Sayfalar

10 Kasım 2011 Perşembe

Üç İstanbul • 1938 • Mithat Cemal Kuntay (Roman)

Üç İstanbul
Roman, 1938
Mithat Cemal Kuntay
Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'unu, Sander Yayınları'ndan bir baskısını bulup okumak istedim. Zaman sıkıştırınca Oğlak Kitap baskısını okudum. Şimdi orta yaşlarında olan kuşağın bir kısmının bir dönemin TV dizisi olarak anımsadığı bu kitaptan "Abdülhamit'i Burnu Kurtardı (LXXII)" başlıklı bölümünü pasajlara ekliyorum. 
Kitapta işlenmiş olan siyasi konular kadar yer alan bir diğer başlık ise dönem insanlarının cinsel serüvenlerine dair onlarca ayrıntıdır. Geçmiş, cinsel tercihlerden diğer örtülü bir çok başlığa çok da renksiz görünmüyor. 
Tabiy kitap burada bitmiyor.
 ***
Çağaloğlu'undaki bu taş binaya taşındığı günden beri Adnan yalnız kalamıyordu: Misafir, misafir... (...)

Artık eski dostlarıyla da münasebetini kesmişti: Zaten Moiz hala Selanikte'ydi; (...) Mektuplarını aylardan beri cevapsız bırakıyordu. Avukat Tevfik Hoca da artık pis adamdı: Ona selam veren kirleniyordu; Adnan bu iki dostundan kaçıyordu. Başka iki eski dostu da ondan kaçıyorlardı: Dağıstanlı Hoca ile Şair Mehmet Raif.

Bugün sokakta Dağıstanlı Hoca'ya rastladı; zorla arabaya aldı, eve götürdü. Uzun müddettir, Hocayı görmemişti; Abdülhamit için siyasi temayüllerini yoklamak istedi.

"Seni Deli İbrahim'in torunu meğer ne saçma adammış. Hükümdar tarafı hiç yok. Evde oturmak için doğan adamı tesadüf sarayda oturtmuş. Hükümdar ailesinden gelmeseydi tapuda mukayyit olurdu. Sonra o ne hükümetmiş, bütçesi yok, Maliye Nazırı var; donanması yok, amiralleri var. Fakat Allah'a şükredelim ki, onun büyük olmaya merakı yoktu; sahne adamı değildi; Almanya İmparatoru gibi aktörlüğe kalkışsaydı halimiz haraptı.

Dağıstanlı Hoca: "Onun mevhum bir büyüklüğe bile tahammülü olamazdı. Suikast kurşununun hedef dairesi büyür diye korkardı!"

Adnan rahat etti: Hoca, Meşrutiyet'ten sonra Abdülhamit'i beğenmeye başlayanlardan değildi. Hoca'yı cemiyete almak istedi.

Dağıstanlı Hoca: "Beni Cemiyet'e alıp ne yapacaksınız Adnan? Cennet'e de gitseniz, Cehennem'e de, ben sizin yanınızdayım. Ama ben numaralı vatanperver olamam."

Adnan: "Seni içimize alırsak bize bir kuvvet olursun hocam."

Hoca: "İçinize alacağınız adamlar sizin kuvvetiniz değil, zaafınız olacaklar."

Adnan: "Yani pis adamlar alırsak?"

Hoca: "Hayır, hayır; adı çıkan maskaralardan korkum yok; onların fiyatı üstünde... Meçhul edepsizlerden kork."

Adnan: "Mesela?"

Hoca: "Mesela, mesela... sonra söylerim.

Hoca, düşündü; coştu; öfkelendiği için yine ayaktaydı.

"Bu lafıma iyi dikkat et: İnkılap yaptınız diye bugün boynunuza sarılanlar yarın boğazınızı sıkacaklar!" dedi, sustu. Çehresinden bir fildişinin yekpare beyazlığı ile ak bir sakal uzanıyordu.

Hoca: "Sizin en büyük düşmanınız kimdir biliyor musunuz?"

Adnan: "Tabii ki biliyoruz: Alatini Köşkü'nde oturan Abdülhamit!"

Hoca: "Haşa, tövbeler olsun değil. Sizin en korkunç düşmanınız Fatih'teki yobazlardır. Sarıktan korkun. Müslümanlık geç kalan bir saat derler. Hayır. 'Ali - Muaviye' vakasından beri bu saat hiç işlemiyor, durmuştur."
(...)

Adnan: "Hükümetin kuvvetinin karşısında sarığın lafı mı olur hocam? Bin softayı bir jandarma önüne katar."

Hoca: "Yanılıyorsun: Hükümet kuvvet değildir: vasıtadır. Bir memlekette asıl kuvvet, bir fikri temsil edenlerdir. Başka memleketlerde sahici 'fikir' zümreleri var. Bizim memlekette hakiki 'fikir' yok; bizde üç yüz seneden beri 'fikir' diye bir tek şey var: Taassup! (...)
(...)

Adnan: "Fatih hocalarının dini de yalandır; dinsizliği de!"

Hoca: "Yalanmış! Tabii ki yalan. Onu ben de biliyorum. Onun için bu yalandan korkun diyorum ya! Sarıklı milletini bana mı anlatacaksın? Menfaat göster: Vapur bacası gibi bağırarak sana Allah'ı da inkar etsinler; Peygamber'i de!... Sultan Hamit otuz üç sene sarığa sırma takarak; taassuba maaş vererek tahtında oturdu efendi!"

Adnan şaştı: Dağıstanlı Hoca, Abdülhamit'e eskisi gibi Deli İbrahim'in torunu demiyordu. Düşündü, düşündü, buldu: Hoca düşmüşlere sövmezdi.

Adnan: "Şu ikinci düşmanımız kimmiş merak ettim hocam?"

Hoca: "İkinci düşmanınız sizsiniz!"

Adnan, sokak edebiyatı yapan Hoca'nın şirinliğine güldü; deminden beri müphemiyetinden korktuğu ikinci düşmanının ne kadar tehlikesiz olduğuna seviniyordu.

Hoca: "Sizsiniz! Çünkü siz, halkı fikir idare eder, sanıyorsunuz. izdiham, kafasıyla değil, gözleriyle düşünür. Bu gözleri idare etmeyi bilmeyeceksiniz, kendinize düşmanlığın en büyüğünü siz kendiniz yapacaksınız. Yığın karnıyla düşünür, Gözüyle öğrenir, Kalbiyle kızar. Avamın midesindeki yeniçeri kazanını tanımıyorsunuz. Halkın gözünü rahatsız etmemek için hiç değişmemeye mecbursunuz. Eski ceketinizi çıkarmayacak, eski evinizden çıkmayacaksınız..."

Hoca duvarlara, tavanlara baktı: "Allah daha ala etsin. İhtişamlı konak. Fakat ben senin yerinde olsam Aksaray'daki evi bırakmazdım Adnan!"

Adnan bozuldu; artık anlıyordu. Bu Dağıstanlı Hoca da, Şair Raif de, onun saadetini yakından görmeye tahammül edemiyorlar, onun için ondan kaçıyorlardı. Fakat Hoca'nın bu lafına gücenmek küçüklük olurdu. Canının sıkıldığını örtmek için güldü.
(...)

Hoca, Adnan'ın sefil yaşamasında inat ediyordu: "Görmüyor musun? Ahmet Rıza'nın Paris'teki yamalı ceketini hala alkışlıyorlar; Talat'a bak, Edirne'de giydiği sarı kaputunu hala çıkarmadı, hala asker tütünü içiyor. Uzağa gitmeye ne hacet? İşte Sultan Hamit... Ne sayede sağ kaldı? Burnunun sayesinde!... Gazeteler her gün burnuna kandil asmakla meşgul. Biri çıkıp da, 'Bizim Mısır'ımız vardı, bir Bosna Hersek'imiz vardı, bir Şarki Rumelimiz vardı; ne oldu?' diye hesap soruyor mu? Sormuyorlar neden? Çünkü halk fikriyle değil, gözüyle görürde ondan! Çünkü Şarki Rumeli'nin gittiğini fikir görür, Abdülhamit'in uzun burnunu göz görür de ondan!.. Sizin de yaptığını bu inkılaba, bu ehrama bakmayacaklar; rubanız kaç tane? Eviniz kaç katlı? Onu sayacaklar.

Adnan, deminden beri, Hoca'nın söylemek istemediği 'meçhul edepsiz'i merak ediyordu:

"Şu Cemiyet'e aldığımız meçhul edepsiz kimmiş? Merak ettim Hocam?"

"Kim olacak? Senin Hidayet Beyefendi'n! Cemiyet'e sokmuşsunuz; Şehremini oluyormuş."

Oda kapısı açıldı; kapının kanadına Erkanıharp Müşiri'nin Mermer Yalı'sında olduğu gibi, bir uşak yapıştı: Sofadan Hidayet haykırıyordu:

"Aşk-olsun Adnan Beyefendi Hazretleri, biz gelmezsek sizin arayacağınız yok!."
Önden Hidayet girdi, arkasından Hacı Hulusi Paşa, redingotunda iliklemek için fazla düğme arıyordu. Adnan, Hacı Hulusi'yi görünce fenalaştı.

Dağıstanlı Hoca, Hidayet'le Hacı Hulusi'nin uzun selamlarına "aleykümselam!" diye ağzıyla aldı. Odadan kaçtı. Arkasından koşan Adnan'ın göğsüne merdiven başında elini dayadı: "Dostlarını yalnız bırakma!.."

Adnan, Hidayet'le konuşurken düşünüyordu: "Şu insanlar ne tuhaftı; Hoca'nın duydukları yarı yarıya yanlıştı. 31 Mart'ta istibdat geri dönmeyince, Hidayet de, Hacı Hulusi Paşa da İttihat Terakki'ye yazılmışlardı. Fakat dün Şehremenliği'ni isteyen Hidayet'e, Sivas Valiliği'ni isteyen Hacı Hulusi Paşa'ya Talat, "Zat-ı saminiz hafiyesiniz beyefendi! Zat-ı aliniz de hırsızsınız Paşa Hazretleri" demiş, kovmuştu. Zaten şimdi Hidayet, Adnan'a bunun kavgasını etmeye geliyordu. Fakat bu Dağıstanlı Hoca'nın Meşrutiyet için ne fikri olabilirdi? Devlet kuvvetlerinin ayrılmasındaki ilim nazariyesini mi söyleyecekti? Dış politikada hükümetin hangi siyasi manzumeye katılacağını mı kestirecekti? Tabii ki, Dağıstanlı Hoca İttihatçı Adnan'a, "Madem ki inkılap yaptınız, havyar yemeyeceksiniz!" diyecekti.

***
Alıntı Yapılan Kitap: Üç İstanbul, Roman, 1938, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder