Sayfalar

8 Şubat 2010 Pazartesi

Polonyalı Devrimci • İsmail Bukka Kaplan


Polonyalı Devrimci ()’e

Postacı adam her gördüğünde canını sıkan binaya hızlıca girdi. Erken kalkmanın mahmurluğuyla gözlerini ovuşturup bankoya dayandı. Sağ gözü acımış gibi hafifçe iki parmağıyla yeniden ovdu. Bankoya yaklaşan Sardunyalı memur:
Merhaba, deyip çıkardığı bir paket mektubu verdi. Toplam yirmi bir mektup! Mektup kayıtları birbirini tutmadığı için mektupların kaç adet olduğunu sürekli vurgulardı Sardunyalı memur.
Tamam, dedi postacı adam. Mektupları koymak için çantasını açtı. Mektupları alıp özenli bir şekilde çantasına koydu. Sardunyalı memur başıyla selamlayıp ayrıldı yanından; arka masadaki ek işine geçti. Savaş başladığından beri birçok memur orduya alınınca kalanlara ek iş çıkmıştı. Postacı adamın ek işi de postane taşıtlarının ve posta çuvallarının takip ve kontrolüydü. Bütün postane aracı iki tane bisikletti.  Mektupların alındığına dair imzaların atıldığı defterin başına geldi. Deftere bakan kadın memur ‘neden Paris’te yaşamadığını’ düşünüyor gibiydi. Muhtemelen elindeki gazeteden başkent haberlerinin içine sıkıştırılmış bu savaş halinde ayıplanan sosyete dedikodularına bakıyordu. Belki, kocasıyla yaşayamadıklarını bir ünlünün sevgilisi veya karısı olarak yaşayabilirdi. Ama Paris şimdi sokaklarında savaş dışında bir şeyin konuşulmadığı bir yerdir. Herkes savaş hakkında konuşmuyordur tabii. Yine de bir yerden sızmıştır savaş. Artık tek başına balolar düzenlenmez. Onun yerini “cephedeki ordumuza yardım balosu” adını alır eğlenceler. Savaşla iç içe bir yaşam... Savaş bir moda yaratmıştır. Her şeyi belirler; evlerin duvar renklerinden, perdelere, gıdaların paketlenme ve satış seçeneklerinden, reklâmlara, eğlence anlayışlarından, tasarruflu içki tüketme yöntemlerine, kadın ve erkek ilişkilerinden, çocukların geleceklerine dair planlara, alacak-verecek anlaşmalarına, iş planlarına ve tabii mektuplara kadar her şey savaş durumuna geçmiştir. Savaş en etkili moda akımının adıdır. Tabii “cephedeki ordumuza yardım balosu”nda hangi bakanın hangi aktris ile görüldüğü yine de kaçmaz gözlerden.
Mektuplar…
Postacı işleri uzatmamak için acelece
Aldım dedi, gazetenin ucundan bakan kadına. İmzasını atıp defteri geri itti ve binanın iç avlusuna yöneldi. Kendi zimmetindeki bisikletini aldı. Çantasını yağmurluğunun altına sıkıca bağladı. Çıkışa yöneldi. Arkasından gelen şizofren Katip seslendi ciddiyetle:
Bisikletin bakımını yaptın mı?
Yola bakan postacı,
Evet dedi, ilgilenmeden
Binanın önünde elinde posta malzemeleri satan sakat genç kadın bir anda dönüp
Yağmur yağacak sanırım, diye konuşmaya çalıştı. Postacı adam bisikletine biniyordu. Kadının niyetini bilip bu savaş halinde bir şey diyemediğinden,
Yağdı geceleyin diye yanıtladı ve hızlıca bisikletin pedallarına basıp uzaklaştı oradan.

Harap evinin önünde savrulan eteği ile karısı bahçenin kapısına dayanmış onu bekliyordu. Adı Elsa’ydı. Postacı adamın öğle yemeğini verecekti.
Üşümüş, hemen içeri gitmek istiyormuş gibi bahçe kapısına yaslanmıştı:
Sandviçin hazır, biraz kaşar biraz domuz salamı... Bir de kış elması… Sürpriz yapmak ister gibi söylemişti. Karısının gazete kâğıdına sarılı verdiklerini çantasının içine koydu. Postacı karısını öpmek istedi. Aradaki bahçe kapısından ve bırakamadığı bisikletinden dolayı öpemeyince… “Bahşedilmeyene” diye fısıldadı. Gülümsedi. O da “öptüm” diye fısıldayabildi sadece. Öpmeye çalışıp öpemeyince söylenirdi bu yoksa öpebilecekken niye söylensin. Bir an bu takıldı kafasına.
Yağmura yakalanmadan postaları yetiştirmek için pedala yüklendi.
Çocuğumuza bir isim buldum, diye seslendi kadın.
Ne? diye sordu.
Yavaşlatarak işini uzatmak istemeyen kadın;
Le Pen! diye yükseltti sesini. Bayağı uzaklaşmıştı.
Sonra konuşacaklarını düşünerek,
Harika! diye bağırdı. Sanki karısına değil de, önünde uzanan yolaydı bağırması.
Savaş zamanı kocası cepheye gitmese de başına her an bir şey gelebileceğini düşünüyordu karısı ve en son sözünü duyurmak için bağırdı.
Yavaş git!
Bağırmak istemediğimden “olur” dercesine başını salladı. Postacının adı François (Fransuva) idi. Bazıları onunla dalga geçmek için Françoise derlerdi. Yirmi dört yaşında ve üç yıldır evliydi. Adı Benjamin olan bir oğlu vardı. Karısıyla savaş sonrasında birkaç çocuk daha yapmak istiyordu; ama karısı bu savaş zamanı istemeden hamile kalmıştı. Onlar da doğacak bu çocuğu kabullenmişlerdi. O, bu savaşın çocuğu olacaktı. İnsanlar bir şeyler uğruna ölüp giderken o doğacaktı.  “Tanrı’nın işine pek karışılmaz” demişti karısı bir gün. Oysa postacıya göre “Tanrı her gün onların işine karışıyordu.” “Sıkıntıya katlanacağız” demişti o da. Erkek olmasını istiyordu. Ona savaşın bitişine uygun bir ad arıyorlardı. Birçok isim bulmalarına rağmen savaşın galibi gibi hissettirmeliydi çocuklarını ilerde. İnsanın adı sanki onun geleceğini belirler demişti Sardunyalı memur bir gün. Çocuklarının adının gelecekte ne olacağının ipucunu vermesi güzel olurdu elbet. “Bak, bu bakan adına benziyor” diyordu karısı… Bu da ünlü bir aktris… Karısının söylediği ad ona anlamsız gibi geldi.
***
Postacı bisikleti sürerken hep soldan bakardı. Gazeteyi de hep soldan okurdu. Cepheden haberleri yazan sayfaları özellikle sol gözüyle dikkatlice okurdu. Beğendiği haberleri keser, mektup çantasına koyardı. Sonra, kestiği gazete kupürlerini eski bir deftere iliştirir ve tarih atardı. İleride savaş bitince, (tabii bu savaşta mutlaka bitecek)  çocuklarını toplayıp yanına, kestiği gazete kupürlerini gösterecekti. (Savaşı kaybetmezlerse ve ölmezlerse tabii) “Savaş böyleydi” diyecekti. Hatta haberin birine takılacak gözü ve anlatacaktı. Alman askerlerinin korkaklığını anlatan mektupların ele geçirildiği Alman Posta İdaresi arabası haberi için, ne ilginç olaydı diyecekti. Eski defteri açıp, okuyacaktı çocuklarına. “Hitler cepheden gelen bütün mektupları okurmuş. Bu mektuplarda generallerin söylediklerinden daha doğru şeyler yazıldığına inanırmış. Mektupları okuduğu bir gün çok kızmış. Okuduğu mektuplarda askerler savaşın gidişatından ne kadar umutsuz olduklarını yazıyorlarmış. Hemen emirler yağdırmış ve mektuplar yüklendikleri posta idaresi arabasıyla yakılmaya gönderilmiş. Bizim askerlerimiz de ele geçirmişler bu posta arabasını” diyecekti onlara.
Böyle seçip kestiği ve çantaya yerleştirdiği haberlerin üzerinde şimdi öğle yemeği vardı. Gazete kâğıdına sarılıydı sandviçi. Mutlu aile olmak için yapılması gerekenlerin anlatıldığı gazete sayfalarına sarıyordu karısı. Karısı bahsederdi konu komşuya Postacı adamın bütün gazeteyi okuduğundan. Ama o sayfaları okumazdı. Yemek yerken okur diye karısı, yemeğini o sayfalara sarıp verirdi; “Bu sayfaları sen de okumalısın” derdi karısı, “iyi bir baba olmak için”.
“Bizim gibi insanların çocukları başka olmalı tabii. En azından bizim yapamadıklarımızı başarmalı.” O sayfaları da okuyordu yemeğini yerken. Sonra belki bu sayfalarda reklâmı olan ucuz bir rimeli almayı düşüyordu kadınına. Yine de ona hep aynı şeyler yazılıyor geliyordu. Ev işlerinden nasıl tasarruf etmeliyiz; Çünkü savaş zamanı tüketilen her şey kıymetliydi. İnsanlar da… Çocukları daha sağlam ahlaklı nasıl yetiştirmeliyiz? İyi bir gömlek temizliğini nasıl yapmalıyız? Alarm çalınca nereye gitmeliyiz ve iyi bir eş olarak neleri hazırlamalıyız? Tüketilecek her şeyi nasıl daha iyi kullanmalıyız ve hazırlamayız, bu kadar işte…
Çantası iki gözlüydü Postacı adamın. Bir gözünde mektuplar, diğerinde kesik gazete haberleri üzerinde öğle yemeği olurdu. Posta idaresinin ona verdiği bu çantanın domuz derisinden olduğunu sanırdı. Aslında ne domuz derisinin kalınlığını ne sağlamlığını bilirdi. Sadece öyledir diye düşünürdü. Geçen gazetede okuduğu ‘ele geçirilen Alman Posta İdaresi arabası’ndan çıkan ve Alman askerlerinin korkaklıklarını anlattıkları mektupların çevirisi olan gazete sayfalarını da kesip koymuştu çantasına. Bir gözde mektuplar, diğerinde mektuplarla doldurulmuş gazete haberleri. Ama o bu haberlerden daha korkunçlarını okumuştu. Gazetelerde yazanların kimin tarafını anlattığını şaşırıyordu bazen. Gazeteler de yazanlar mı; yoksa işyerinde konuşulanlar mı; babasının söylediklerimi doğruydu? Artık savaşa dair ne duysa, ne okusa… Hepsinden kuşkulanır olmuştu. Savaş hakkında yazılanlar ne kadar düşünse de ikna etmiyordu onu. Ne de olsa bir Hitler değildi. Her şeyi okuyamazdı. Sadece bir postacı adamdı. Kafasını kurcalayacak çok şey vardı. Akşamları özellikle tek başınayken birçok soru aklını karıştırıyordu. Bir haberde onlardan 15 askerin öldüğü yazıyor. Sonra başka bir yerde aslında “150’den fazla asker öldü” deniyordu. Bir gazete, kahraman bir askerden bahsediyordu. Bir Alman trenini havaya uçurmuştu. Sonra öğreniyordu ki o treni havaya uçurmak için bir alay gitmiş, sadece geri o asker dönebilmişti. Bunları duyunca morali iyice bozuluyor; sonra kendine kızıyordu: “Sen ne yapıyorsun diye. Bir savaş sürüyor, ben burada…”
***
Bu sisli, yağmur sonrası havada pedalın, esintinin, tekerleğin ince çamurda çıkardığı sesi duydukça binlerce kez aynı şeyler kafasına takılıyordu. Şimdi de aslında bu sandviçi yolda giderken parça parça mı; yoksa bir yerde parçalamadan mı yesem? diyordu. Karısının yemeğini sardığı gazete sayfalarında doktorlar aralıklarla yemek yemenin daha faydalı olduğunu yazıyordu; ama o bir anda yemeyi severdi. Bundan nasıl vazgeçilirdi ki? Ne yazık savaştayız ve elinde olanı iyi değerlendirmeliydi. Savaşsız zamanlarda takmazdı bu doktorların söylediklerini. Neye inanacağını, neyin doğru olduğunu da şaşırıyordu. Babasının ona yazdıklarına mı inansaydı?
Babasına mektup göndermişti erzak yığmak için. Bolca çocuk bezi, mama, gıda, yakacak ve temizlik malzemeleri... Babası bir işçiydi ve oğlunun da bir işçi olduğunu söylerdi. Yanlıştı; çünkü Postacı adam Fransız hükümetinin, o üç renkli bayrağın bir memuruydu. Babası ise eski bir anarşistti. O anarşist olmuş; ama anarşistler onun gibi olamayınca bırakmıştı. Şehirleri severdi. Postacı buraları anlattığında kalbi sıkışıyormuş gibi olurdu. “Ah taşra” diye dinler ve taşra “işçileri bile memur yapar” derdi. Babası torunlarından sadece Benjamin’i sever ve onun diğer çocuklardan daha zayıf olmasını bir sağlık timsali sayardı. Postacı bundan korkardı, ya bu zayıflığından ölürse diye. Doğacak çocuklarının kilolu olmasını istiyordu. Onların sağlıklı olması için gerekli parayı nasıl bulacağını düşürdü bazen. Şu sevgili göçmenler kadar bile anlamam çiftçilikten derdi.
Postacı çiftliğe yaklaştı. Evlerine gitmek için insanlar buradan geçerdi. Bu yüzden postacı her geçişinde göçmenlere görünmek zorunda hissederdi kendini. Çiftlikten her geçişlerinde, göçmenlere postacının ne tarafa gittiğini sorarlardı. Böylece meraklı gözlerle cepheden haberleri bekleyenler ne yapacaklarını bilirlerdi. Ya yola gözlerini dikip postacıyı beklerler ya da ertesi güne kalırdı umutları. Postacı kimseyi göremedi çiftliğin etrafında. O da çocuğa yaklaştı. Çocuğun ismini biliyordu ama konuşmaya başlamak için yine de adını doğru bilip bilmediğini sordu:
Selam çocuk senin adın Sarko muydu?
Çocuk çokbilmiş bir eda ile,
Hayır, dedi.
Postacı adam emindi çocuğun adından
Peki, adın ne? diye sormak biraz geç geldi aklına.
Çocuk postacıyı şaşırtmanın sevinciyle,
Sarkozy dedi.
İçinden küfredip postacı, “sanki Fransa Cumhurbaşkanı” dedi kendi kendine. Ağzından bir
Ama! çıktı bu arada. Çocuk sözünü keserek
Bizler iyi birer Hıristiyan’ız, böyle söylememeliyiz isimlerimizi, diye sürdürdü çokbilmişliğini.
Çocuğun boynunda asılı olan abartılı büyüklükteki haç takıldı gözüne. Bisikletini biraz daha yana eğip,
     O yüzden mi böyle bir haç taktın boynuna dedi
Çocuk halini hiç bozmadan
Babam verdi, “tak” dedi. Babam işini bilir. “Almanlar her an buralara gelebilir” dedi.
Çocuğu aşağılamak isteğiyle postacı adam
Papazlar gibi olmuşsun hem Almanların geleceğini nerden biliyorsun? diye kesti sözünü.
Çocuk bunu bekliyormuş gibi hiçbir dindara yakışmayacak saygısızlıkla atıldı
Herkes onları bekliyor?
İşi uzatmanın gereğini düşünmeyen postacı adam,
Görüşürüz çocuk, diyerek yoluna devam etti. Ne de olsa soran olursa gördüğünü söylerdi postacıyı.

 “Almanları bekliyormuş herkes”. Eğer gelirlerse mümkünse kaçacaktı. Posta idaresinin ona verdiği bu bisikleti alıp; dağ yollarını aşacaktı. Karısı ve Benjamin’ini İspanya’ya götürecekti. Babasının kimi dostları vardı oralarda. Onların yardımıyla İngiltere’ye geçmeyi düşünüyordu. Biraz da sorularının son durağıydı İngiltere. Ne oluyor? Ne haldeyiz? Nereye gidiyor savaş? Gelirlerse nasıl kaçarız? Bazen de böyle dalınca İngiltere vardığı gibi Kudüs’te, New York’ta uyanıyordu; karısı ve çocuklarıyla. Kâğıtlara basılmış yazılara çok güvenemiyordu. Bir şeyler hep yalan dolan gibi geliyordu. Bu taze diye satıyordu bakkal size ekmeği eve gelene kadar bayatlıyordu. Kötü niyetli değildi belki bakkal. Hatta o bile bilmiyordu ekmek taze mi bayat mı? Un diye tuhaf bir şey veriyorlardı. Hani bunları bir şekilde fark ediyordu da, gazetelerin söyledikleri ne kadar fark edebilirdi? İyi mi gidiyor, savaş yoksa yeniliyorlar mıydı?  Ölüm dışında her şeye hazır olmaya çalışıyordu. Savaş, doğacak çocuk ve parasızlık çevresini sarmışlardı. Düşünmek istemese de, aslında bir yere gitmiyorlar, bir yerden de gelmiyorlardı. Ama aklının karanlığında başlarını kaldırınca sorular, yine daralıyordu… Şimdi tanrı karışmıyor muydu işine?
O bunları düşünürken göçmen çocuk işlenmemiş boş tarlada çocukları kovalıyordu. Mutsuz muhalif öğretmenin kızı oyun alanına çişini yapıyordu. Başka çocuklar birlik olup birbirlerine saldırıyordu. Bu çocukların halini görünce Postacı adamın aklına şizofren kâtip geliyordu. Her gün o da çocukları izler; istinasız her gün gelip postanenin orta yerine bağırıyordu: “Almanlar kaybetse de, gelecek faşizmdir” diye. Babası da İspanya’dan döndükten sonra bu tür laflar söylerdi. Buna karşın babasının Benjamin’i niye sevdiğini anlamazdı. O da bir çocuktu. Babasını hatırladıkça içinden hep şunu demek geliyordu. Ben Fransa Cumhuriyeti ve üç renkli bayrağın yaşaması için çok önemli işler yapıyorum. Şizofren katip bu lafı duyunca gülüp hep aynı şeyleri sorardı: “Bisikletin bakımını yaptın mı? Bu üç bayrak memleketinden ancak onunla kaçabileceksin”
***
Postacı yaptığı işi düşündü. O kendine ülkesini kurtarmayı yakıştırıyordu.
Bu devasa yıkım sadece silah ve gıda satışlarını patlatmamıştı; mektuplar da artmıştı haliyle. Birinden birilerine, bir yerden birilerine, birilerinden bir yerlere giden mektuplar. İflas, icra, miras, yeni şirket belgelerini; ayrılık, aşk itirafı, yeni asker, denizci, topçu, hava savunmacı, piyade ve uzak yerlere (çalışmaya veya gezmeye) gidenlerin mektuplarını; dava tebligatlarını, resmi yazıları, kayıt belgelerini, okul yazılarını, uzaktan eğitim kitaplarını, sınav formlarını, başvuru sonuçlarını, taziye ve kutlama kartlarını dağıtıyordu Postacı Adam. Ama hiçbir zaman bir kurtarıcının mektuplarını taşıdığını düşünmüyordu. Bir kurtarıcı olarak mektuplarını vermeye gittiğim madamdan bir fincan kahve isteyecekti öğle yemeğinin yanında içmek için. Belki neden askere gitmediğimi soran adama gidip sağ gözünü gösterirdi. Sağında bir gözün değil, sönmek üzere bir fenerin olduğunu bilsin. Sağlık kontrolünde ona Fransa Cumhuriyeti için ne kadar büyük bir iş yaptığını söylediklerini anlatabilirdi
***
Burada kesiyorum öyküyü çünkü garip bir şey oldu. Bu puslu havada giderken postacı bir adam gördü. Adam başını eğmiş yol ortasındaki bulanık ve çer çöp dolu suda sanki yüzüne bakıyordu.  Boynuna rüzgârda uzun iplikleri savrulan yırtık kırmızı bir atkı sarmıştı. Sol eli paltosunun cebine sokuluydu. Yanına yaklaştıkça adamın mırıl mırl kendisiyle konuştuğunu fark etti. Sigara içmişti herhalde, bulanık suda bir izmarit yüzüyordu. İyice yaklaştı. Adam sağ elinin parmaklarını dudaklarına vurdukça “mi… mi… mi… mi… mi…” diye sesler çıkarıyordu.
Postacı bir kol boyu yaklaştı adama. İçinde gelen sese kulak verdi. Nezaketsizce:
Kimsin? diye sordu. Sessizce duruyordu adam, tekrarladı postacı: “Kimsin?”.
Hayatta her şeyi elinden çalınmış. Nedense her şeye çok layık olduğunu düşünen bir aptalım.
Yabancı kendi kendine konuşur gibi yanıtladı postacıyı. Bozuk bir dille konuşuyordu.  Başını kaldırıp kalabalık bir insan topluluğuna konuşur gibi oynatıyordu sağ elini. Başını kaldırdığında yolun karşısında sis içinde görünen çalılara bakıyordu. Başını öteki yanına çevirdi. O tarafa sanki başka birisi gelmiş gibi adam başka bir dilde onunla konuşmaya başladı. Başka dilde şunları söyledi yabancı: “Ben son direnişçiyim yoldaş, Varşova işgal atında biliyorsun. Katkov’a gitmeliyim. Bir dinamit fabrikası almalıyım. SS subayları beni biliyorlar. Büyük bir sermayedarım. Sen yıkılanın sadece binalar, ölenlerin yalnızca insanlar mı olduğuna inanıyorsun. Benim sana sorduklarımı aklından geçiriyorsun biliyorum. Ama görürsen o günü, savaştan sonra sen de sorarsın. Yıkılan sadece binalar, ölenler sadece insanlar değildi, diyeceksin. Demek ki başka türlü düşünmeye başladı insanlar.” Kesik kesik ve heyecanlıydı konuşurken.
Adamın konuşmasından bir şey anlamayan postacı sordu:
Hangi ülkedensin?
İnsanların ellerini uzatırken kuşku mikrobunu taşımadıkları, korku ya da endişe duymadıkları herhangi bir kıta ya da keşfedilmemiş bir ada insanıyım.
Yine diğer yanına döndü adam ve yabancı dildeki konuşmasına bağırarak devam etti: “Geliyorlar! Geliyorlar! Direneceğiz! Cezaevinden bırakıldık hepimiz. İspanyol yoldaşlarımıza destek vermek isterken düştük cezaevine. Hiçbir İspanyol’u tanımadım ve demek ki hiç İspanya’ya gitmedim ben. Bizi bıraktılar. Bütün cezaevi bağırıyordu. Kudurmuş Almanlar geliyor! Çıktım ve hemen bir sermayedar yaptınız beni. ‘Sız’ dediniz Almanların içine. Bütün kitaplarımı yaktım. Ne okuyacak gelecekteki yoldaşlarımız? Öğrencilerin okuyup altını çizdiği kitaplar aldım evime. Alman idealistleri, Alman romantikleri ve Alman edebiyatı… Okumuş gibi görünmek için altı çizilmiş olanları aldım. Nietzsche de aldım; ama saklıca durdu kütüphanede. İçten yazmıştı o ve belki sevmeyebilirdi SS’ler.”
Konuşması durunca atıldı Postacı,
Niye buradasın?
İnsanlar bazen çok zor durumda kalır. Bir savaş başlar. Şehirleri işgal edilir. Binalar yıkılır. Demek ki insanlar da ölmüştür. Komşusu ile bir kap çorbasını paylaşır o şehrin insanları. Bu ölen çocuklarını geri getirmeyecektir, ama yine de paylaşırlar çorbalarını. Ben bir kap çorba verenim komşusuna ya da o bir tas çorbayı alan komşuyum. Bir savaşzedeyim. Niye burada olduğumu bilmiyorum.  Evet, niye buradayım? Ama burada olmam suç mu?
Yine yabancı diğer yana dönüp konuşmaya devam etti: “Evet, yoldaş bana bir eş verdiniz. Ah, onun gerçekten karım olmasını ne çok isterdim. O da biliyordu bunu. Hatta o bütün sevgililerini ve ayrılıklarını anlatırken ne kadar… Ne kadar yakındım kendime. ‘Niye o ben değilim’ diye. Niye? Katkov’a gitmeliyim! Bir sermayedarım ve dinamit fabrikası alabilirim!” Bir cevap almış gibi suya bakarak kafasını iki yana salladı.
Ne yapmak istiyorsun?
Korkmuş gibi çekinerek yanıtladı adam.
Ne yapmak mı, istiyorum. Mutluluğu yakalayıp elimden bırakmak istiyorum. O zaman daha değerli olur. Dürüstlük ve samimiyet, aldatmaca değil mi bunlar?
Yine diğer tarafa döndü: “Tanıştım. Önemli bilgiler aldım. SS’ler çok sevdi beni ve ailemi. Bir SS kitaplarıma bakıp bir gün ‘Gelecekte Polonyalı çocuklar ve dünya bunları okuyacaklar, ama hepsini değil’ dediler. Bana bir broşür verdiler. Nazi iktidarına yardıma çağıran bir konuşmaydı. Bir profesör okul açılışında yapmış bu konuşmayı. ‘Okumayı seviyorsan, al bunu oku’ dediler. Ben içimden ‘Polonyalı çocuklar Alman tarihini mi okuyacak’ dedim. Onların yazdığı tarihi; yani bizim ‘suçlu’ ve ‘kaybeden’ olduğumuz tarihi. Belki, Almanların değil de İngilizlerin, Amerikalıların yazdıklarından öğrenirler tarihimizi. ‘Düşün, yoldaş.’ İçimdeki nefreti düşün.” Havayı koklamaya çalışıyor gibiydi. Burnunu havadaki kokuyu anlamak için oynatıyordu sanki. Birden konuşmasına devam etti: “Tuhaf bir şeyler... ıhhh… ıhhhh… ıhhh… Sanki bir şeyler...”
 Bir an Postacının içi ısındı bu zavallı adama
Peki, dostum nereye… Nereye gideceksin?
Belki doğduğum zamana. Belki farklı, tanımadığım bir dünyaya. İnan ki bilmiyorum gideceğim yeri. Nereye gideceğini bilen yolcu mutlu olabilir mi? Hayat yolculuk ve biz onu ölüm dediğimiz sondan dolayı biliyoruz. Mutlu muyuz? Yok olacağımız fark ettiğimizde var olduğumuzu görüyoruz. Bağırdı adam: “Varlığını yokluğunla biliyorsun. Akıl işimi bu? Güzel olan nereye gideceğini bilmediğin bir trene, otobüse binmek... Sonunu bilmek istemiyorum. Ama… Belki vardığım yerde bir huzur vardır. O en güzel şey ama asla huzurlu olamıyorum.”
Konuşması bitince tekrarladı aynı hareketi ve diğer tarafına dönüp konuştu: “Evet, SS subayları bana çok güvendi yoldaş. Hatta...” Boğazı tıkandı, tutuk bir şekilde konuştu: “On üç, on dört yaşında kızlar arıyorlardı becerecek. Ben zengindim ve bir hedonisttim ya… O yüzden bana söylediler. Bana ayarla kızları dediler. Katkov’a gitmeliyim. Varşova bir delik olmalı dünya üzerinde. Koca bir delik. SS subaylarının yok olacağı bir delik. Demek ki bir dinamit fabrikası almalıyım.” Derinden soluk alıyordu.
Adamın astımı olduğunu düşündü. Bu hasta adama içi iyice ısındı postacının. Yarıda bıraktığı üniversite günleri geldi aklına. Yaptıkları felsefe tartışmaları…  Kaç yıl sonra karısına bile sormadığı sorulardan birini açıkça sordu postacı:
Amacın yok mu? Düşündü bir an. Buraya nasıl geldiğini anlat o zaman.
Kendi kendine bir soru sordu:
Nereden geliyorsun? Durdu. Sonra başını kaldırıp çalılıklara bakarak yanıtladı: “Her yerden.” Yabancı kendi kendine yeni bir soru daha sordu: “Nereye gidiyorsun?” Başını çalılıklardan bulanık suya eğip izmarite bakarak: “Hiçbir yere.” Başını kaldırıp bir soru daha sordu: “Engelleri var mı?” Yanıtladı: “Elbette dostum.” Bakışlarını sis içinde kaybolup görünen çalılardan ayırmadan konuşmasına devam etti: “Belki de hayatın güzelliği bu: Elli yıl önce bilmediklerin için kendini paralayabilirsin. Ama o bilmediklerin için elli yıl gereklidir. Kahretsin o elli yılı yaşamalısındır. Engebeli ve gecikmiştir hayat, güzel demiyorum artık kötü olan budur. Kahretsin. İşte aradığın anlam budur. Anladığında seni yıkar.”
Yine döndü yabancı diğer yanına. Yenilmiş bir canavar gibi soluyarak konuşuyordu: “Nereden biliyorsun insanların içinde iyilik, güzellik taşıdığını? Belki o kadın geleceğin bir katilini, faşistini büyütüyor şimdi. Dinamit fabrikası lazım bize… Sonsuz üretimlerin fabrikası… ‘Eşim’ o SS’le gitti. Anlıyor musun? İhanet etti. Şehri işgal edilirken o şehre ilk giren SS’le gitti. Ne dedi bana:‘Biliyor musun? Ben seni anlıyorum.’ Ben de ona ‘Anladığın nedir?’ diye sordum. ‘Çünkü ben seni anlamıyorum’  İşleri bitince öldürecekler onu. Belki orospu diyecekler ve askerlerine tecavüz ettirecekler. Ama âşıkmış. Anlaşılmaz kadın, erkek; insanın arzuları. Anlaşılmaz desem de işte ben o anlaşılmazlığı yaşadım. Katkov’a gitmeliyim. Dinamit fabrikası… Ben son direnişçi… İzin ver, yoldaş.” Yabancı birden konuşmasını kesti. Derinden, hırıltılı ve hızlıca soluyordu.
Postacı durunca iyice üşümüştü, titriyordu bir yandan. Ama soru sormak istiyordu yabancıya
Anlam… ?
Anlam yok. Yaşamak var. Yaşarken oluşur hayatı anlamın. Yoksa öyle anlatabilir miyim? Kime ve niye anlatacağım, ne işime yarayacak bütün bunlar. Kırılıp dökülmüştür kafamdaki düzen demek ki ben bunu bilmekteyim. Yeniden tekrarlayamam hiçbir şeyi.
Yabancı suyun üzerinden atladı, boynuna sardığı şal havalandı birden.  Çalılıkların içine daldı. Bağırıyordu: “Ben son direnişçiyim! İşgale uğraşmışım! Dinamit fabrikası kurup kendimi patlatmalıyım! Dünya üzerinde bir delik olmalı Varşova, Katkov bana yardım etmeli.” Kahkahalar atıyor, arada “mi, mi, mi, mi…” sesleri geliyordu. Yabancının koşup uzaklaştıkça, ayak sesleri havada "vıcık vıcık" diye yayılıyordu.

Postacı adam bir an saçma bir hayalden uyanmış gibi suya baktı. Suda yeni bir izmarit daha yüzüyordu. Sadece adamın durduğu yerde izleri vardı. Bir an ne yapacağını düşündü. Düşünürken kendi kendine konuşmaya başladı. Telaşlanmıştı. Çantasına uzandı.
“Sizce hangisine inanmalıyım? Hangisine… Söyleyin! Ben her gazeteyi okuyan bir postacıyım ve size Hitler’i anımsatmak isterim. Sardunyalı memura demeliyim: ‘Geliyorlar! Geliyorlar! Geri çekiliyor ordumuz. Mektuplar! Mektuplarda!’”
Eline gelen paketi aldı birden. Kokmuş gibiydi. Dayanamadı. Paketi çantasından çıkarıp suyun içine attı. İzmaritler sıçrayan suyla çamurun içine düştü.
Karar verdi.
Eve gidecekti.
ismail bukka kaplan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder