Sayfalar

23 Mart 2010 Salı

Yeşil Erik: bahar müjdecisi

Sonra adamın düşüşüne gelen küçük kız farketmedi aynada kendini yanından süzülerek geçen kan damlasını izlerken; üzerine biraz daha güneş, aslında daha da çok güneş ışığı düşen çorbacı; acısını, kendi kendine konuşmanın (* O olma / onun yerine olma) içtiği çorbanın tası ile geçirmeye çalışan  müşterisine yöneliyordu ki orada masanın yanında demirlere tutunup dışarı şaşkınlıkla bakan ve o küçük kızdan biraz daha ufak bir oğlanı da gördüğün de o sarı saçlı çocuğun burnu ile yanacığı arasına bir kan damlası geliyordu.

* Annelerinin babalarına karşı kadınlıklarını göstermediğini düşündü, bazıları. Kimisi erkekliği olmayan bir babaydı anne karşısında. Her sonrasında anne rolü biçildi ona kadınlığını yerine getiren ya da bir babaydı erkekliğini gösteren. Annenin babayı yeterince düzemediğiydi kanati; babanın erkekliğini göstermediği anneyi bilmek gibiydi. Sonrasında kimi anne oldu göreviyle elbette, yerine getirdi; babasından çok erkek olan kimilerinin yanında, belki de. Büyüklerimiz. Sadece istediler. Bütün randevularında; ve ne zaman annesinde çok kadın, babadan çok erkek olarak buluştu büyüklerimiz. O olma / onun yerine olma.



Adamın düşüşüyle yırtılan etinden fışkıran kan damlalarından birinde göründü kendine: çocuktu ve çizmeliydi. O, burnu ile yanacığı arasına düşerken kırptı gözünü çocuk!

9 Mart 2010 Salı

• Hür Hamamlar Denizi

Bir kadını anlatmak istiyordum. Ta ki, google reader'a gelen bir yazıyı okuyana kadar. Yazı, geçen yıldan bir olay ve bir kişi üzerineydi. Biliyordum. Ama buradan yeterince izleyemediğimi anladım. Aslında bekliyordum. Koca ülkeden böyle birileri çıkmalıydı.

Geç kalmış kuşaklar:
Bir on yıl önceyi gençliğinde yaşayıp unutmamış olanlar. Geç ve küçük kalan tohumlar gibi meyveleri küçük ama acı oluyor. Şimdi hayata merhaba diyen ilk gençliğe bir on yıl öncesinin hesabını açıp bırakıyorlar giderken. Niye oldu bunlar diye soracak çünkü aralarından bazıları. Onlardan bazıları erken kuşakları oluşturacak. Az-çok önemli değil bu.

Et kafalılar ve "teenager"lar
Geç kuşaklar, geleceğin erken kuşaklarını yaratıyor. Geç kuşaklar ideallerle büyüyor. Erken kuşakları yaptıkları ile idealize ediyorlar. Geç kuşaklar hep korkak görünüyor ve geç kalıyorlar. Aslında erken kuşaklardan daha cesur işler yapıyorlar, ağırdan alıyorlar. Erken kuşakların kaçkınlarını gördükçe daha kendilerine dalıyorlar. Daha bir adıyorlar işlerine. Hiç bir zaman övülmüyorlar. Haklarında salak olmak dışında bir şey konuşulmuyor. Bazıları susuyor. Çünkü bir gün geç kalmışlar kendilerinin neden oldukları erken kuşaklarda savunulacaklar. Hem de hiç durmadan akan suyun kenara; hayatın ve zamanın dışına ittikleri yanında akıntı da gitmeye çalışanlardır.

***
sizden insanları, içlerinde kendi doğalarından yarattıkları farklılıkları taşıyan etler olarak düşünmenizi istiyorum. Bu et topluluklarının bir kısmı farklı. Aslında bunlar birkaç taneler. Tuhaf duyguları var. Bizim bildiğimiz evrenin dışına gitmeye çalışıyorlar. "Gelişkin, seçilmiş" oldukları için değil. Sadece biraz farklı algılıyorlar hayatı.  Diğerleri onları o kadar rahatsız ve aşağılayarak büyütüyorlarki, onlar "rahat"ta büyüseler hayatın zorluğunu çeken insnaların düşüncelerinden yana yer alıyorlar. Beni kabul etmeyişinize karşılık der gibi. Hepsi çocuk işler gibi görünüyor sonunda. Ama avucunuza gözünüzün içine bakan o etin yarasından kan doluyor. Sadece bakıyorsunuz. "Onların istediği gibi olmadı diyor. Geri de bu kansız et kalacak." Ama bu "saçmalık" bir uzayı / düşünülecek bir alanı açıyor önümüze.

Size akıl veren, gülen, değer satanların bir süre sonra yerlerini nasıl sağlamlaştırmak için etlerin arasına karıştıklarını görüyorsunuz. Üniversite hayatında deli sonrasında bir ev, bir araba, daha çok paradan başka bir şey düşünmüyorsa; küfür bile edemiyorsunuz. Çılgınlıklarımız aslında birer reklam paketidir, zorba düzenin yaşanabilir kılan soytarı elemanlarıdır, diyorlar. Et kafaları zevke getiren "arzu nesneleri"dirler, hepsi. Gerçekte rahatsızlık uyandıran insanların en kötüsünden taklitleriler. Ve bir adamın kendisini ve başkalarını ölüme götürüşünü dair:

- Abi be ben her boku denedim. (Cidden yalan söylemiyor hayatta deneyebilecek ne varsa denemiş. Vay anasını) diye açıklayıp sonra birinin kendini ve başkalarını ölüme götürüşünden tırsıp "olmaz ama çok yanlış bunlar" demesi gibi. "Hani deliydin sen? Uyuşturucu kullanmış her boku yaşamıştın? Sorunların vardı hani?" Et kafalı seni, en büyük et kafalı hem de. Yapmasan bile o ruhtan anlamadığın ne kadar belli. O karanlıkta gezmediğin, gezsen havanı atıp anlatamazdın değil mi? Ben neler gördüm / yaşadım deyip caka satamazdın. Her şeyi başkalarına hava atmak için yaşıyorsanız, öldürülemeyi de hakedersiniz. Karakola git ve ihbar et şimdi. Şu sokak ve şu apartman de. Biz "yolumuzu" bulurken gördük her şeyi de. Sonra "teenager"ların yanına git havalı havalı anlat yaptıklarını. Biliyorum birkaçı hiç dinlemeyecek seni. TV'deki haberi izleyecekler ve merak edeceklar geçmiş bir on yılı.

***

2007 yılı mayıs ayının sanırım 17'sinde bir yazarın bir kitabını da adadığı ve eski TKP yöneticilerinden olan bir abimiz ölmüştü. İşten izin alıp cenazesine katılmak için Kurtuluş parkına gitmiştim. Kimin geleceğini bilmeyenler, arabalara atlayıp gitmişler. Ben de geri dönmüştüm.

Fötr şapkası ile gezen 3 kez kanser ameliyatı olmuş birisiydi. Eski yoldaşlarına durmadan küfrederdi. İllegal mücadelenin sonuçlarıydı biraz da. Sergi'ye gelir okumayacağı kitapları alır giderdi. Ben de sen ölünce ben o kitapları bir daha satarım diye dalga geçerdim. Gülerdi. İçtik: rakıdır, şaraptır. Keçiören otobüslerine bıraktım, çok kere. Durağa gidemeyeceğini anlayınca benim oraya gelirdi. Beraber kolkola yürürdük. Son gidişinde üşüyorum demişti. Önceden başkaları durağa bırakmıştı ama geri gelmişti sokağa. Durağa götürmem için haber verdi bir arkadaş. İki pantolon giymişti ve üzerine iki üç palto geçirmişti. Gitmeyi hiç istemiyordu. Otobüsten inip eve giderken araba çarpmış ve hastanede ölmüştü. O günler burada olmama karar vermeme en çok sebep olan şeyleri söylemişti. Sürekli 12 Eylül ardından barikatlarına çıkmayışlarına küfrederdi. "Şimdi it gibi geberiyoruz" derdi. "İt gibi."

Bana özellikle 1960'ların ilk yarısında Ankara Maltepe'deki apartmanlarında 27 Mayıs'tan sonra darbecilik yapan askerlerin nasıl sıkıştırıldığı ve silahların kullanıldığı bir olaydan bahsederdi. O geç kalmış bir kuşağı görmüştü. İlk gençliğindeydi. Sonra gelenlerin ilk kuşağı erken kuşağı içerisinde yer aldı. Hiç unutmamıştı. O zamanın orada burada sürten gencini fena etkilemişti. Moskova'ya gitmişti. Evlenmiş boşanmıştı. Kadınlara bakar bana laf anlatırdı. Ailesini bir tarafı Polonya taraflarına bir tarafı Azerbaycan'a dayanırdı. Anlatır ve sonra onlar gibi, bizim gibi olma derdi. İçtenliği beni ilgilendirmiyor şimdi. Bunu ölçmeye hakkım olduğunu da düşünmüyorum. Etraf bu kadar "deli-isyankar" et kafa ile dolu iken hem de.

***
Hamamlar yaralı bir etten çıkan kanın suya karışıp yayılması için en uygun yerdir. Et kafalıların istedikleri gibi davranmayan birisi yaralı ölünce onu hamamlarda yıkamalı. Kanı suya karışıp dağılsın, diye. Et kafalara verilecek sadece bir parça et olsun diye.

6 Mart 2010 Cumartesi

• Dağınıklık - Süreğenlik

Eğitim sürecinin en büyük sorunu eldeki programın dışındaki daha geniş alanı göstermemesidir. Kişilerin "eğitimleri" ile böyle bir yeti (eğitimin içinde yer almayan alanı kullanma) ya sınırlı olarak kazandırılır ya da karanlık bir uzay görüntüsüne kavuşur. 

Eğitim süreçlerinde gördüğümüz tarihte kabul edilmiş birbirlerinden çok derin farkları olmayan birkaç yöntem ve düşünce dışında pek bir şey değildir. Buna karşı oluşan karşı düşüncelerin de sorunu aynıdır. Hatta karşı düşünceler daha hızlı mekanikleşirler. Çünkü sistem, içerisine zarar görmeyeceği her şeyi alıp elzem ederken karşı olan her zaman "karşı" olduğunu göstermesi gerekmektedir. Bir incelemenin ne kadar özgün yorumlar yeni yollar içerdiği (aslında eğitim dışında kalan uzayı kullandığı) değil; "olan" ile ilişkisini ne kadar "karşı"dan kurduğu ölçüsü verilen emeği uçuracaktır. Çünkü ne kadar "eleştirel" görünse de onu bir yerde daha da mekanikleşecek anlatımlardan koruyacak olan basit bir "akademisi" dahi yoktur.

Eğitim; süreç ve verimlilik vs. ölçütlerden hareket eder. Sistem için gerekli adamı (iş gücünü) karşılamak kısa sürede gerekli "bilgi-becerinin" kazandırılmasını gerektirmektedir. Bu da uzayı olabildiğince kısıtlamak demektir. Bu yüzden kişilerin parçaların bilgisinden kendi bütünlerini oluşturmalarını sağlamak yerine zaten hazır olan bütünlerle parçaları kavratıyoruz. İnsan eğitiminde bütünsel bakışın önemi büyük ama biraz "düşünüyorsanız" size verilmiş bir bütünün parçalarını oynatabilmelisiniz. Bunların değiştirebilmeli, kırabilmeliyiz, kimi zaman kimyasını değiştirmek gerektirmektedir. Atıp-terkediledebiliriz de.

Çürük Yumurtalar
Sistem bir yerde belli bir çürük yumurta oranını da göze alır. Ama onların diğerlerini etkilemesine izin vermez. Onları yalıtır yada diğerlerinden uzak tutar. Açıkçası ölüme itilirler - ölmeleri beklenir. Fişlenirler. Sistem bir yerde bazı kişilere (müdür, patron, amir, şef, yönetici, anne-baba) "fişleme" yetkisi vermiştir. Bu fişlemeler olduğunuz yerde sizin etkinizi kırmaya yada güçlendirmeye yarayacaktır. Siz bir yere girdiğinizde orada sizin hakkınızda söylenmiş olan kararın (fiş'in) etkisini kırmanız-güçlendirmeniz size kalmıştır. Böylece siz negatif bir "fiş"e sahipseniz "çürüklüğünüz" başkalarını etkileme oranı düşer. Tavrınız / Yaklaşımınız onların da yatkın olduğu taraftan "çürütmeye" başlatmaz, fişlenerek imkanınız kısmen bertaraf edilmiştir. Bu yüzden aramızdaki kimilerinin toplumdaki "çürüme"den bahsettiğinde birilerine göre sistemin aslında başka birilerince güçlüce etkilendiğini anlamamız gerekmektedir. Toplum çürüyor demek bunu yapan biz değiliz demektir. Çünkü bizim çürütmemizin anlamı "devimci durum" olacaktır. Eğer bu yaşanırsa merkezin diğer yakasında olanlar "toplumun çürüdüğünden" bahsedeceklerdir. (Bir yer de bu "sistem nedir"i de yanıtlamak lazım) Ayrıca birilerin çürümeden çok bahsettiği yerde sistemin kuralları değişiyordur. Yeni kodlamalar / fiş standartları bu "çürüme"ye sebep olan tarafın belirlenimindedir.

Verili hiç bir süreç çürümeyi böyle değerlendirmemize izin vermez. E neyi verir peki? Eğitim içinde verilenlere göre durumu değerlendirmeyi verirler. Ya Devrimci Durumdur ya Cihattır yada ekonomik ve siyasal olarak iyiye gidiştir.

"Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek ağaç dik
Ama yüz yıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit. 
Bir kez ürün verir, ekersen tohum 
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün verir 
Yüz kez olur bu ürün halkı eğitirsen. 
Balık verirsen bir kez, doyurursun halkı 
Öğretirsen balık tutmayı, hep doyar karnı." Kuan Tzu (İÖ 399 - İÖ 295)

Bu şiir insanın bugünkü ihtiyaçlarını karşılamaya en uzak eğitim formülasyonu. Eğitim süreçlerini "basit" basamaklar haline getirebilirsek:

0. Eğitim süreçlerin gereğini hissetmemek / Böyle bir ihtiyacı olmamak.
1. Umursamazlık
2. Birisi için balık tutmak
3. Birisine balık tutmayı öğretmek
4. "balık tutmak" önerisi üzerine kişilerin kendi yorumlarını istemek (Sonuçta balık yemek istemeyebilirler; bu daha çok kendi kararları olacaktır. Eğer isterlerse de nasıl tutacaklarını ve araçlarını tartışacaklardır.)


Bunları niye düşündüm. Bilmiyorum. Kafam dağınık ve uzun zamandır hiç aklıma gelmeyen bir konu; evden kahvaltıya bir şeyler almak için İranlı markete yürürken aklıma geldi. Şimdi de yazıyorum. Biraz dağınık ama yıllar sonra olunca aynı zamanda süreğende oluyormuşu anladım.

Hafta içi yeni bir işe başlayacağım. Bakalım, ne olacak.

Bu fotoğrafı koyma sebebimi soracak olursanız.
Bildiğimiz uzayın dışından olduğu için anlatmam zor olacaktır :)
Ama hissedebilirsiniz. Ben kendimce bir şeyler hissediyorum.

Adresi vereyim: http://spacecollective.org/FirstDark/4272/DOU-Oleg-Duryagin-The-PostHuman-Identity

3 Mart 2010 Çarşamba

Tabela Nr. 009

Ocak 2009
Nr. 009
Tabela