
32. Richard Holbrooke, Meine Mission, Vom Krieg zum Frieden in Bosnien, München, 199, s.150 
(...) 
36. Cees Wiebes, Intelligence and the War in Bosnia 1992-1995, Münster/Hamburg/London 2003, s.40

30 Eylül 2012 Pazar

yolunuz açık olsun...

 
Yeni bir muhalif gazete daha bayiilerde olacak. Bütün emekçilerine kolay gelsin.

27 Eylül 2012 Perşembe

Gazetemizi bir daha okuyalım

Günlerdir geçmişgazete.com adresini takip ediyorum. Kimisi zamanında okuduğum, kimisi ilk kez gördüğüm haberler ile gazeteciliğin bu gözde zamanında bir şeyler yazayım istedim.

Gazete haberleri kaça ayrılır? 
Gazete okuyucusu için ilkinden fark edilmesi gereken benzerliklerdir. Bu, onlarca haberin gözden geçmesi ile oluşan bir seçmecilik... Birkaç benzer öbekten üreyen haberler bir süre sonra silinmekte. Çok azı dönemin bir izi, bir belge olarak önemini korumaktadır.

Biraz bu öbekleri tanımlarsak olanlar-olaylar, yorumlar, ısmarlanan haberler ve asparagaslar diye adlandırabiliriz. Bir çoğu annemizin dünden kalan yemeği ısıtıp masaya koymasına benzer. Akıllı anneler biraz oynayıp yeni yapılmış yemek gibi koyar. O da dünden kalan yemeği yedirmek açısından yaratıcı bir zeka göstergesidir.

Asparagaslar... İster inan ister inanma
Bulvar gazetelerinde kendine umulmadık boyutta yer bulabilen müthiş haberlerdir. Büyük gazetelerde de benzer haberleri görürüz. Herkesin hoşuna gider. Bu hoş ve boş ümitle okuyucusuna söylediği şudur: İster inan ister inanma.
Asparagaslar - İstanbul'un altı petrol dolu  (1990) Çeyrek asırdır parapsikoloji ve onun bir dalı olan radyestezi bilimi ile uğraşan Cemil Kanatger, İstanbul'un 4 bin kilometrekarelik bir petrol yatağının üzerinde oturduğunu ileri sürdü ( 26 Eylül 1990, Tan) Kaynak: gecmisgazete.com
Ismarlananlar...
Bir de dönemin iktidar ve para gücünü elini bulunduranların özel haberleri vardır. Günün ısmarlama haberleri başlığı altında teşhir edilebilecek onlarca örneği görebiliriz. Bu ısmarlama haberler gazeteye reklam verir gibi yapılmamakta, 'gönüllü hizmet' ya da 'şefin/hocaefendinin/patronun isteği' ile hazırlanıyor görünmektedir.

Bu haberler ile kimilerinin dolaylı olarak gündeme müdahale etme istekleri, okurlara istenilen şekilde görünme gereksinimi yatar. Bunun için kimin parası/desteği ile çıktığı anlaşılamayan gazeteler çıkarılır, internet siteleri kurulur, tv kanalları açılır. Kimisinde ısmarlama haberler onca çöp -özellikle taşradan gelen ve yayınlanmayan- habere karıştırılarak verilir. Aşağıdaki haber ısmarlama haberin suyunun suyu... Ismarlama haberi yayınlayan gazete yazıda belirtilmiş. Yazı içerisinde adı geçen kişiler ve ilişkileri, adı geçen gazete ve günlük politik gündem takip edildiğinde haberin tam anlamıyla ısmarlama olduğu görülecektir. Şimdi okuyalım:
"...Metropoll’ün, Prof. Dr Özer Sencar, Prof. Dr. İhsan Dağı, Prof. Dr. Doğu Ergil, Prof. Dr. Cengiz Yılmaz, Dr. Sıtkı Yıldız ve Prof. Vahap Coşkun’un da dahil olduğu araştırma grubuna hazırlattığı çalışmada, “Cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasında bir tercih yapmak durumunda olsanız” sorusuna verilen cevap, Türk siyasetine ilişkin ilginç sonuçlar ortaya koydu. 
Taraf gazetesinin haberine göre; partilerin taban tercihleri göz önünde bulundurularak ortaya konan sonuca göre halkın yüzde 51’i Gül’ü, yüzde 23’ü de Erdoğan’ı tercih edeceğini söylüyor. Bu cevabın partilere göre dağılımında AKP açısından ilginç sonuçlar var. AKP’lilerin yüzde 51.6’sı bu soruya “Gül” cevabını verirken “Erdoğan” diyenler yüzde 38.8. CHP’liler arasından ise yüzde 47.9 “Gül”, yüzde 4.6 “Erdoğan” cevabı çıkıyor. ..." Kaynak: Oldukça büyük sürpriz! gazetevatan.com
Olanlar ve olaylar...
Olanlar ve olaylar sürekli tekrarlar gibidir. Yeniden ve yeniden izlenen melodram tadı barındırılır. Bu haberler birazda yapılan işin nasıl algılandığının örneği oluyor. Sorumsuzluk, vurduymazlık, rahatlık, boşvermişlik hissedilir haberlerde... İntiharlar, trafik kazaları, cinayetler, boşanmalar, kavgalar, soygunlar, hırsızlıklar, ister inan ister inanma haberleri ile birbirine benzeşmeye başlar. Farklı olanı, anlatanı bulmak gerekir. Bir de ülkemize özgü sarı-kırmızı-yeşil renk hassasiyeti de bu olağanlaşanlardan biridir. Sürekli tekrarlanır. Bir yerde sineklikte bulunur, bir yerde tuzlukta... yine de kimse trafik ışıklarına dokunamamaktadır.

Olanlar - 'Egzozcu Apo'nun başı dertte (1992) Yıllardır kentte 'Egzozcu Apo' adıyla tamircilik yapan ve işyeri ambleminde de sarı, kırmızı ve yeşil renklerini kullanan Abdullah Aydemir, PKK'yı çağrıştırdığı gerekçesiyle, adını ve amblemini değiştirmesi için uyarıldı. ( 26 Eylül 1992 Hürriyet )  Kaynak: gecmisgazete.com
Yorum var, yorumcu var...
Yorumlar ise döneme ve kişiye göre değişmektedir. Misal Nazlı Ilıcak, Taha Akyol, Ertuğrul Özkök ve daha nicelerine baktığınızda döneme göre değişen yorumlar okuyabilirsiniz. Gündemde ve gazetelerde fazlası ile yer aldıkları için bunları geçelim.

Ciddiye alınıp takip edilecek yorumlar ve yorumcular yazılarında günün dönem ile ilişkisini yakalama da okuyucusuna kimi nirengi noktaları sağlar. Asla ve asla kitabi değildir. Senli benli olduğu kadar yazılanlar kısa bir sürede kendini test edecektir. Eğer test başarılı ise sürecin sonunda yorumcu az sayıda -ama gittikçe biriken- yeni okurlar edinir.  Bir döneme dair verilmiş her bir geçerli tespit yorumcunun takipçisini arttırır. Bu da gazetecinin yorumcunun sorumluluğunu arttırır...

Şimdi, gazetemizi bir daha okuyalım.

13 Eylül 2012 Perşembe

10 Eylül 2012 Pazartesi

gerizekalı eğitmek

Yıllarca The Wall dinleyip, tekrar tekrar "hey teacher another brick in the wall" diyerek kafamı şişirmiş bir kuşaktan geldik. Onca insandan sonra yıllarca eğitim eleştirileri okuyup; sonucunu, ne yapılması gerektiğini düşünmeden eğitimi toptan reddetmeye varan anlamsız eleştirilerden geçtik. Eğitime yönelik ilk elden eleştirilerin bir çoğunun haklı yönlerini inkar edemeyiz. Bu eleştirilere popülerlik kazandıranlar eğitim süreçlerinin katılıma açılması, katılımcıların yaşanan süreçte ayrımcılığa uğramadan kendilerini ifade edebilmesi ve süreci anlamlandırabilmesi gibi karmaşık tartışmalara girmekten kaçınarak çoğunca eğitimi reddettiler. Böylece ya eğitim görmeyen kişinin kendiliğinden bir bilge olacağını düşündüler ya da bana söylemedikleri başka bir fikirleri vardı.

***
Eğitim, kişilerin somuttan başlayarak soyut kavramlara ulaşmasını ve bu kavramlar ile soyut veya somut süreçleri yorumlaması becerisine odaklanır. Ama eğitim sürecinde bu soyutlama süreçlerine yönelik ezberci ve tekçi tutum eleştirilere açıktır. Ayrıca bu süreçlerde farklı yolların/yorumların da olabileceği katılımcıya kazandırılmalıdır. Kişi istediğini seçebilir, seçme sebeplerini savunmak sorumluluğu da ona kalmıştır. Yine de burada eğitim sürecinin önündeki en büyük engel ekonomik olanaklar, mekan olanakları, sosyo-kültürel çevre ve çalışan kişinin yeterlilikleri ile sınırlanmıştır.  
Eğitimin amacı kişiyi bağımsızlaştırmaktır: kendisini tanıma, ifade edebilmesi ve kendi kendini gerçekleştirebilmesine yardımcı olmaktır. 
Eğitim nihayetinden kendine yeten, sosyal yaşantıya katılabilen ve kişisel hedeflerini belirleyip bunlara yoğunlaşabilen insanlara sebep olmalıdır.
Holmgren Robert; çubuğu ısırma (biting stick)
***
İnsan döllenmesinden başlayarak hızlı bir şekilde uzun süre gelişme/olgunlaşma gösterir. Bu hız diğer çoğu hayvana göre uzun yıllar sonra ancak durur.

Bugün okullarda uygulanan eğitim programları birçok eksiğine rağmen çocukların doğumdan sonra bulunduğu aylar (yaş demiyorum) gözetilerek hazırlanmıştır. Birkaç ay bile çocukların fiziksel ve zihinsel gelişiminde önemli iken hiç bir hazırlık yapılmadan okula başlama aylarının aşağı çekilmesi muhtemelen eğitimi açısından büyük bir felakete sebep olacaktır. Özellikle kendilerinden beklenen becerileri kazanamayan çocuklar ileri ki öğrenmelerinden iyice geri kalacaklardır.

Ailelerin buna karşı çocuklarını okula göndermemeye çalışması en sağlıklı tepkidir. Kimi veliler çocuklarının okula başlamaya yetersiz olduğuna dair belge alıyorlar. Velilerin bu davranışı hakkında: "benim çocuğum gerizekalı" diyorlar diyen birisi 'gerizekalı' olmayı aşağılık bir durum olarak görmekte ve gerizekalı belgesinin bu kadar kolay alındığını sanmaktadır. Oysa veliler sadece çocukları için okula başlamanın erken olduğuna dair birer belge almaktadır.

***
Gerizekalı tanımı 40 yıl evvel yordama gücü düşük insanları tanımlamak için kullanılırdı. Kitaplarda, makalelerde de böyle yazar: Gerizekalı Eğitimi. Bazen Mongol (Moğol'dan gelir, gerizekali anlamında kullanılır; aşağılayıcı Avrupalı bakışın tipiğidir), idiyot filan yazanı da okudum. Bugün ya sakat ya yetersiz ya da engelli diyoruz.
Alınan bu raporlar gerizekalı raporu değildir. Bunun için öğrencinin önce okulların rehberlik servisine yönlendirilmesi, öğrencinin durumuna göre ardından ilçe milli eğitimi müdürlüğüne bağlı RAM'dan  (rehberlik araştırma merkezi) gerekli değerlendirmelerden geçmesi ve hastanelerin belirtilen bölümlerinden gerekli raporları almaları gerekir. Bu süreç sonunda verilen sadece gerizekalı raporu değildir; ayrıca sakatlık(görme-işitme, bedensel),  öğrenme güçlüğü (disleksi, matematiksel, sözel örüntüler kuramama...), otizm, down sendromu vd. tanılarda konabilir. Buna göre de özel eğitim kurumlarına, kaynaştırma sınıflarına yönlendirilirler.

Kişi yordama güçlüğü çekebilir. Soyutlama ve soyut düşünmede bir çok eksiği de olabilir. Eğitim süreçlerinin sonul hedeflerinden biri de kişiyi kendi kendine yeter hale getirebilmektir. Gerizekalı insanlarda da hedeflenen bundan başka bir şey değildir. Ayrıca onca farklı ülkede örneği karşılaştırdığımız da: Kimi Avrupa ülkelerindeki gerizekalıların bağımsızlaşma ve toplumsal yaşantıya katılma oranları ülkemizdeki akıllı/sağlıklı görünen kişilerin oranından daha yüksektir.

***
Bu eğitim sürecinden geçen kişilerin bir beş-on yıl sonra: kendileri ile ne kadar barışık ve kendi kendine ne kadar yeter olduğu; sorunlarına ne kadar çözüm aradığı; yaşantılarını ve başkaları ile ilişkilerini ne kadar geliştirdiği ile sürecin niteliğini gösterecektir. O vakit esas kimin 'gerizekalı' olduğu daha açığa çıkacaktır. 

23 Ağustos 2012 Perşembe

içten çürüyen dıştan yıkılan

“Eski dünya, eski düzen çok kötüydü, ama ne olursa olsun yine de bir düzendi ve bir daha dönülmemek üzere gitti. Çok tuhaftır! Eski düzenin karanlık ahlaki yanları -bencillik, kinizm, kölelik, sınıfsal ayrılıklar, satılmışlık- toprak köleliği düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, varlığını sürdürmekle kalmayıp adeta güçlenmiş, gelişmiş, daha da artmıştır; oysa eski yaşamın ahlaki bakımdan olumlu yanlarından (yine de vardı) hemen hemen hiçbiri kalmamıştır. (...) Yazık ki güzel bir geleceği değil, bir geçiş dönemini, bir sarsıntıyı işaret ediyor.”
F. M. Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, 1864
1861 yılında Çarlık Rusyasında toprak köleliği kaldırılır.  Bir yıl önce on yıllık ceza ve sürgün hayatından sonra Petersburg'a dönen Dostoyevski birkaç yıl sonra durumu yukarıdaki alıntı ile özetler.

Toprak köleliğine karşıtlık, 1830'lardan itibaren Rus aydın ve sanatçılarının gündemindedir. Dostoyevski'nin ceza almasına sebep olan dönemin muhalif eleştirmeni Belinski'nin "Gogol'e Mektup"unda da kölelik eleştirisi vardır. Dönem kendi içerisinde çarcı Rus-Ortodoksçular (çoğunluğu aristokrat, yüksek devlet görevinde kişiler ve din adamlarıdır) ile diğerleri olarak görülebilir.

Avrupa'da 1848 devrimleri ile çalkanırken daha baskıcı bir yol izleyen Çarlık,  I. Nikola'nın ölümü ve Avrupa'nın baskıları ile istemeye istemeye toprak köleliliğini kaldırdığı gibi 1860'lar Rusya'da bir özgürlük havası estirmişti. (Nasıl Yapmalı, Babalar ve Oğullar, Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza bu on yıllık dönemde yazıldı.)

Üst paragrafta bahsettiğimiz diğerleri arasındaki fark bu dönemde açılmış ve Modern Rus tarihinin ideolojik/siyasi ayrımları fetus karakterini kazanmıştır. 1860-70 arasında sonradan Narodniklere sebep olacak halkçı demokratlar, Liberal demokratlar, Rus-Ortodoksçular olarak adlandırabileceğimiz gruplaşmalar oluşmuştur.

Dostoyevski esen havaya hem kuşkuyla yaklaşıyor hem de istenilen özlenilen hiç bir şeyin gerçekleşmediğini vurguluyordu. Katı bir gerçekçi olan Dostoyevski kısa bir sürede istenilenlerin gerçekleşemeyeceğini ve yaşanan sürecin kalıcı olamayacağını düşünüyordu. Yine de konuşulduğu gibi bir değişim olmasa dahi kimi şeylerin değiştiği ve gidenlerin geri gelemeyeceğini; bu sürecin ise umut edenlerin umduğu yere de gidemeyeceğini söylüyordu.

Bir değişim vardı. Eğer bu değişimi özetlersek: Eski düzen resmi/egemen bakışı Ortodoks-Rusçu idi. Bu dönemde Gogol yaşadığı fikir değişimleri ile: Olana (resmi-egemen bakışa) yetememiştir. İki dönemi de yaşayan Dostoyevski '60 sonrasında ise eski düzenden kalanları ve hala süren resmi Ortodoks-Rusçu bakışı: Olana (artık değişmiş olan egemen bakışa) yetirememiştir. Yine de durduğu yeri bir çok köhne ve hantal yanına rağmen sağlam bulmuştur.





***
Ülkemizde görünen ise... Kazanılmış özgürlükler ve haklar ne yazık ki çok fazla bir anlam ifade edememekte ve kalıcılıkları yoğun emek istemektedir.

*
Bir çoğumuz 2000 öncesini anımsıyoruz: Ortak arayışları, bir araya gelenleri, ortak siyasal parti ve hatları da. Aynı dönemlerde devlet şiddeti, kontrolsüz hukümetler ve bir sürü zatı muhterem ile geçti.  2000'lerin ilk beş yılında oluşan görece özgürlük ortamıyla eski tabuların tartışılması kimilerini bir çok kalıtsal sorunun çözüleceğine inandırdı. Bu inancı taşıyanlar ile eskiyi savunmak ile suçlanan kuşkucuların yolları 2006-2010 arasında ayrıldı. Şimdi ise yeniden baskı dönemindeyiz. '90'lardan kimi araçları farklı ama benzeşen birçok davranış var. Belki de dönemin tek iyi yanı artık kimi ayrışmaları yeniden kaynatmanın imkanı yok.

Görünen Türkiye'deki resmi bakış ve gerçek sahipleri açısından (Sünni-Türk) tam anlamıyla yerine oturmuştur. Egemen bakış(ideoloji) açısından ise bir hegemonyanın kurulduğu kesin, yine de bu, toplumun bir yarısı üzerinde egemenken diğer yarısında etkisizdir. Resmi söylemi karşı olana kabul ettirme çalışmaları ise sokak diliyle söylersek yalama olmuştur.

Yine de bitmiş bir süreci değil hala bir geçişi yaşadığımızı söylemek zor olmayacaktır. Kötü dönemler denir. Ama meraklısına böyle bir dönemde yaşamak büyük bir şanstır.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Amerikan denizcilerine raks eden dansöz, İstanbul, 1961

Dansöz ve Amerikan denizcileri, İstanbul / Belly Dancer and American Sailors in Istanbul, 1961

27 Temmuz 2012 Cuma

"helallik isteyen zombi"

I.
Dinler yeryüzünün en eski ideolojileridir. Nadiren ortaya çıkmış şeyler değildirler. Dönemleri içerisinde çıkan onlarca örnekten bugüne kalan yalnızca bir kaçıdır. Nadirlik tarihsel süreç içerisindeki savaş ve mücadeleler ile oluşmuştur. Tarihin karanlığına karışan onlarca 'yalancı' din ve peygamber vardır.

II.
Dinsel söylemin bugün hala güçlü olması ve etkinliğini arttırmasının bir sebebi ilk insandan beri varolan ölüm kaygısıdır. Öleceğimizin farkına vardığımızda duyduğumuz kaygılar kimilerimizi en kolay çözüme yani dine sığınmayı götürüyor. Ya da varolan inancımızı pekiştiriyor.

III.
Öleceğiz ve çürüyeceğiz. Kısaca toprak olacağız. Öte taraf bu kadar... Bu gerçekle barışık olmak gerekiyor.

IV.
Yaşadığımız doğaya dair bencil tutumlar içerisindeyiz. Kendimizin özel olduğunu ve ölümle her şeyin bitmediğini duymak istiyoruz. Ölüyor ve toprağa karışıyor olmamız rahatsız ediyor. Kimileri ölüm ile doğanın/uzayın dışına düştüğü düşüncesini taşıyor. Oysa ölümle, bizlere de sebep olan doğal süreçlere yeniden katılıyoruz.

V.
Doğaya tepeden bakan ve ölüm kaygısı taşıyan insan dinlerin en güzel malzemesi oluyor. Çoğu dinsel söylem ne kadar doğayla barışık olmayı telkin etse de takipçisine ölüm sonrası 'ruh'un dört dörtlük bir dünyada yaşayabileceğini vaat ediyor.

VI.
Doğanın diyalektiği çalışıyor. Tarihin belli bir döneminde oluşan dinler hareket halinde olan birikimli günün sorularına yanıt yetiştiremiyor. Kişilerde doğan kuşkuları gidermek için din ideologları sürekli telkinler, ibretlik hikayeler ve kendi yorumlarına göre tarihi vesikalar anlatıyorlar. Buna yönelik kitaplar, diziler, filimler, tiyatro oyunları/skeçler hazırlıyor; sürekli sohbetler düzenliyorlar. Dinliyoruz, izliyoruz, duyuyoruz. Başka bir deyişle eski bir bilgisayar programı üzerinde oluşan 'bug'lar için sürekli yama üreten yazılımcılar gibi çalışıyorlar.

VII.
Bu süreçlerde dinsel söylem takipçisine doğru ve yanlışı öğretir. Uygulamaları ile de doğru yoldan yanlışın nasıl yapılacağını gösterirler.

VIII.
İnsanların ölüm kaygıları küçümsenemez. Yaşantısının belli bir sürecinde dine yönelen insanlar toplumun duyarsızlığına karşı 'insancıl' hislere/birbirinden güzel dayanışma çalışmalarına yöneliyor görülebilir. Oysa bu süreçteki kişilere biraz daha dikkatli bakıldığında bencilliğin izleri görülecektir. Kendi derdine düşmüş insanın çırpınmasını izlersiniz. Bir çoğunun edilgen bir kişiliğe sahip olması onları birer selim insan da yapmaz. Esas olan gerçek ile yüzleşebilmektir.

IX.
Her dinsel söylemin gücünü arttıran toplulukları vardır. Bu toplulukların temel amaçları çoğunca geçmişten gelen inanışları olduğu gibi gelecek kuşaklara taşımak, bu inanışları taşıyacak nesiller için üremek, iç dayanışmayı örgütlemek/güçlendirmek ve dışarıdan yeni insanlar katmaktır.

X.
Dini söylemin koşullanmasına girmiş bir insanda, ölüm kaygısı görece azalır. Buna karşın kişiden istenilen görevlerin yerine getirilmesi ve harcanacak süre giderek artar.

XI.
Dini söylem ile koşullanmış insan dışarısı ile çelişkiye düştüğünde ya siner ya da saldırganlaşır. Çünkü bu dünyada tek başınadır. Kaygı, dini zorunluluklar yerine getirilerek dindirilmeye çalışılır. Yalnızlıktan kurtulmak için dine yönelen insan aslında başka bir yalnızlığa da yelken açmıştır.

Patlayan şilebi izleyenler, 1979, İstanbul (düzeltme için teşekkürler) 17 Ağustos 1999 depremi sonrası   
ntvmsnbc.com'dan

*
Bir yemek sonrası çıktığımız Çamlıca tepesinde orta sınıftan bir aile içinde geçen konuşmalar ilgimi çekti. Baba, oğlu ile dini konuları paylaşıyordu. Bir yerinde zombiler geçti ve konu helallik isteyen zombilere geldi. Güzel çocuk aklı. Zombiler/zebaniler cehennemlik olduğu için konu hemen çözüldü.

**
Piramitler ve firavunlar hakkında Ortadoğu kökenli dinlerde onlarca atıf bulunur. İbretliktir. Büyük olasılıkla firavunların yıkılışı ile piramitleri yapan köleler, ustalar, uzmanlar Ortadoğu'ya yayılmışlardır. Yoksa nereden bilinecek bu kadar ayrıntı?

***
Dinler kendilerinden önceki bütün otorite, inanış, düşünce ve uygulamalardan etkilenmiş; bir çoğuna da düşmanca bakmıştır. Kendilerinden sonraki düşünceleri de kafirane görmüşlerdir. Dinler eleştirdikleri ve korkunç buldukları bir çok ideolojiden daha fazla insanı öldürmüş, unutturulmaya/örtbas edilemeye çalışılan onlarca katliamı yapmış/yaptırmışlardır. (Yoksa hep güzeldirler hep selim) Acaba, karanlık kuyularında ne kadar masum insanın kanı birikmiştir? Oysa eleştirdikleri ideolojiler-ülkeler yaptıklarının hesabını verirken dinler hiç bir zaman hesap vermeye yanaşmadılar. Hala örtbas etmeye, başkalarını suçlamaya devam ediyorlar.

****
Çamlıca tepesinde gezerken aklımda sürekli bunlar: piramitler, inanışlar, gelen ve gidenler vardı. Bir de İslamı yanlış anlamışız diyen, dine yönelen dostlar... Onlar helallik istemeye gitti. Biz ise hala insan kanı sevmiyoruz.
Hala örtbas etmeye, başkalarını suçlamaya devam ediyorlar.

22 Temmuz 2012 Pazar

Fru 89 Soldan Sağa / Fru 89 From Left to Right



Ivan Maksimov'a ait bu animasyonu karşılaştığımdan beri çok kerelere tekrar tekrar izledim. aslında bir öğrenci işi olan Fru 89 From Left to Right, Soyuzmultfilm stüdyolarında yapılmış. Müzik ise leh elektronik müzik sanatçısı Marek Bilinski'ye ait.

Video altındaki yorumları okuyunca doğu bloku üretimi kimi müzik ve video örneklerinde olduğu gibi rahatsız olanlar/anlamlandıramayanlar çok olmuş. İçlerinde hala bu çalışmayı karanlık komünist yönetim altında yaşamaya dair bir çalışma görenler de var. (Nice benzer video-müzik-animasyon vs. çalışmalar kapitalist düzende de yapılır. Çoğu kimsenin bunları kapitalist düzenin kökten bir eleştirisi olarak düşünmez.) Yine video altındaki bir iki uzun yorumda daha gerçekçi çözümlemeler yapılmış.

Bir de delinin biri kuyuya taş atmış diyebilirsiniz. Yine de paylaşmanın daha yerlice olduğunu düşünüyorum.

20 Temmuz 2012 Cuma

"Çalışan insanlar, namuslu insanlar, kardeş insanlar"

Hoşgör Köftecisi*

.....
Orhan Veli
İşiniz düşer, bilmediğiniz bir semtte kalırsınız. Yemek zamanı geçmiş, karnınız acıkmıştır. "Bir aşçı dükkanı bulsam da iki lokma bir şey yesem," dersiniz. Dolaşırsınız ..... Üzülmeyin. Bu manasız dünyanın hiç ummadığınız bir yerinde kapısından dört bir yana nefis kebap kokuları yayılan bir kebapçı dükkanı ile karşılaşmanız imkansız değildir.
.....

Orada üç dört saat kaldım. Ben dükkandan oldum ama, dükkan benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı ancak Mualla Ablayla "Fosforlu" şarkısını söyledikten sonra anladım. Hatta o bile yetmedi. Dışarıda durmadan "Liraya, buraya!" diye bağıran balıkçının sesi, tahta masalar, dar peykeler, çarpık iskemlelerle akraba oldum. Takacı, motorcu, mavnacı arkadaşlarımın dertlerini öğrendim. Rizeli Mustafa Kaptan'ın, Ömer'in, Papo'nun hikayelerini dinledim. O şarkılarda, o seslerde, o hikayelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkana giderken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum. Gemici, motorcu, takacı dostlarımla Giresun'dan fındık yüklüyor, Kefken açıklarında denize tutuluyor, Köstence'de Niko Bar'dan çıkıp Türk arabacının arabasına biniyor, Novorosisk limanında balalayka dinliyor, Kazablanka'ya gidecek bir petrol gemisine tütün satıyordum. Bu üç masalı balıkçı meyhanesinde gördüğüm dünya gerçekten ne güzeldi! Çalışan insanlar, namuslu insanlar, kardeş insanlar.

Güzel bir dünyada yaşamak istiyorsanız siz de öyle bir meyhane bulunuz.
(Tanin, 2.4.1947) 
Baharın Ettikleri*

"Bir yazı yazmak istiyordum. Kağıdı kalemi aldım, taraçaya çıktım. Taraça dediğim, oturduğum otelin en üst katında. Hava da domuzuna güzel. Ilık bir mart güneşi, iliklerine kadar ısınıyor insan. Böyle havalar, kış sonlarında, çok kişileri mesut eder. Saadet nedir? Herkes saadeti tanımış mıdır bu dünyada? Bu meseleler üzerinde uzun uzun konuşmak mümkün. Kim bilir, belki o zaman ben de söylediğim sözden vazgeçerim. Ama zaman zaman ben de kendimi mesut sansam ne çıkar? Büyük saadetlerden hiç bir vakit nasibim olmayacağına göre bunlarla avunayım bari. Oturdum. Ne yazsam diye düşünmeye başladım. Acaba hikaye mi yazsam? Hikayede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler çıktı. Ama ne olursa olsun, vaka lazım. O vakanın bir başı bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuva hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikayelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın, "Benim için şiir," diyordu, "beyaz bir otomobildir." Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan aciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz. Biz, tanımadığımız o büyük sınıfın, o fakir sınıfın adamıyız. Ama tanımadığımız içinde onlardan onların hayatından bahsedemeyiz. Üstelik tehlikeli bir iş o. İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar. İyisi mi, bir yazar hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı. Ben de öyle yapacağım. ..... "
(Seçilmiş Hikayeler dergisi, 1948)

* Hoşgör Köftecisi • Öykü • Orhan Veli • YKY • 1. Baskı • İstanbul • Nisan 2012

1 Haziran 2012 Cuma

"Aşılanıyoruz"

Metin Lokumcu öğretmenimize 
Binlerce yıllık oksitlenmiş, paslanmış zırhlılar karşısında Yeni'yi savunanların çocukluk hastalıkları vardır. Yetişirken adım adım yaşarlar. Erken yaşlanabilir ve bu dünyadan göçebilirler. Hem tez canlılık gösterir, hem de hemencecik sıkılırlar. Öğrenmişi tecrübe edip dükkanı kapatmışı fecidir. Dağların ardından sadece dağlar olduğunu ve merak edecek bir şey bulunmadığını söyleyip dururlar. Sanki her bir dağın ardından ilginç ve absürd bir şey çıkması şartmış gibi. Oysa Dağların ardında olan her bir dağ başkacadır. O başkalığı göremezler, tezcanlılar ama sıkılgan oldukları için fark edemezler. Edemedikleri için de yeni kuşakları sığ hissiyatları ile boğarlar.
- Bu dağların ardından ne var? 
- Başka dağlar. 
- Nasıl, ne gibi başka dağlar? 
*** 
İyimserlik, kötümserlik ikiliğine sokmadan anlatmak istediğim bir durum vardı. Günün içinde gerçekleşenlerin tarih ve onun yorumlarında alacağı yeri konuşurken fazla iyimser olduğum söylenmişti. Elbette kimsenin iyimser olması gerekmiyor. Yine de öğrendiklerimizin daha karanlık dönemlerin de öğrettiği bir şeyler var. Öğreniyoruz da... En olumsuz koşulda ve zamanda dahi öğreniyoruz. İyimser görülmeye sebebim öğreniyor oluşumuza dair vurgudur. 
Öğrenmemiz öyle kitabi bir lafzı ezberlemektense uygulamalı bir çalışmaya benziyor. Ağaç aşılanmasını işliyor öğretmen ertesi gün kırda deniyoruz. Bir kaç hafta içerisinde sonuçları görebiliyoruz. Aşılanıyoruz. Bazen aceleci bazen acemiyiz de... Ama öğreniyoruz. Umutsuz dönemlerde dünyanın sadece edebiyatçıları, ressamları, şairleri, müzisyenleri, matematikçileri... yoktur; aynı zamanda pratikerleri de vardır. Yine de onca umutsuzun yapıtını şimdi başkaca hissediyoruz. Pratikerler için dönem kimi sıkıcı kitaplar, filimler, müzikler, anılar, dönemler, tartışmalar ile anın çakıştığı bir noktasıdır. Türkiye kadar büyük bir okuldayız. Bu okulda öğrenmeyi öğrenmeyen, merak etmeyen, kuşkuya düşmeyen, araştırmayan, etrafında dört dönmeyen, sormayan, tartışmayan, mücadele etmeyen sınıfta kalır. "Mücadele etmeyince ürün piç oluyor"da... 
Görünen, politikaya küsen şikayet etmeye mahkum oluyor. Müdahale etmemeye farazi sebepler bulan da buna en iyi kurtarıcıdır. Pratiker için kuramın değerini yitirdiği bir yer vardır. Durağında inmeyen pratiker... Edebiyata akademik bir araştırma konusu olarak bakan bilmişe döner. Oysa pratiker için edebiyat leziz bir parçadır. Tat alması için durağı kaçırmaması gerekir. O durakta insanlar inecektir. Bugün hepimiz o duraktayız. Daha ilerisi bize yok. 
Bir de oksitlenmiş paslanmış zırhları ile duranlar: Tilkiler, çakallar... 
İnsanları aşılamak bedenini zayıflatılmış mikroplarla tanıştırmaktır. Aşımızın mikrobu güçlü görünmektedir. Ama aşılananlar zaten güçlü mikropların şırınga edildiği dönemlerden geldiği için tedirginliğe yer yok... 
Yine de adını koyamadığım bir şeye ihtiyaç var gibi... Bir ilik nakli mi desem karaciğer nakli mi... Aşı için bir kök, üreyen bir parçaya ihtiyacımız var gibi... Onu da bulacağız. 
"O, başkaca dağlardan biri"

31 Mayıs 2012 Perşembe

27 Mayıs 2012 Pazar

radyodan şarkılar

Radyoda dönen şarkılar
dönen ve tekrar dönen şarkılar
içlerinden birisi*

...
Annem bir terzi
Babamsa bir kumarbaz
...

Bu kadar sebepsizliğin dağınıklığındaki insan başka hangi zamanlarda görülmüştür?

Dünyanın muhtemel yaşını düşündüğümüzde dinozorlarla bizim aramızda olan geçmiş çok kısa. Daha da kısa olan kişisel hayatlarımız ile bayağı şamata yaşayabiliyoruz.

Yerleşim-konut çeşitliliği gibi yaşantı ve insan çeşitliliğine sahibiz oysa görülen bazılarında kıskanmak, bazılarında hak görmek, bazılarında imkansız bilmek ve diğer bilinmeyen bazıları ile yine de anlaşılmaz bir yavanlığın ve basitliğin yeniden yeniden müşterisi oluyoruz. Oysa bütün yerleştiğimiz alanlar birbirinden bir çok özelliği ile farklı...Yine anlaşılan ve karıştırılan yönleri ile istekler aynı, olduğundan daha yükseğe çıkmak çıkmak. Bunu istemenin kötü yada iyi olduğunun söylemiyorum. İlgilendiren noktası olanaklar, çabalar ve gerçekler: Sanki Ken Loach'ın filimlerinde hissedilen o donuk, renkleri soluk...

Hikayeler genelde buralarda başlıyor, genelde istenilen şekilde bitmiyor.

...
Bir ayağım trende bir ayağım istasyonda
geri dönüyorum New Orleans'a
o zili ve zinciri geçirmeye
...

Şarkılar söyleniyor. Hiçbirisi şimdi sabah kuşlarının söylediği gibi değil.
Şarkılar söyleniyor ve iyi-kötü bir şekilde sebepleri bizler olurken,
birileri habire New Orleans'a dönüyor.

Ama kimilerimiz kumarbaz babalarını gömmeye; kimilerimiz kumarbaz babalarının yerini almaya.

Bir gün anne-babalarının sırtındaki yükü omuzlayacağını anlayamamış insanın yıkılışı, onun bükülmesi üzmüyor.  

...
Biliyorum. Onlardan biri de bendim
....

 * The Animals - The House Of Rising Sun

30 Nisan 2012 Pazartesi

eski dünya yaşıyor, savaşıyor!

Bu yazı ilk olarak yirmibinfersah.blogspot.com adresinde yayınlanmıştır.
Özgürlük Yanılsaması
Tarih-Kuram, 2006
Yıldız Silier
Yordam Kitap

İlkokul sıralarında çok duyardık -elbette başka niyetle- 'eski dünya'yı.

Eski dünya bitip tükenmiş bir kalıntı gibi algılanmaya başladığında yeni dünyanın sıfırdan yapım olduğuna inanmaya şartlandırıldık. Eski dünya, eskide kaldı. Kaydetmenin, paylaşmanın, göndermenin, ulaştırmanın daha önemlisi 'hız'ın öne çıktığı yeni dünya ile 18 ve 19. yüzyıl arasında nasıl bir bağıntı olabilir ki? Daha eski zamanlar için söylenecek daha da az söz var tabii...

Hiçte öyle değil diye yazabilirim: Eski Dünya yaşıyor, Savaşıyor... Aslında eski dünya ile yeni dünya ne tam anlamıyla birbirinden kopuk ne de birbiri ile tamamen bağlantılı...

Günlük yaşantının içinde boğulmuş ve karışmışlar için eski dünya cidden eski dünyadır. Çünkü ulaşabildiği, tüketebildiği her şey hız, zaman ve para ile düşünürsek fevkalade değişmiştir. Oysa bu tür hizmetlerin sunumu ve üretimindeki mantığın ve anlayışın tartışılması (tüketme ile aranan haz arayışı) ise aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ayrıntılanmış, derinleşmiş ama öyle ciddi kırılmalar oluşmamıştır.

Politika (burada kastım eşitlik ve özgürlük için mücadele): zaman, hız ve karar denklemine binmiş durumda... İç dinginlik irade için önemli bir başarıdır, özellikle de sürecin hızlandığı dönemeçler de.

Okuma edimi, yazma ve elbette çeviri ürünler de bir karışıklık anlaşılmazlık hakimdir. Eski dünyadan kaynaklı olan şeyleri anlama uğraşımız da eldeki çoğu metin yetersiz yada kafası karışık düşüncelere gömüktür. Doğruya doğru yanlışa yanlış demekten imtina eden, söz ettiği konu hakkında hiç bir hakimiyeti (iç dinginliği ) görülmeyen yazarlardan bıkmış olabilirsiniz. Belki bunlardan haberiniz bile yoktur...

***

İlk çıktığı dönem almış olmama rağmen yakın zamanda okuduğum bir kitabı böyle uzun bir giriş ile anlatmak çok cazip görünmeyebilir. Ama okuma merakının nedenleri bilindiğinde anlatılma nedeni biraz daha aydınlanacaktır.

Fransız devrimine insanlığın kendi kaderine dair kalıcı ilk çıngı diyeceksek; öncesi tartışmalar önemli bir ilgiyi hak etmekte. Esas sorunda burada başlıyor: NE OKUNMALI?

Birincisi, anlattığı konuya hakim bir yazardan okunmalı

İkincisi, anlaşılır olmak değer düşürücü değil, konusuna hakim olduğu sürece değer arttırıcı bir ayrıntıdır, dili anlaşılmayan bir yazar  kaybediyor...

Üçüncüsü, mümkünse artık mücadelelerle tanımlanan kin-nefret-ayrımcı dilden uzak olmalıdır.

***
Yıldız Silier'in kitabı karşılaştırmalı okumalara dayanmasına rağmen çoğu karşılaştırmalı araştırmalar gibi anlaşılmaz bir dil kullanmamış. Bunda yazarın konusuna hakimiyeti ile açıklamak büyük bir keyif veriyor. Yazdıkları, her an herhangi bir kişiyle de tartışacak gibi hazır duruyor.

Silier'in kitabı Russo'dan Marx'a dönemi ve yazarları tanımada ilklerden bir çıngı kitabı oluyor:
"... Özgürlük ise kişinin başkalarından korunaklı bir özel alana sahip olması ve bunu gitgide genişletmesiyle elde edilemez. Çünkü mutluluk ve özgürlüğü böyle kavrayan birisi için daima "ben" ile "ötekiler" arasında bir zıtlık olacaktır. (...) Oysa gerçek özgürlük ve mutluluğun kaynağı öncelikle kişinin kendisini iyi tanımasından, hem yeteneklerinin, hem de zaaflarının farkına varıp, buna uygun yaşamasından geçer. 
(...) 
Marx'a göre, insanın gerçek ihtiyaçlarını algılayabilmesi için, iradesini güçlendirmekten çok, onu bilinçlendiren bir mücadele sürecinden geçerek, yabancılaşmayı aşması gerekir. ..."
İyi okumalar.

29 Nisan 2012 Pazar

Invocation - Houria Aïchi & L'Hijâz Car



Musika kutusundan indirip dinleyebilirsiniz de...

25 Nisan 2012 Çarşamba

"ankara sıkıntısı"

Yeraltı - 2012 - Zeki Demirkubuz

Pedagoji notları ile başlayalım. Benlik, Benlik tasarımı ve kendini gerçekleştirme gibi kavramlar pedagoji içerisinde hümanist/varoluşçu yaklaşımın kavramlarıdır. Özellikle hümanist yaklaşım eğitim süreçlerinde insanın iyi yorumlanmasının önemini vurgular. Kimse doğuştan suçlu/kötü/uyumsuz/sorunlu değildir. İnsan kendini gerçekleştirebildiği kadar çevresi ile de olumlu bir tutum içerisine girecektir. Tersi bir durumda ise şikayet edilen 'kusurları' üretmeye başlayacaktır.

Yalnız burada kişilerden kaynaklı kimi başlıklar da görmezden gelinmemiştir. Kendini gerçekleştirmek isteyen kişinin kendisi hakkında düşündükleri ve verdiği değerler... Başkalarının o'nun hakkındaki yorum ve yargıları ve bunlara ne kadar açık olabildikleri...

Denilmek istenen kendini gerçekleştirme sürecinde insanın -dürüstlükle- başvurduğu çeşitli bakışlardır. Bu bakış(lar)ı hepimiz çeşitli skalalardan geçirerek yorumlarız. Kişilerin eğitim, yaşantı, deneyimleri, vs bu skalaları ve yorumlama gücünü etkiler. Kimisi için en birinci görüş kendisinin, kimisine göre ailesi ve/ya dostlarının olabilir. Bunlar değişen oranlarda ben'den-başkasına; başkasından-ben'e doğru ilerleyip geriler.

İleri geri (yada herhangi bir yöne), hareketliliği ne kadar basit tanımlansa da aslında kişilerin yaşadığı onlarca ilginç davranışın peydah olmasının sebebi olurlar. Sevinmek, sevindiğiniz şeyden utanç duymak, utanç duyduğunuz şeyden haklı olmaya çalışmak, haklı olmaya çalışmakta çirkin bir yanı fark etmek; bir kriz anı ve anın aşılması ile birlikte sevinmenin yada utanç duymanın aslında öğretilmiş bir şey olduğunu fark etmek, bu sefer süreçleri yeniden ve farklıca yorumlamak... Bu sorgulamanın farkındalığı her sağlıklı kişinin bu tarz durum değerlendirmeleri yaptığı ve yapacağıdır. Bunlar ne toplum dışı bir varlık olduğumuzu ne de delirdiğimizin göstergesidir.

Yeraltı
Bu saptamalar ve saptayamayışlar içerisinde bir de akıllı ve kendine dürüst adamımız var. Zeki Demirkubuz, Yeraltı filminde bunu anlatmaya çalışmış. Serbest uyarlama olarak Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı merkeze almış. Filim hakkındaki yazılarda kitabın nerelerinin vurgulandığı yazıyordu. Vurgulanmayan bir özelliği de ben yazayım. Dostoyevski'nin yaşadığı -dolayısı ile yazdığı, ona şekil veren- şehir Petersburg'tu, Muharrem ise Ankara'da yaşıyordu.

Moskova-Petersburg; İstanbul-Ankara
Büyük Petro, Petersburg'u sıfırdan inşa ettirdi; Mustafa Kemal iç Anadolu'da bir kasaba olan Ankara'yı Cumhuriyet'in başkenti yaparak ihya etti. İki şehrin tipik özelliği Batı'ya yetişmeye, modernleşmeye çalışan 'doğu' toplumlarının birer atılımı olması. Yalnızca Ankara İstanbul'un doğusunda, Petersburg Moskova'nın batısında yer aldı.

Modern insan
Modern insan 'modernizm eleştirileri'ne rağmen hala kuşkucudur, modern insan yetemeyendir, yetirilemeyendir, çelişkilidir ve modern sonrası bir insan ancak bu yollardan geçerek doğacaktır. Modern insan, dini ve geleneksel ideolojilerle hesaplaşmada ilk adımdır. Modern insan aydınlanmanın ham hayale dönüşen çocuğudur. Yine de nüveleri vardır ve düşünüldüğü kadar çokta değildir.

Geleneksel değerlerle yetişen kişi benliğindeki hareketliliğin gerilimini yüzlerce yıllık söylencelerle çözmeye çalışır. Oysa modern insan bu savaşta yalnızdır. Yalnızız'dır.

Kimilerimiz bu modern çocukluğun çoktan geçtiğini söyleyebilir. Son ikiyüz yıllık dünya tarihi geçtiğine dair işaretler vermemektedir. Son 20 yıl ise türünün artmadığına işaret etmektedir.

Modern insanın kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla hesaplaşmasını gereksiz görebilir veya küçümseyebiliriz. Bazılarında ise hesaplaşmanın kendisi bir hesaplaşma olabilir. (Bugünlerde değeri düşse de bir dönemler pek modaydı: Hesaplaşmanın hesaplaşması ve çoğunca sonucun gericiliğin hanesine yazılması) Kimilerimiz de geç kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi bu süreci sıçrayarak aşacağını düşünebilir. Oysa bu durağa uğranmadan sonrasına geçiş mümkün değildir. En azından sağlıklı bir geçiş.

Her şeyin başı sağlık
Bütün sağlıklı gelişimlerde sağlıksız bir yan yada sağlıksızlığa meyil eden bir bünye vardır. Faydacı Amerikan bakışından bahsetmiyorum. İnsan nihayetin kapitalistler, devletler, ordular için faydalanılacak şeyler değildir. İnsan sağlığına sağlıksızlıkları ile kavuşur. Bir nevi benliğine başkalarının benlikleri ile mücadele ederek, ölçerek tartarak ulaşır. Bu kavuşmayla her şey çözülmez, kimi noktalar görmezden gelinirken, kimileri ise kontrol altına alınmış olur. Ama bazılarımız bu tür bir sağlığa kavuşamayabilir de... Bir tür geçiş formunda kalabilir ve her hangi bir yana geçiş yapmaktan imtina edebilir.

Peki neden arada kalmayı tercih eder
Modern insan günü ile hesaplaşabilir. Herhangi bir sanat pratiğinde, bilimsel araştırmalarda, politik mücadelede, her hangi başka bir örgütlenme veya mücadele içerisinde olabilir. Hatta bir roman yazabilir ve adını "Ankara Sıkıntısı" da koyabilir. Ama aynı insan geleneksel anlayıştan günümüze varolan yalaka, yardakçı tiplere de ihtiyaç duyabilir. Aynı insan 'modern' dünyanın suç saydığı başkasına ait olanı kendine mal etmeyi ve yaratıcılığı olarak sunma işini de görebilir. İşte bu tür modern insanda bizatihi kendi benliğine sebep olan düşünceleri ya yetersizliği ya da bile isteye görmezden gelerek yaşantısını sürdürmesi vardır. Ve geç kalmışların içerisinde çokça da vardırlar...

Eğer bunun farkında iseniz ve edindiğiniz düşüncelerden de kaçamayan biriyseniz: Hem geçemez, hem de geçmek istemezsiniz. İşte merak ettiğim nokta burada başlıyor. Filimin sonunda kapı kapandıktan sonra Muharrem'in yapacakları beni ilgilendiriyor, öncesi değil: Muharrem, Muharrem mi olacaktır yoksa herkes gibi alelade bir kişiye mi dönüşecektir? Kapı kapandıktan sonra sağlıksız bir dönem bitmiş ve kriz aşılmıştır, mı? Şimdi Muharrem benliği ile barışık birisi mi olmaya çalışacak yoksa benliğini birilerinin bakışı ile mi yordayacaktır? Yada 'sür git' mi diyecektir.

Sorularımız bunlar ve modern insan ile ham maddesi farklı olmayan hepimiz buralardayız. Şimdi Ankara Sıkıntısı'nı mı yazmak, kıl adamlardan birisi yada başka bir yolda mı olmak isterdiniz?

11 Mart 2012 Pazar

mart gündemi:merak, kuşku, şaşkınlık

Geçen hafta Can Ataklı'nın utangaç kişisel medya tarihi yazılarını okumuş olabilirsiniz. 90'lar medyasının, iktidarın (daha doğrusu koalisyonların) karşısında sırayla destekten kösteğe yada tersinden konumlanışlarını görmüştük. O gün solun azımsanmayacak kalabalık ve kafası karışık bir yayıncılık faaliyeti vardı. Cehaletin, yabancı dil bilmenin getirdiği yeniyetme bilgiçliğinin, kafa karışıklığının, dönemin sersemliği içerisinde olan "akil adamlara" karşı Türkiye solu -ne niyetle olsa dahi- geçmiş reflekslerini çalıştırıyordu: Süreli yayıncılık... Sokaktaki mücadele adamı bir yerinden yer açmak gerektiğini biliyordu. Onlarca günlük gazete, dergi denemesi gerçekleşti.

Yeni Harman, s. 159, Mart '12
Özellikle Kürt sorununa, yaşanan çatışmalara, sol grupların yaşadıkları baskı ve eylemlere dair çarpıtılmış günlük haberler, yolsuzluklar... ve diğer örtbas edilen haberler her sol tayfanın kendi bandından okuyucuya ulaşıyordu. Bütün bunlar ideolojik zehirlenmenin gölgesinde gelişti... Kaç tayfanın açıp doksanlarda ki yayınlarına gönül rahatlığı ile baktığı ise onların bileceği bir iş...

Yoksa doksanları anımsayanlar Pozantı Cezaevi gibi bir habere olamaz diyemeyeceklerdir. Ardından yapılan açıklamalar ise doksanların birbirinden habersiz koalisyon ortaklarına hoş bir gönderme yapıyor:
Pozantı Cezaevi'nde genç ve çocuk tutuklulara yönelik cinsel saldırı ve tecavüzler 2011 yazında gerçekleşiyor. Yani 6 ay önce... Geçen hafta olayı haber yapan gazeteciler birkaç gün önce kck davasından gözaltına alınıp tutuklandı. Abdullah Gül, "bakın her şey ortaya çıkıyor, ne kadar demokratikleştik" mealinde konuşuyor. Bakanlık olayı örtbas etmek için çalışıyor. Tecavüze uğrayan çocuklardan biri yeniden tutuklanıyor. Tecavüzcü serbest bırakılıyor. Başbakan "Kürt meselesi insani meselemizdir, çözeceğiz" diyor. Ama önce dürüst hesap veren insanlar tarafından yönetilmek gerekiyor. Herkesi ağzındaki peyniri budalaca düşüren karga sanıyorlar.
Red, s. 66, Mart 2012
Bugün artan baskı ile alternatif bir medya kuruluyor. Parçalı, dağınık ve niyetleri de farklı... Çünkü kimse merkez medyadan haber alamıyor. Yeni Harman dergisinde Kadri Gürsel'in söyleşisinde değindiği gibi yandaş medyadan gazeteci çıkmıyor. Bugünün tabuları ise yolsuzluklar, din ve o muğlak ilişkileri... 90'lar ile aynı diyemesek bile benzer...

Red 'retorik' bir dil dışında sol ile çok ilişkileri olmayan ve solcuların nedense bir tuhaf bağlılık duydukları köşecilere dair dokundurmalarıyla doluydu. "Ayyy merkezden kovulduk" diyen ama kendi yağında kavrulan hiçbir dergi ve gazetede yazmayı akıllarına getirmeyen düşün insanları!..

Express dergisi kimi sayılarında gündeme dair doyurucu olabiliyor. Yine kendi dilinden 'meram'ı ile bir giriş yapmış. Eskinin 'yetmez ama evet'çi hakimi Orhan Gazi Ertekin yazısında gündemi kişisel analojileri ile yorumluyor. Ertekin, gündemi yorumlarken siyasetin hızında çok haberdar görülmüyor. 'Yetmez ama evet' cenahının oluşumu kimi destekçilerinin dışarı düşmesi tarih karşında bir göz kırpması kadar bir sürede olup bitmiştir. Evet, eski formüller ne kadar geçerli görünse de siyaset sürekli yeni formülleri gerekli kılıyor. Hele ki taraflarda siyasi pragmatizm programlarının başında büyük harflerle yazılmış ise.

Express, s. 126, Mart '12
Aynı sayıda uzunca bir söyleşisi de yayınlanan eski cumhuriyet başsavcısı İlhan Cihaner ile aynı kurumda çalışmasına rağmen Ertekin'in neden Osman Can gibi bir adamla dernek kurduğu anlaşılmıyor. Derginin Ağustos 2011 sayısında yayınlanan söyleşisinde de anlaşılmıyordu.

Yine aynı dergi de okuyabileceğiniz Ertan Keskinsoy imzalı "Sezon Finali" başlıklı yazıdan bir alıntı ile geçeyim:
"... AKP'nin gülen tabanını kendine dönüştürmesi, bu yüzden Gülencilerin çoğunluğunun -hele ortada başka bir seçenek yokken- AKP'ye küsmesinden daha olası.
Ancak Erdoğan'ın siyasi denklem dışında kalmasıyla bu momentum tersine çevrilebilir. ..."
***
Bu arada radyo dinler ve sever birisi olarak yılbaşından beri düzenli bir radyo kanalı dinliyorum. Hepsi medya kökenli olan çalışanları ile yeni bir radyo haber kanalı kuruluyor. TRT radyo 3'ten ayrılan programların katılması ile güçleniyor. Müzik yayınında düzgün bir işleyişe sahip olmaları ümidim. Örneğin rutin haber programını girerken müzikleri ortadan biçmeseler güzel olacak. Atilla Güner'in hazırladığı "Akşam Postası"nı (18.00-tekrarı 24.00) dinlemenizi öneririm. Bunun dışında irili ufaklı onlarca programdan ilginizi çekenler olacaktır.

***
Burada yazmak istediğim onlarca gazete, dergi, internet sayfası, köşe yazısı olmasına rağmen bunları yazarak geçiyorum.

***
Kimliklerimiz bize olanaklar verir ama uyanık yapmaz. Bu yüzden merak, kuşku, şaşkınlık bizleri çoğunca gülünç gösteren ama alışmaktan da alıkoyan güzellikler oluyor.