"Üşüdüler
Korktular
Ağladılar
ve
Öldüler"
Bir yılda, her acıyı örtüp geçtiğimiz gibi depremde onca insanı geride bırakıp geçtik.
Seçim yarışında, ekonomi batağında onları unuttuk.
Utanç verici.
NOT DEFTERLERİ
Şu kısa film aylardır haftalardır aklımda. Onlarca haftadır aklımda arıyorum. Bulamıyorum. Bir zamanlar çok ünlü olmuştu. Belki anımsayan vardır. Tatil olunca bugün biçok yolla aradım yine bulamadım.
Eski bi' parçayı dinlemek için youtube'daki listeler bölüme bakarken, ne göreyim "kısa film" başlığı eklemişim. Tıklayınca tek bu filmi eklediğimi gördüm.
Her neyse rock yapmaya çalışan bir grup "ampül"le ilgili bir iddiaya girer ve... Neyse ağzına ampül sokmayan kaç kişiyiz şunun şurasında. İyi seyirler.
Unutmadan konuşmalara da az kulak kesilin. "Dolar yükseliyormuş."
Uzmanlık alanım değil. Ancak 2011'den Türkiye'nin göçmen politikası ve amaçları hakkında bir şeyler öğrenmek istedim. Sanırım, bu konuda çok az şey bileceğim. Olan çalışmaları da araştırıp elden geçirip yorumlayacak zamanım yok. Bunları düşünürken karşılaştığım bir yazıyı aşağıya koydum. Benzer yazılar buldukça ekleyeceğim.
İyi okumalar.
Elin oğlu bu işi nasıl yapıyor? / Barış Terkoğlu
Kaynak: Barış Terkoğlu : Elin oğlu bu işi nasıl yapıyor? (cumhuriyet.com.tr) 19 Ağustos 2021 PerşembeSürekli Türkiye’de yaşayan Suriyelileri, Afganları hatta Afrikalıları konuşuyoruz. Bir de Avrupa’ya ya da ABD’ye mülteci statüsü kazanarak gidenler var. Hiç kimse “Onlara ne oldu acaba” diye sormuyor. Aslında Türkiye’de neyin yanlış yapıldığının ipucu, belki de burada.
Merak edip peşine düştüm. Türkiye’ye önce sığınmacı olarak gelip sonra Batı’ya giden “şanslı”larla konuştum. Dinledikten sonra “Hiç bilmiyordum” dedim.
Başlayalım mı?
Diyelim sınırı geçen milyonlarca sığınmacıdan birisisiniz. Sizinle muhatap olan ilk uluslararası kurum UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği). Yerli kurum ise Göç İdaresi. 10 Eylül 2018’e kadar mültecilik başvurularını UNHCR alıyordu. Bu tarihten itibaren, UNHCR’nin eğitim verdiği Göç İdaresi çalışanları bu işi devraldı. UNHCR ise takip sürecine devam etti. Sığınmacılar, bu başvuru sırasında, pek de ayrıntılı olmayan ilk sorgularının yapıldığını anlatıyor.
Türkiye’de kalmak istemeyenler, burada, “3. ülke” seçeneğini işaretliyor. Sığınmacılar, sonucunun biraz “piyango” olduğunu söylüyor. Her ülkenin belirlediği mülteci limiti var. UNHCR buna göre sayıyı belirliyor. ABD ve Kanada en çok talep gören ülkeler. Öte yandan Avrupa, gelenlere daha fazla sosyal yardım sağlıyor.
Bazı sığınmacılar “uygun değil” cevabıyla reddediliyor. “Devam” denilenler için Türkiye’de yaşadıkları aşamalar var.
AYRINTILI GÜVENLİK SORUŞTURMASI
Bunun için bir sorguya çağrılıyorlar. Gidecekleri ülkeler, Göç İdaresi ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği yapsa da kendi resmi yetkililerini göndererek sığınmacıların sorgu ve eğitimlerini bizzat gerçekleştiriyor.
Mülteci adayına çok ayrıntılı sorular soruluyor. Neden ülkelerini terk ettikleri, neler yaşadıkları, sınırı nasıl geçtikleri... Aileye dair her şey öğreniliyor. Verdikleri cevaplar güvenlik bürokrasisi tarafından inceleniyor. Terör ya da suç bağlantılarının olmadığından emin olunuyor.
Sıra sağlık kontrolüne geliyor. Mülteciler, bu aşamada engelli olmanın sorun yaratmadığını söylüyor. Ancak uyuşturucu madde kullanımını tespit için de testler yapıldığını anlatıyorlar.
ÇIPLAK FOTOĞRAFLI SINAMA
Güvenlik ve sağlıktan “geçenler” için uyum süreci başlıyor. Burada temel konu, mültecinin gittiği ülkenin yurttaşlarıyla uyumlu bir yaşam sürmesi. Kimi zaman provoke edildiklerini söyleyen mültecilerin hoşgörüleri sınanıyor.
Örnek mi? Konuştuğum mülteciler ilginç şeyler anlattı. Özellikle Hollanda, Norveç, Lüksemburg gibi ülkelerin bu konuda en sert testleri yaptıklarını söylediler.
Mesela “Kızınız ya da oğlunuz 18 yaşında evden ayrılıp kız ya da erkek partneriyle yaşasa kabul edecek misiniz”, “Parkta çocuğunuz eşcinsel bir çiftin çocuğuyla oynarsa sorun çıkarır mısınız”, “Ülkemizde hayvanları bıçakla kesmiyoruz, sizin için sorun olur mu”, “18 yaşından sonra çocuğunuz cinsel ilişkilerinde özgürdür”, “Çocuğunuz okulda yüzme dersi alacak, bu sırada mayo giyecek”, “Okulda doğum kontrol yöntemlerini öğreteceğiz” gibi...
ABD, teröre bulaşık olmamayı önceliyor. Ancak Avrupa, vatandaşlarıyla sosyal uyum konusunda net. Uyum sağlamayanın gelmemesi, başvurusunu geri çekmesi bekledikleri şey.
Elbette bu aşama özellikle Ortadoğu’dan gelenler için zor. Bir mülteci kendisine çıplak erkek ve kadın fotoğrafları uzatıldığını, bu görüntülerle plajda ya da sauna da karşılaşabileceğinin söylendiğini anlatıyor. Bir başkası sokakta öpüşen çiftlerin görüntülerinin gösterildiğini aktarıyor. Ülkeye gelecek mülteciye, her yaşam tarzına saygı duymak zorunluluğu baştan gösteriliyor.
İnteraktif çalışmalar da var...
Kartondan kurulan evlerde aile kavramlarının ülkelerde çeşitlenebileceği maketlerle anlatılıyor. Eşcinsel ailelere ayrımcılık yapamayacakları söyleniyor. Sınıflarda adaylar ayağa kaldırılarak gidecekleri ülkelerde nasıl selamlaşılacağı, uygulamalı olarak gösteriliyor. Tokalaşmayı reddedenlere bunu yapamayacağı söyleniyor.
Musluktaki mavi soğuk-kırmızı sıcak, uçakta tuvalet olduğu bile anlatılıyor. Batı toplumunda dokunmanın hoş karşılanmayacağı, başkasının çocuklarının izinsiz sevilmeyeceği... Kısacası sosyal-kültürel düzen ayrıntılarıyla öğretiliyor.
TAHARET MUSLUĞUNUN ÖYKÜSÜ
Gittikleri ülkelerin hukuk kuralları da öğretiliyor. Konuştuğum mültecilerin unutamadıkları var. Mesela mülteciler, balkona çamaşır asarsa, çocuğunu evde yalnız bırakırsa, sokakta alkol alırsa ya da kapalı ortamda sigara içerse, aile içi şiddetin faili olursa ceza alacağını bu eğitimlerde öğrenmiş. Onlar için hazırlanmış videolar var. Gittikleri ülkenin sağlık ya da eğitim sistemi hatta polis durdurursa nasıl konuşması gerektiği dahi videolarla anlatılıyor.
Aldıkları mülteci eğitimi öyle ayrıntılı ki...
Bir mülteci, daha ülkeye gitmeden başlayan ve gittikten sonra devam eden eğitimle, toplu taşıma kullanmayı, marketten alışveriş yapmayı, faturalarını takip etmeyi hatta aile ekonomisini nasıl yöneteceğini öğreniyordu. Bir tanesi gittiği ülkede taharet musluğu bulamayabileceğini bu süreçte öğrenmiş, kendisine tuvalet temizliği anlatılmıştı. Söylediğine göre yine de evine taharet musluğu taktırmanın yolunu bulmuştu.
Mülteciler gittikten sonra da entegrasyonlarının takip edildiğini anlatıyor. Bir mülteci, gittiğinde ilk ay kendisine çalışma izni çıkarıldığını, çocuğunun okula kaydedildiğini söylüyor. Çocuğunun adaptasyon programına dahil olduğunu, bu süreçte dil öğrendiğini ifade ediyor. Engelli olan bir mülteci, gittiğinde hangi işlerde çalışabileceği konusunda rehberlik aldığını aktarıyor.
ÜMMET - ENSAR KILIF OLDU
Kısacası Batılı ülkeler, önce kaç mülteciyi taşıyabileceğine karar veriyor. Sonra terör ya da uyuşturucu gibi güvenlik sorunlarına neden olmamasını netleştiriyor. Ardından hangi cinsel yönelimden, hangi inançtan, hangi yaşam tarzından olursa olsun kendi vatandaşının rahatsız edilemeyeceği bilincini mültecide oluşturuyor. Üstelik bunu depo olarak kullandıkları Türkiye’de gerçekleştiriyor.
Hangi ülke olursa olsun, elbette mülteci hayata çok geriden başlıyor. Ancak Batılı ülkeler entegrasyon koşullarını yaratarak onları sisteme dahil ediyor. Haliyle mülteci, ülkenin farklı ama doğal parçası olabiliyor. Üstelik buna rağmen, bize göre az sayıdaki göçmen hâlâ Batılı ülkelerin sorunu. Aşırı sağın yükselişinin nedenlerinden biri de bu.
Biz mi? Dünyanın en büyük sığınmacı nüfusunu barındıran Türkiye’nin hiçbir somut politikası, hiçbir ciddi sistemi yok. Akın akın gelenler, serbest dolaştıkları şehirlerde gettolar kuruyor. Patronlar için ucuz işgücü, fuhuş ya da uyuşturucu çeteleri için insan kaynağı, radikal gruplar için eleman deposu oluyor. Çocukları ise dillerini bilmedikleri ülkelerde, kendilerinin olmayan kaderleri yaşıyor. Zaten kendisi de açlıkla, yoksullukla sınanan Türk milleti, birkaç yılda mahallesini dolduran yabancılarla gerginliğin ortasına bırakılıyor. Sığınmacıyla kendi vatandaşını yoksullukta, başıbozuklukta, ucuz işçilikte eşitleyenler, bu ahlaksızlığa ümmet kardeşliği ya da ensar kılıfını giydiriyor.
Biraz kafamızı kaldırsak elin oğlu bu işin nasıl yapılacağını, uzakta değil aslında bizim ülkemizde bize öğretiyor.
“... her kentte iki karşıt eğilim vardır; halk, büyükler tarafından güdülmek ve ezilmek istemez, büyüklerse halkı gütmek ve ezmek isterler; bu iki ayrı eğilimden, kentte şu üç sonuçtan biri çıkar: prenslik, özgürlük (cumhuriyet) ya da kargaşa.Kitaptaki dipnot: Özgürlük, cumhuriyet olarak değerlendirilebilir, çünkü Machiavelli için cumhuriyetin ana niteliği özgürlüktür.”Niccolò Machiavelli (1532)
- Ankara otobüsleri ki
Eski,
Yenileri bile eskimeye meyilli
zaten,
Ve okuduğu
kitapları bırakıp
ya
ölümün bu kadar
zor olduğunu bile
bile
bu kadar kolay
yaşanır mı?
- canım annem
2004
2004
buluşma'k yerine,
uzatılmış yollar çıkar buraya
siz de mi geldiniz.
oncanın gidip geçtiği gün
sen de çıktın yola
sanki şehirden düşen
bir sensin şimdi
arayıp durur sesler içinde
yoksun yoksun
yoksunuz.
2019
İnsan da toplum da karakterini mücadele ile kazanır. Mücadele etmeyenin karakteri de gelişmiyor. Son 18 yıl vatandaşı kul etmek için çalıştılar. Her tür muhalefeti korku ile bastırdılar.
Şimdi... Bunlar yokken...
Brütüs'ü bekliyoruz.7 Ağustos 2020, Cuma
Taşlıtarlaya burun kıvırıp büyükşehre hayallerinin peşinde giden genç işler yolunda gitmeyince eve geri döner. Evdekiler bir taşlıtarla için birbirine girerler.Taşlıtarla'da hakkım var diyen küçük kardeş ise büyükşehre giden genç tarafından egale edilmiştir. Yani, hani derler ya ayak oyunlarıyla. Toplandıkları odada küçük kardeş konuşacakken genç adam ve arkadaşları üzerine yürüdüler. Hazırlıklıydılar. O da yolunu ayırdı.***Sanırım tekrar okumanız lazım. İroni bazen mülkiyet ilişkileri ile anlatılır. Az-uz TKP tarihi bilen herkes Taşlıtarla'nın İstanbul'un (zamanında) yoksul semtlerinden olduğu ve TKP'nin örgütlenip saklandığı yerlerden olduğunu bilir***Ayrıca "taşlıtarla" Anadolu'da çok çaba isteyen karşılığında az ürün veren yerdir. Eski-yeni bütün TKP'lerin seçmek zorunda kaldığı da budur. Yanlış değildir ama zordur.***Her biri ile iyi kötü muhabbetim olan insanların birbirine çemkirmesini daha vahim olayların olmasını izlemek bizlerin (bu işlerin dışında duranların) hiçbirinin hoşuna gitmiyor. Bunların kan davasına dönüşme olasılığı var. Bu da büyük bir fenalık olur tarihimize.***Haklı ve doğru yolda olduğunu düşünüyorsan bir feveranla olaylara atlamak yerine işine bakıp "su akar yatağını bulur" diyeceksiniz. Sabır ister ama sonu iyidir.***Benim emekçi kimliğimi geldiğim yolu kimse sorgulayamaz. Sipli olmadan önce de sosyalizme açıktım sonra da; SİP ile tanışmadan önce de emekçiydim sonra da... Tercihimde doğru yaptığımı hep inandım. Hala inanırım. Adı ne olursa olsun partilere değil, sosyalizm düşüncesine bakarım. Onun toplumda aldığı yola bakarım.***Bir komünist kişilere gruplara değil programa bakar: SOSYALİZM PROGRAMINA. Diğer her şeyi ona göre tartar. Böylece biter kabile kavgasına benzer şeyler.***Taşlıtarla'da kalan, şehre giden genç ve küçük kardeşin kimler olduğu bellidir. Açıklamak okuyanların zekasına hakaret olacaktır.***Bu toplumun içinde türüyen kötülüğü görüp yaşadıkça mücadelenin değeri anlaşılıyor. Sözümü hep ona göre ediyorum. Herkese selamlar.10 Haziran 2017
İdeallerimize duyduğumuz güven içinde dokunulmaz olduğumuzu sandık. HAKİKAT* ya da ADALET olarak adlandırdığımız daha yüksek bir gücün gazabına güveniyorduk. Adeta onun bütün yalanları ve yanlışları süpüreceğini varsaydık. (...) Ne bu tarihsel anda birlik olup ayakta kalmaya ne de liderlerimizi** korumaya özen gösterdik.
Dolama DolamayıGetirin Bağlamayı
Nerden Öğrendin HanımSen Oyun OynamayıÇiğ (yağmur) Yağar Tekerlenir
Öptükçe Şekerlenir
Çiğ Yağar Yerde Kalmaz(Bu) Güzellik Sende KalmazAkşam Ben Uyumadım
Uykuma Doyamadım
Gasavet Bastı BeniYâr Gelmiş DuyamadımÇiğ Yağar Tekerlenir
Öptükçe Şekerlenir
Çiğ Yağar Yerde Kalmaz(Bu) Güzellik Sende Kalmaz(Kıbrıs) Rüştü Eriç-Ahmet Yamacı
dolama dolamayı
getirin bağlamayı
yavrum nerden öğrendin
sen böyle oynamayı
aman aman elinden
öpsem dudi dilinden
aman aman elinden
sarsam ince belinden
yağmur yağar tekelenir
öptükçe şekerlenir
yağmur yağar yerde kalmaz
bu güzellik sende kalmaz
akşamdan uyumadım
uykuma doyamadım
gafilet bastı beni
yar gelmiş duyamadım
aman aman elinden
öpsem dudi dilinden
aman aman elinden
sarsam ince belinden
yağmur yağar tekelenir
öptükçe şekerlenir
yağmur yağar yerde kalmaz
bu güzellik sende kalmaz
iki civan oyunda
elma tüter koynunda
ne güzel oyun oynar
köçeklik var soyunda
aman aman elinden
öpsem dudi dilinden
aman aman elinden
sarsam ince belinden
yağmur yağar tekelenir
öptükçe şekerlenir
yağmur yağar yerde kalmaz
bu güzellik sende kalmaz
Kıbrıs, kaynak kişi: rüştü eriç
"Doğan Medya Grubu'nun sahibi Aydın Doğan önceki akşam Hande Fırat'ın düğünü için Ankara'ya özel uçağı ile geldi. Uçağın Aydın Doğan dışında üç yolcusu daha vardı. Biri Aydın Doğan'ın kızı Vuslat Doğan. Diğeri eski İçişleri ve Adalet Bakanlarından Mehmet Ağar ve diğeri de Habertürk yazarı Nagehan Alçı."
http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/can-atakli/mavi-marmaradaki-kudus-nedir-2121411/
http://t24.com.tr/haber/hande-firatin-dugununde-rasim-ozan-kutahyalinin-hurriyete-transferi-konusuldu,506917
https://odatv.com/dogan-holding-ucaginda-surpriz-isim-0612171200.htmlEvet, böyle saçma sapan haberler takılıyorum.
Melih Gökçek, Ankara Belediye başkanı olduğunda çeşmeden su içilebiliyordu. Gittiğinde herkes evine damacanayla su alıyor. Bence konuşulması gereken şey bu? (Bu, İstanbul ve benzeri diğer şehirler için de geçerlidir. Belediyecilik hizmetlerindeki beceriksizliği dincilik, sağcılıkla örtülmesine izin verilmemelidir.)
Yoksa birçok arzusunu yaşamamış bir çocuğun şehri plastik, zevksiz, adi tuhaf şeylerle doldurması hakkında psikologlar-pedagoglar-psikiyatrlar-çocuk gelişimciler konuşmalı. Altında ne yatıyorsa bunların, bizi aydınlatmalılar.
***
Gökçek, hazır metro-ankaray sistemi üzerine kondu. 23 yıllık başkanlık döneminde onca olanağa rağmen 1 (bir) durak ekleyemedi sisteme. En sonunda devlet yaptı.
Melih Gökçek adını duyunca arkasında: "Tükürürüm böyle belediye hizmetine" demeliyiz.
***
Melih Gökçek, ideolojik bakışın bir şehri nasıl kavurduğunu, nasıl çöle çevirdiğinin ifadesidir. Göz göre göre bu ahmaklığın kurbanıyız. Sağcı ideolojik fanatizm bu sürecin hem suçlusu hem de kurbanıdır. Kendileri ile ülkeyi de batırdılar. Bir şehrin 25 yılını çaldılar. Olan Ankara'ya olmuştur. Bir zamanlar birçok başlıkta ülkenin en ileri şehrini tam anlamıyla çöle çevirdiler. Seviyesiz, derinliksiz, yoz, taklit ve plastik bir şehir yarattılar. Cumhuriyet nefreti ile yaşayanlar sevinebilirler. Biz asla...
Melih Gökçek, Cemil Çiçek, Bülent Arınç, İsmail Kahraman... 1960'ların soğuk savaş mahsulü idiler. Hiçbir zaman oradan çıkamadılar.
***
İki hafta önce Ankara'daydım. Önceden de dikkatimi çekmişti. Ankara Büyükşehir Belediyesi, İstanbul'la aynı kaldırım taşlarını döşüyor. Aradaki tek fark işçilik: Özensiz, rastgele, bir taşla diğer taşın hizası uymuyor. Alttaki betonu da yemişin Melih. (O ihaleyi iki ilde kazandıran daha da çok yemiştir.)
5. Kasım 2017
***
"Melih Gökçek, Tayyip Erdoğan'ın okumuşudur."
19 Ekim 2017
Melih Gökçek, Cemil Çiçek, Bülent Arınç, İsmail Kahraman... 1960'ların soğuk savaş mahsulü idiler. Hiçbir zaman oradan çıkamadılar. Kanlı Pazar, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Şubat 1969 |
Bazı anların, ne anlattığını çok yıllar sonra ararsınız. Önce şöyle anlatayım: üç-beş Macar askeri diyelim. Gönderildiği bölüğün komutanının odasına ilk kez girerler. Bomboş masasının üzerinde sadece haftalık İngilizce yayınlamış bir Amerikan dergisi vardır. Sizce o askerler ne düşünür? Bilemeyiz. Çünkü her toplum, kişi; durum; zaman farklı. Bilemeyiz elbette. Bilemeyiz ama bu durum bir o kadar tuhaf gelir.
* * *Bir de durumu şöyle anlatayım Aralık 2004 tarihinde acemilik sonrası gönderildiğimiz birliğe teslim olduk. Komutan, biz üniversite mezunu, kısa dönem 12 askeri odasına çağırdı. Masasının üzeri neredeyse boştu. Ama tam önünde masanın ortasında doğru İngilizce Newsweek dergisi vardı. Bariz sırıttığını düşünmüştüm. Bizler, üniversite okumuş gençleriz, anlarız birbirimizi diyerek konuştu komutan.
ABD'de 2. üniversite okumak isteyen birinin gelmesine şaşırdı ve niye geldin diye gülerek sordu. (Hala yürürlükte mi bilemiyorum. Ama 2. üniversite okumak için askerlik bitirmek şartı vardı. Yurtdışı dahil.) O görüşmede komutan için tek bir değerlendirmem oldu: Natocu, Abdsever. Düşünmediğim olasılık Fetullahçı olmasıydı. Yine de bilmiyorum. Komutanın ismini anımsamıyorum. Kısa süre komutanlık yaptı. Sonrada kurmaylık bir şeyleri için Abd'ye gitti.
Askeriyedeki bozulmanın çok yüksek olduğu görülüyordu. Acaba kısa dönemlere tezlerini yazdıran subayların kaçı Fetullahçıydı? Bazen tanıdığım komutanlardan kaçı Fetullahçı çıktı diye düşünüyorum. Eminim vardır. Aynı zamanda Natocu ve cebini düşünenler de vardı. Askerlikten anlayan subaya, astsubaya rastlamak daha zordu. Urfa'nın köyünden gelen okuma-yazma bilmez gence MKE yapımı gece görüş dürbününün özelliklerini ezberletmeye çalışan teğmenler, astsubay ve uzman çavuşlar kendilerini yırtıyorlardı. Oysa, o dürbünün: Nerede, ne amaçla, nasıl kullanılacağına dair tek bir bilgi vermiyorlardı. Hem öğrenmesi de kolaydı.
Askeriyede askerlikten şikayet eden subay ve astsubaydan daha çok bir şey görmedim. Bir de saçma sapan eleştiriler. En bilindik örneği de "en basit şeyin bile -komik geliyordu- kurallı ve kontollü olması" idi. Bir de anlaşılmayan ceza uygulamaları vardı. Bu lakırdılar bana hep zevzekçe gelmiştir. Gayet iyi okullardan mezun askerler bile nedenini çok anlamıyordu. Çünkü kendisi zeki idi ve bu kurallar onun zekasına hakaret idi. Tüm askerlerin de kendisi kadar zeki (!) olduğunu düşünüyorlardı.
* * *Türkiye'de insandan kurumlara, kurumlardan sisteme her yerde ağır bir kokuya sebep çürüme içerisindeyiz. Bu toplumu "halktan" olma iddiasıyla şırınga edilen dincilik çürütüyor. Şayet işler çöküş olmadan yola girerse arada bayağı ilginç bir dönem geçmiş; üstüne üstülük her biri diğerinden özgün nice olaylar yaşanmış olacaktır.
Araştırmalar olgu ya da ilişkiler üzerine yapılır. Türkiye'de araştırılacak konu yığınla var. Ancak araştıran yok. Bu işleri yapması gereken onca akademisyenimiz var. Bir kısmı işinden atıldı. Yine de bu ülkeye özgü başlıklarda araştırma o kadar az. Şaşırtıyor.
Mesela, bir zamanlar halk oyun, masal ve türkülerini toplamak için uğraşanlar oldu. Elde birikenler bugün hala önemli. Kimi yerel giyim-kuşamı araştırdı. Ne kaldı geriye bilemiyorum.
Benim isteğim, çok özel bir konuda. Özellikle yurtdışında çalışmaya gidenler ile kalanların gelişen teknoloji ile yapmaya başladıkları "kaset mektuplaşmaları" mektuplaşmaların dışında hem dili hem bir çok başlığında özel olduklarını düşünüyorum. Ama ne bu kayıtlara ulaşmak mümkün ne de buna dair bir araştırmaya.
Böyle bir kasedi yıllarca önce dinlemiştim. Kalabalık bir grup içinde kaydedildiği belliydi. Ağlamaklı bir kadın sesi:
"Yavrummm, ulu tanrıdan dilerim..." diye başlıyordu.
Bir zamanların en büyük izleri onlarda gibi geliyor bana.
Düşene vurulmaz. Çok doğrun, güzel doğrun, on doğrun olur; sen de en doğru olabilirsin. Az susarsın.
* * *
İster Abd'de olsun ister Türkiye'de ya da dünyanın başka bir yerinde dinciler, sağcılar ve onların tarikatları (örgütleri) düşmanlarına karşı her tür sahtekarlığı yaparlar. Sizi düşman görüyorlarsa bir şekilde oluşmuş hukuk kuralları içinde suçlu durumuna düşürmek için uğraşırlar. Toplumun en hassas ayarlarına oynarlar.
Bknz: Gezi Direnişinde "Camide içki içtiler" yalanı... İçkinin yasak olduğu bir dinin ibadethanesinde yapılana bakın, yalanıydı.
Bknz: Yine aynı dönemde "Kabataş'ta çocuklu kadına saldırdılar" yalanı... Önce "kadın beyanı esastır" hakkının arkasına saklanmaya çalıştılar. Ama iddialar o kadar gerçek dışıydı ki fazla dayanamadı. Yine de "masum bir kadın(!) ve bebeğine saldırı" tribünlerde iyi ses yaptı. İçsavaş çıkarabilirdi. Yalancı gelinin, yalanında uçması işleri bozdu. Kimse, onlarca yarı çıplak deri pantolonlu adam görmemişti. Yine de bu yalancı kadının neden böyle bir yalan söylediği daha ilgi çekti. Fetullahçı polisler de onlarca hafta küçük bir delil için arandı durdular.
Bknz: TSK'ya yönelik darbe davalarında ortaya atılan ve Fetullahçı meşhur Taraf gazetesinin başlık "Fatih Camii Bombalanacaktı". Odatv Davası'nda tutuklananlar için attıkları "Gazetecilikten Tutuklanmadılar" başlıkları ve içinde yazanlar. Bu kadar sahtekar yalancı insanların nasıl ahlakın hakim olduğu bir dünya kurabilirler. Zaman gazetesinin aynı davada "Savcılık: Gözaltıların Gazetecilikle ilgisi yok; Açıklanamayacak Deliller Var" yalanını unutan mı var.
Bu bile bunların yeryüzünün neden en kötü insanları olduklarının bir göstergesidir. Hepsi de dinlerin aldatıcı güler yüzü arkasına saklanırlar. Arkadaki çürüme... Bizi de çürüten çürüme...
* * *
Bu ve benzer yalan, komplo ve çamur atmada bir numaraya Fetullahçılar oturur.
Cezaevindeki Fettullahçılar beddua seansları yapıyormuş. Mücadele etmiyorlar, kötülük istiyorlar. Çünkü onları o cezaevine sokan şey mücadeleci kimlikleri değil omurgasız çıkara dayalı sahtekarlıkları... Toplumda destek görmeyişlerinin sebebi de yaptıkları kötülükleri. Bukalemun gibi her kimliğe giren hiçbir omurga taşımayan dinci bir grup bu ülkeyi yönetebileceğini sandı. Zavallıca...
Toplum o kadar uçmadı. Ama hukuk, adalet vs. başlıklarında toplumu çürüttüler.
Zavallı görüşlerini topluma zerk ettiler. Yalnız değillerdi elbette... Ortakları ile birlikte çok çalıştılar.
İnsanların en temel haklarını çiğnediler, yok saydılar. Hala da yok sayılıyor. Kendi çıkardıkları yasaları bile uygulamadılar. Tek değerleri para ve koltuk oldu.
* * *
Solcuların farkı nedir?
- Biz, yazılı bir program etrafında ve amaca yönelik mücadele ederiz.
- Araçlarımızı amaçlarımız belirler ve bunların sınırları vardır. Her şey ve her araç mubah değildir.
- Biz düşmanlarımızı yenmek isteriz. İsteriz de bunun insan onurunu yaralayarak yapılmayacağını biliriz.
Daha bir sürü güzel/anlamlı tarihsel süreç içerisinde oluşmuş şey yazılabilir. Bunlar idealler diyelim.
* * *
Olan ise,
Küçük gruplarımız ve onların dar ufkunda koşuyoruz. Her söylediğimiz olmasa da çoğu yanlışlanan görüşler öne sürüyoruz. Çünkü bazı ciddi nedenleri kaçırıyoruz.
Ortak amaçlar yerine kişilere göre taraf oluyoruz. Bazen küçük çıkar grupları gibi hareket ediyoruz. Eleştiriye kapalı ve sabırsızız. İnsanları dinlemiyoruz.
Grubumuzun hedefindeki kişileri imha etmeye çalışıyoruz. Bunun zavallıca bir uğraş olduğunu görmüyoruz. Daha ileri gidip ölüm kararları alabiliyoruz.
Ölümlere seviniyoruz. Bunlarda saçma sapan bir soyluluk buluyoruz. Oysa ölenin sevdiklerinin ne hissettiğini umursamıyoruz. Ölüm soyluysa biz niye yaşıyoruz.
Hoşumuza gitmeyen her duruma dair kesin yargılarımız var. Sosyal medyada doğru/gerçek arayışımızı sakatlanmış. Düşman arıyoruz. Düşünceler ve kurumlarla değil; kişilerle uğraşıyoruz. Hepimizin elinde bir tokmak karar merci olarak geziyoruz.
Kişiler arasındaki ilişkilerde, kişilerin yaşadığı diğer durumlarda üstümüze vazife olmayan şeylere karışıyor, yargılıyor ve çığırtkanlık yapıyoruz. Bununla insanlarına kararlarını etkileyeceğimizi düşünüyoruz. Oysa bu etkinin geçici olacağını görmüyoruz. Gerçek, kum değildir.
Tek taraflı dinliyoruz. Adil olmanın ilk kuralının iki tarafı da dinlemek olduğunu bilmiyoruz ya da işimize gelmiyor.
Memleketteki çürümenin etkisidir. Daha onlarca başlığı da vardır...
* * *
Eğer gerçeği arıyorsak: İçeriğine dair bilgimizin kısıtlı olduğu süreç ve olaylar hakkındaki yorum ve düşüncelerimiz de muhtemelen hatalı olacaktır. Bazen bu eksik bilgiler düşündüklerimizi destekler bazen tersidir durum. Kimi zamanda sürprizlerle karşılaşırız. Sağlıklı bilgi, eldeki verinin güvenirliği ve çok yönlü desteklenmesidir. Oysa İnternet ortamı sirkülasyona açık, buradan gelen bilgi ile sağlıklı yorumlar geliştirmek zordur. Bu nedenle basılı materyallere İnternetten daha çok güvenirim.
* * *Emrah Serbes, bilinen genç bir yazar, senarist...
Hiçbir kitabını okumadım. Zamanında aldığım Hayvan dergisinde röportajlarını okuduğumu sonradan fark ettim. Bir bölüm dışında senaryosunu yazdığı diziyi de izlemedim. Bir vesile ile bir filmini izledim.
Tedbirsizlik sonucu yaptığı (hepimizin başka tedbirsizlikleri sonucu olabilecek bir kaza)da iki insanın ölümüne birinin de ağır yaralanmasına neden oldu. Kaza sonrası yaptıkları karışık (kazadan ve cezadan kurtulmak isteyen çoğu insanın başına gelen ve yaptıkları da bunlardır.)... Planlı bir iş değildir. Tedbirsizlik ve kabahatlerle doludur. Yoksa bile-isteye yapılmış bir cinayet değildir. Hepimizin başına gelebilir.
Bu dediklerim elbette suçunu hafifletmez. Yazılanlar, Serbes'i size şirin gösterme çabası değildir. Ama ben de ne hakimim ne de savcı... Ne de eski bir husumeti buraya taşıyacak kadar çakal... (Kendisiyle hiçbir husumetim de yoktur.)
* * *
Bu kişi ve yaşadıklarından sonra hakimlik ve savcılık makamına toplanmış çok solcu gördüm. Eski hesapların ortaya döküldüğü...
Bu olaydan sonra düşenin dostu olmazı da gördüm.Bu talihsiz olaydan sonra kurtluk kanunu da tekrar keşfettim.
Kimse, adalet için sizin elinize düşmez umarım.
* * *
O olaydan önceye milyonlarca kez gidecek Serbes. "Şöyle yapsaydım, şu olsaydı, beş dakika otursaydım..." Hepsinde de hapishanede gözünü açacak.