Sayfalar

30 Kasım 2011 Çarşamba

Bodjal • 2004 • Ale Möller Band

Ale Möller Band: Bodjal • 2004 

01.Ilios The Sun
02.Bodjal
03.Styggen The Nasty Ones
04.Tango Greco/Vrisi
05.Tid Balkah The Dark Birds
06.Dao Bidaal/Livadhia
07.Epese
08.Atlan Dok (*)
09.Nje Pajem (*)
10.Sandpolskan
11.Atlaz
12.Bachaar Larai
13.Xanalego 
(*) İşaretli parçaları sayfada bulunan
musika 'box'ından dinleyebilir veya indirebilirsiniz.

29 Kasım 2011 Salı

islamcı entelektüel cennette kabul görecek mi

Hoca: "Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir: vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici 'fikir' zümreleri var. Bizim memlekette hakiki 'fikir' yok; bizde üç yüz seneden beri 'fikir' diye bir tek şey var: Taassup! (*)
***

12 Haziran seçimleri sonrası sıra bekliyorum. Seçimden başarı ile çıkmış olmalarından sokakta göbek atacak bir adam heyecanlı bir şekilde yanındakilere ve sesini yükselterek oradaki herkese inceden bir propaganda kayıyor: "Üstadım 76'da askerdeydim. Ramazandı, bize ekmek vermediler. ... Bunlar böyle dinsiz. ... Üstadım halk kimi seçeceğini biliyor. ... Bak, bütün halk düşmanları yüzde biri bile geçemedi. ... "

***

Sanatın, siyasetin, düşüncenin sahnesine giren hiç bir şey kutsal kalmaz.

***

1999 yılında üniversitedeki türban eylemlerine destek vermeye koştu kimilerimiz. Tarih bilgisinden o kadar yoksundular ki; ülkede gericilerin çıkış yolunun anti-komünizm ve devrimci düşmanlığı ile başladığını hatırlamadılar. Dünyada sol hareketlere karşı kullanılan içeriği belirsiz bir demokrasi için oradaydılar. (**) Çünkü son yılların kafa karıştırıcı Kemalizm düşmanlığından başka bir şey göremiyorlardı. Cahildiler. Kemalizmin kolay lokma olduğunu görmüyorlardı. Solun üzerine bir karabasanı, ışığını söndüren sol-liberalizmden kurtulamadılar. Kürtlerin ve liberallerin Kemalizm ile hesaplaşmaları bazılarımızın zaten zayıf olan tarihsel maddeciliğini iyice amorf bir şeye benzetti.

***

Sosyalistler, devrimciler bu ülkede hiç iktidar olamadılar. Ama şikayet ettikleri iktidarları eleştirmek içinde iktidar olmayı da beklemediler. Yine onlar kadar acı, baskı ve hayal kırıklıklarını da hiç bir siyasi taraf yaşamadı. İçlerinde işkence görenler, yıllarca hapis yatanlar ve idam edilenler oldu. İşsiz kalanları, haksızlıklara uğrayanları, yalnızlaşanları ve politik düşünceleri yüzünden bin bir türlü musibetle uğraşmalarının cefasını da çektiler. (Ahmet Kaya'nın söylediği "cefasını çektik, sefasını süreceğiz" çok gerçek olamadı) Tabii bir de bunlara sebep olanlar vardı. Sebep olanları bu ülkede birileri "oh" olsun diyerek bir güzel sevdi. Bu "oh" diyenleri hepimiz unutmadık.

***

bir onur ünlü filmi daha
Hepiniz imana geleceksiniz!

Yönetmeni tanımıyorum, başka filmini de izlememişim. Ünlüymüş demek ki "daha" ile afişe yapıştırmışlar ismi. Afişte 90'lardan bildiğimiz bir ismi görünce erken başlaması nedeniyle de aldım bileti.

Filmi beklerken arayan Özgür, hangi filim olduğunu duyunca "o dönem filmiymiş, akp filmiymiş almasaydın keşke" dedi. "İyi, o zaman nasıl oluyormuş görelim" dedim.

Filmin genel kurgusu devletlü atatürkçülüğün yılmaz savunucuları ve onların aileleri -Sulhi Dönmezer ile şurekası diyebiliriz- üzerine oturtulmuş. (İnsanlarımızı hapishanelere sokmak için uğraşanlar) Baba Celal Tan bir anayasa profu. Tabii bütün aile üyeleri babanın konumundan yararlanarak orada-burada devlet olanaklarından ballanıyorlar. Yüksek mevkidekilerin beceriksiz oğul ve kızlarına devlet imkanlarından yararlandırması sadece geçmişe özgü bir şey bugün böyle bir şey olmuyor!!! Hak geldi batıl yenildi.

Prof Celal Tan kıskançlık krizi ile genç karısını öldürüyor. Sürpriz bir doğum günü kutlaması için o sırada evde olan aile üyeleri olaya şahit oluyor. Tabii, onlar da bu cinayeti saklıyorlar.

Celal Tan kanser hastalığı sebebiyle üç ay ömrü kalmış olan bunak anayasa hukukçusu arkadaşından cinayeti üstlenmesini istiyor. O ise ölümün derdinde gelecek melekleri ve ölümden sonra yaşayacaklarından korkuyor. Yani imana geliyor. İslamcıların bu "siz de öleceksiniz haahahahah" dedikleri bir an işte. Her güzel dinsiz kızın yakışıklı bir mümin genç tarafından müslümanlığa ayartıldığını anlatan romanlar gibim. Ölmek düşüncesiyle dine yönelen insanları gördükçe kendi kendilerine ne kadar doğru bir yolda olduklarını tekrarlıyorlardır. (***)

Olaylar gelişiyor, herkes Celal Tan'ı aklamak için elinden geleni yapıyor. Öldürülen kızın kör kardeşi olayı çözüyor ama yetmiyor. Yine suçlu oluyor. Yine iyiler cezaevine giriyor, kötüler dışarda kalıyor.

Filimde anlamadığım sahne, Celal Tan arkadaşına dini öğretip suçu üzerine almasını isterken, gece vakti elinde namaz kitabı bir cami önünde öldürdüğü kızın ruhunu görüyor. Dedim, herhalde Celal de imana geliyor.

Öyle olursa Celal Tan hacca gider, beş vakit namaz öğrenir, kızı örtünür, torunu imam hatip lisesine gider, oğlu kapalı bir 'hanım' ilen evlenir ve eski tas eski hamam sürer. Sanki sürmüyor!

Yalnız ünlü yönetmenimiz bir 'daha' ki filiminde caminin arka yüzünü de çekse iyi olacak. Caminin görevlisini toplanan yardım paralarını, ünlü bir yardım derneğinden gelen görevliye verir. Paranın hangi hayırlı hizmetler için harcanacağını konuşurlar. Burada göz yaşları akar. Sonra cami görevlisi, oğlunun laikçi despotluk altında bir işe atanamayışından ve torpille atanan laikçi çocuklarından bahseder. Diğer adam orada göz yaşları döker ve oğlan intihar eder. Mükemmel oldu. İnanç var, azim, acı, mücadele, duygu... hepsi var. Cami de var. Daha ne istiyorsun, sayın ünlü yönetmen! Adı da: "Hepiniz imana geleceksiniz!" olsun.

"islamcı entelektüel cennette kabul görecek mi" sorusunu merak ediyorsanız. islamcı entelektüel görünce, onlara sorun bir cevapları vardır.
---- dipnotlar ---
(*) Üç İstanbul, 1938, Cemal Mithat Kuntay
(**) Ergenekon davası başladığında süreci anlayamayacak kadar yollarını kaybetmişlerdi. Sonuna kadar gidilsin diye eylemler yapıldı. Polisler gece yarıları kapılarını çalınca neye destek verdiklerini biraz olsun anlamış oldular.
(***) Ölüm Kagısıyla Dindarlık Arasındaki İlişki Üzerine Bir Yorum, Murat Yıldız, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 3, 1999
Yazıda yorumlanan araştırma ölüm kaygısı-inanış arasındaki ilişki hakkında ve sonuçlar hiçte iman edenlerin düşündüğü gibi görünmüyor. Okumanızı öneririm. Yıllar sonra bu yazıyı bulmak benim için güzel bir tesadüf oldu.

27 Kasım 2011 Pazar

arslan yetiştirmeye kalkışan tilki

... hayvanlar arasından tilki ile aslanı seçmelidir;
çünkü aslan kendini tuzaktan koruyamaz,
tilki de kendini kurttan koruyamaz.
Bu nedenle tuzakları tanımak için tilki,
kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir.
Prens, Niccolò Machiavelli

I.
Gündemde bir fıkaralığın bahsiyle ötekiler, biraz daha lügatim ile gidersem mübalağa edilerek es geçilenler var. Çeşit çeşitler, doğamız gereği...
II.
-onlar vebalılar, su bilmeyen bozuk et gibi kokanlar, hayata yenilecekleri öğretilerek katılanlar, şehirlerin derinliklerinde birer köstebek gibi çalışanlar, yurdun hapishanelerini dolduranlar, dilleri konuşturulmamışlar, tarihleri lanetlenmişler, müziklerini gizli gizli icra etmiş-dinlemişler, onlar ahlaksızlar...-  
III.
Mübalağa erleri saygı uyandırabilme kuvvetlerini o kadar yitirdi ki, işlerini ister istemez bir kuşkuyla karşılıyoruz. Mübalağa ettiklerine bilimle acıyorlar, Batı'dan, gelişmiş memleketlerin seçkin üniversitelerinde gördükleri eğitimden bunu 'anlamışlar'. Sonrada anlayabildikleri kadar da öğrencilerine, okurlarına anlatmışlardır. Gözleri açıldığından artık çevrelerindeki çoğu farklılığı daha iyi fark eder olmuşlardır: Dilsel, dinsel, cinsel... hepsi ortadadır. Böyle olunca konumuz da: "Kaybolan, ezilen, dışlanan, horlanan, horuldanan.. kültürleri koruma ve yaşatma"ya döner. Oysa çalışmalar okunduğunda anlatılanların karamsar tarihinde nelerin olduğu muammalar olarak kalır. Mübalağa erlerinin çalışmalarının eleştirdikleri modernist kurumlarınkinden farkı sadece sermaye kaynağıdır. Yazılanlar ve konuşulanlardan anlaşılan gördükleri sadece: Sefilliktir. -O yüzden bir kaç şeyi öne çıkarıp onları mübalağa ederler- Bu sefillikte yok vardır da var yoktur. Gerisi de teferruattır. Çoğunlukla başka bir şey bilmez ve görmezler. Verdikleri emeğin karşılığı ortaya koydukları çalışmalarda anlatılanlar zaten faklı olanlar için malum olandır.

IV.
Mübalağa edilenlerden kimilerinde: Atanın biri dölüne izlere bakarak 'orada tilkinin mi, yoksa aslanın mı gezinmiş olduğunu nasıl anlayacakları'nı hikaye eder. Terbiyelerinde bazen tilkiye bazen aslana daha çok dikkat çekerler. En son hangisi daha çok zarar vermiş ise o daha çok söze katılır. Bazı vakit iş sonrası loş damların orta yerinde kurulmuş sofra içinde, sazla sözle, kesme cam bardaklarda acı suyla başka şeyler de hikaye edilir. Yine de bir arslanın -canlarını verdikleri- kükremesine korkusu baskın bir saygı duyar, tilkiyle aynı masaya bile oturmazlar. -Ama şimdiler de başka kimileri mübağala erlerinin sözlerine inanıp tilkiler ile masaya oturmak üzeredir.- Onların kelimelerinden biri yurt'tur. Vergi vermeyi sevmezler, vergiciye dilenci, dilenciye öşürcü (aşarcı) derler, çünkü gerektiğinde yurt için canlarını gönderirler. -aslında yolları arslanla çok uzun zamandır ayrıktır, nadiren yakınlaşmıştır- Onların vergisi dölleridir. Gelecekleridir.
V.
Her hayvanın geçtiği bir yol vardır. Yolda iz yoksa bunun hayır'lı bir işaret olmadığını, eğer tilki arslan yetiştirmek istemişse o yollarda gezen bir çok çakal izinin sebebini anlarlar. Hayatta kalırlar.
VI.
Onların yenice öğrendiği bildikleri bazı izlerin tilki ile arslanın terbiyecisinin olduğudur.

Yunanistan
Mübalağa erlerinin gördükleri fotoğrafa şapkalı gölgesi çıkmış olan seyyahın gördüğünden çokta farklı değildir.

22 Kasım 2011 Salı

Uyuyor gibi


"One of 17 volunteers who fell during an attack in the Spanish Civil War. He was shot in the head, 1936."

İspanya İç Savaşı'nda saldırı sırasında düşen bir gönüllü. Başından vurulmuş, 1936.

Lorca... Uyuyor gibi...

10 Kasım 2011 Perşembe

Üç İstanbul • 1938 • Mithat Cemal Kuntay (Roman)

Üç İstanbul
Roman, 1938
Mithat Cemal Kuntay
Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'unu, Sander Yayınları'ndan bir baskısını bulup okumak istedim. Zaman sıkıştırınca Oğlak Kitap baskısını okudum. Şimdi orta yaşlarında olan kuşağın bir kısmının bir dönemin TV dizisi olarak anımsadığı bu kitaptan "Abdülhamit'i Burnu Kurtardı (LXXII)" başlıklı bölümünü pasajlara ekliyorum. 
Kitapta işlenmiş olan siyasi konular kadar yer alan bir diğer başlık ise dönem insanlarının cinsel serüvenlerine dair onlarca ayrıntıdır. Geçmiş, cinsel tercihlerden diğer örtülü bir çok başlığa çok da renksiz görünmüyor. 
Tabiy kitap burada bitmiyor.
 ***
Çağaloğlu'undaki bu taş binaya taşındığı günden beri Adnan yalnız kalamıyordu: Misafir, misafir... (...)

Artık eski dostlarıyla da münasebetini kesmişti: Zaten Moiz hala Selanikte'ydi; (...) Mektuplarını aylardan beri cevapsız bırakıyordu. Avukat Tevfik Hoca da artık pis adamdı: Ona selam veren kirleniyordu; Adnan bu iki dostundan kaçıyordu. Başka iki eski dostu da ondan kaçıyorlardı: Dağıstanlı Hoca ile Şair Mehmet Raif.

Bugün sokakta Dağıstanlı Hoca'ya rastladı; zorla arabaya aldı, eve götürdü. Uzun müddettir, Hocayı görmemişti; Abdülhamit için siyasi temayüllerini yoklamak istedi.

"Seni Deli İbrahim'in torunu meğer ne saçma adammış. Hükümdar tarafı hiç yok. Evde oturmak için doğan adamı tesadüf sarayda oturtmuş. Hükümdar ailesinden gelmeseydi tapuda mukayyit olurdu. Sonra o ne hükümetmiş, bütçesi yok, Maliye Nazırı var; donanması yok, amiralleri var. Fakat Allah'a şükredelim ki, onun büyük olmaya merakı yoktu; sahne adamı değildi; Almanya İmparatoru gibi aktörlüğe kalkışsaydı halimiz haraptı.

Dağıstanlı Hoca: "Onun mevhum bir büyüklüğe bile tahammülü olamazdı. Suikast kurşununun hedef dairesi büyür diye korkardı!"

Adnan rahat etti: Hoca, Meşrutiyet'ten sonra Abdülhamit'i beğenmeye başlayanlardan değildi. Hoca'yı cemiyete almak istedi.

Dağıstanlı Hoca: "Beni Cemiyet'e alıp ne yapacaksınız Adnan? Cennet'e de gitseniz, Cehennem'e de, ben sizin yanınızdayım. Ama ben numaralı vatanperver olamam."

Adnan: "Seni içimize alırsak bize bir kuvvet olursun hocam."

Hoca: "İçinize alacağınız adamlar sizin kuvvetiniz değil, zaafınız olacaklar."

Adnan: "Yani pis adamlar alırsak?"

Hoca: "Hayır, hayır; adı çıkan maskaralardan korkum yok; onların fiyatı üstünde... Meçhul edepsizlerden kork."

Adnan: "Mesela?"

Hoca: "Mesela, mesela... sonra söylerim.

Hoca, düşündü; coştu; öfkelendiği için yine ayaktaydı.

"Bu lafıma iyi dikkat et: İnkılap yaptınız diye bugün boynunuza sarılanlar yarın boğazınızı sıkacaklar!" dedi, sustu. Çehresinden bir fildişinin yekpare beyazlığı ile ak bir sakal uzanıyordu.

Hoca: "Sizin en büyük düşmanınız kimdir biliyor musunuz?"

Adnan: "Tabii ki biliyoruz: Alatini Köşkü'nde oturan Abdülhamit!"

Hoca: "Haşa, tövbeler olsun değil. Sizin en korkunç düşmanınız Fatih'teki yobazlardır. Sarıktan korkun. Müslümanlık geç kalan bir saat derler. Hayır. 'Ali - Muaviye' vakasından beri bu saat hiç işlemiyor, durmuştur."
(...)

Adnan: "Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar."

Hoca: "Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir: vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici 'fikir' zümreleri var. Bizim memlekette hakiki 'fikir' yok; bizde üç yüz seneden beri 'fikir' diye bir tek şey var: Taassup! (...)
(...)

Adnan: "Fatih hocalarının dini de yalandır; dinsizliği de!"

Hoca: "Yalanmış! Tabii ki yalan. Onu ben de biliyorum. Onun için bu yalandan korkun diyorum ya! Sarıklı milletini bana mı anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah'ı da inkar etsinler; Peygamber'i de!... Sultan Hamit otuz üç sene sarığa sırma takarak; taassuba maaş vererek tahtında oturdu efendi!"

Adnan şaştı: Dağıstanlı Hoca, Abdülhamit'e eskisi gibi Deli İbrahim'in torunu demiyordu. Düşündü, düşündü, buldu: Hoca düşmüşlere sövmezdi.

Adnan: "Şu ikinci düşmanımız kimmiş merak ettim hocam?"

Hoca: "İkinci düşmanınız sizsiniz!"

Adnan, sokak edebiyatı yapan Hoca'nın şirinliğine güldü; deminden beri müphemiyetinden korktuğu ikinci düşmanının ne kadar tehlikesiz olduğuna seviniyordu.

Hoca: "Sizsiniz! Çünkü siz, halkı fikir idare eder, sanıyorsunuz. izdiham, kafasıyla değil, gözleriyle düşünür. Bu gözleri idare etmeyi bilmeyeceksiniz, kendinize düşmanlığın en büyüğünü siz kendiniz yapacaksınız. Yığın karnıyla düşünür, Gözüyle öğrenir, Kalbiyle kızar. Avamın midesindeki yeniçeri kazanını tanımıyorsunuz. Halkın gözünü rahatsız etmemek için hiç değişmemeye mecbursunuz. Eski ceketinizi çıkarmayacak, eski evinizden çıkmayacaksınız..."

Hoca duvarlara, tavanlara baktı: "Allah daha ala etsin. İhtişamlı konak. Fakat ben senin yerinde olsam Aksaray'daki evi bırakmazdım Adnan!"

Adnan bozuldu; artık anlıyordu. Bu Dağıstanlı Hoca da, Şair Raif de, onun saadetini yakından görmeye tahammül edemiyorlar, onun için ondan kaçıyorlardı. Fakat Hoca'nın bu lafına gücenmek küçüklük olurdu. Canının sıkıldığını örtmek için güldü.
(...)

Hoca, Adnan'ın sefil yaşamasında inat ediyordu: "Görmüyor musun? Ahmet Rıza'nın Paris'teki yamalı ceketini hala alkışlıyorlar; Talat'a bak, Edirne'de giydiği sarı kaputunu hala çıkarmadı, hala asker tütünü içiyor. Uzağa gitmeye ne hacet? İşte Sultan Hamit... Ne sayede sağ kaldı? Burnunun sayesinde!... Gazeteler her gün burnuna kandil asmakla meşgul. Biri çıkıp da, 'Bizim Mısır'ımız vardı, bir Bosna Hersek'imiz vardı, bir Şarki Rumelimiz vardı; ne oldu?' diye hesap soruyor mu? Sormuyorlar neden? Çünkü halk fikriyle değil, gözüyle görürde ondan! Çünkü Şarki Rumeli'nin gittiğini fikir görür, Abdülhamit'in uzun burnunu göz görür de ondan!.. Sizin de yaptığını bu inkılaba, bu ehrama bakmayacaklar; rubanız kaç tane? Eviniz kaç katlı? Onu sayacaklar.

Adnan, deminden beri, Hoca'nın söylemek istemediği 'meçhul edepsiz'i merak ediyordu:

"Şu Cemiyet'e aldığımız meçhul edepsiz kimmiş? Merak ettim Hocam?"

"Kim olacak? Senin Hidayet Beyefendi'n! Cemiyet'e sokmuşsunuz; Şehremini oluyormuş."

Oda kapısı açıldı; kapının kanadına Erkanıharp Müşiri'nin Mermer Yalı'sında olduğu gibi, bir uşak yapıştı: Sofadan Hidayet haykırıyordu:

"Aşk-olsun Adnan Beyefendi Hazretleri, biz gelmezsek sizin arayacağınız yok!."
Önden Hidayet girdi, arkasından Hacı Hulusi Paşa, redingotunda iliklemek için fazla düğme arıyordu. Adnan, Hacı Hulusi'yi görünce fenalaştı.

Dağıstanlı Hoca, Hidayet'le Hacı Hulusi'nin uzun selamlarına "aleykümselam!" diye ağzıyla aldı. Odadan kaçtı. Arkasından koşan Adnan'ın göğsüne merdiven başında elini dayadı: "Dostlarını yalnız bırakma!.."

Adnan, Hidayet'le konuşurken düşünüyordu: "Şu insanlar ne tuhaftı; Hoca'nın duydukları yarı yarıya yanlıştı. 31 Mart'ta istibdat geri dönmeyince, Hidayet de, Hacı Hulusi Paşa da İttihat Terakki'ye yazılmışlardı. Fakat dün Şehremenliği'ni isteyen Hidayet'e, Sivas Valiliği'ni isteyen Hacı Hulusi Paşa'ya Talat, "Zat-ı saminiz hafiyesiniz beyefendi! Zat-ı aliniz de hırsızsınız Paşa Hazretleri" demiş, kovmuştu. Zaten şimdi Hidayet, Adnan'a bunun kavgasını etmeye geliyordu. Fakat bu Dağıstanlı Hoca'nın Meşrutiyet için ne fikri olabilirdi? Devlet kuvvetlerinin ayrılmasındaki ilim nazariyesini mi söyleyecekti? Dış politikada hükümetin hangi siyasi manzumeye katılacağını mı kestirecekti? Tabii ki, Dağıstanlı Hoca İttihatçı Adnan'a, "Madem ki inkılap yaptınız, havyar yemeyeceksiniz!" diyecekti.

***
Alıntı Yapılan Kitap: Üç İstanbul, Roman, 1938, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Kitap

2 Kasım 2011 Çarşamba

sabahın doğusşu

fotoğrafı büyük boyda görebilmek için üzerine gelip tıklayın